213

"İnsanlar bir tek ümmetti. Binaenaleyh Allah, müjdeciler ve inzâr ediciler olarak peygamberler gönderdi ve onlarla birlikte, insanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için, hak ile kitap indirdi. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, aralarında olan hasedden dolayı ihtilâfa düşenler, o kitap verilenlerden başkası değildir.İşte Allah (böylece) İman edenleri, kendi iradesiyle, hakkında ihtilâfa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah kimi dilerse onu sırat müstakime ulaştırır".

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette o kâfirlerin küfürde ısrarlarının sebebinin dünya sevgisi olduğunu anlatınca, bu ayette de bu şeyin sadece şu zamana has değil, aksine bütün geçmiş zamanlarda var olduğunu beyan etmiştir. Çünkü insanlar, başlangıçta hak üzere tek bir ümmet olup, daha sonra ihtilâfa düşmüşlerdir. Onların ihtilâfları ise, dünya malı uğrundaki azgınlık, hased ve çekişmeleri sebebiyle olmuştur. Bu âyetler arasındaki münasebetin izahı budur.

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

İnsanların Başlangıçta Tek Bir Ümmet Olması

Kaffâl, "Ümmet, bir kısmı bir kısmına uyan, aynı şey üzerinde ittifak eden bir topluluktur. Bu kelime, (uymak) masdarından alınmıştır" demiştir.

İkinci Mesele

Ayet insanların bir tek ümmet olduklarını gösterir, fakat hak üzere mi, bâtıl üzere mi bir ümmet olduklarına delâlet etmez. Bu hususta müfessirler ihtilâf ederek şu üç görüşü söylemişlerdir:

Birinci Görüş: "İnsanlar imân ve hak olan tek bir din üzere idiler." Bu görüş çoğu muhakkik âlimin görüşüdür. Bunun böyle olduğuna şunlar delâlet eder:

a) Kaffâl'in söylediği şu husus: "Bunun delili, bu ifadeden sonra, "Allah müjdeciler ve inzâr ediciler olarak peygamberler gönderdi ve onlarla birlikte, insanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için hak ile kitap indirdi" âyetinin gelmiş olmasıdır. Bu ayet, peygamberlerin ancak ihtilâf esnasında gönderildiklerine delâlet eder. Bu husus, "İnsanlar ancak tek bir ümmet idiler de ihtilâfa düştüler" (Yunus, 19) ayeti ile kuvvet bulur. Ve yine İbn Mes'ud (radıyallahü anh) dan nakledilen şu kıraati ile de bu mana kuvvet kazanır: "İnsanlar bir tek ümmetti! de ihtilâf ettiler. Bunun üzerine Allah peygamberler gönderdi." Sen bunu iyice anladığın zaman, biz deriz ki: "Hak teâlâ'nıncümlesinin başındaki "fi" harfi, peygamberlerin, insanlar arasında ihtilâf çıkmasından sonra peygamber olarak gönderilmelerini gerektirir.

Eğer insanlar, peygamberler gelmeden önce, küfür üzere tek bir ümmet olsalardı, peygamberlerin onlar ihtilâfa düşmeden önce gönderilmeleri evlâ olurdu. Çünkü peygamberler insanların bir kısmı hak üzere, bir kısmı da bâtıl üzere iken peygamber olarak gönderildiklerine göre, bütün insanların bâtıl ve küfür üzere oldukları bir sırada peygamber olarak gönderilmeleri daha evlâ olur. Kaffâl (r.h)'ın söylediği bu görüş, bu hususta çok güzel bir görüştür.

b) Allahü teâlâ, insanların tek bir ümmet olduklarını bildirmiştir. Sonra biz bu araya, buna delâlet eden bir delilden ve İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un kıraatinden dolayı, "ve onlar ihtilâf ettiler" ifadesini soktuk.Daha sonra Allahü teâlâ, "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, aralarında olan hasedden dolayı ihtilâfa düşenler, o kitap verilenlerden başkası değildir" buyurmuştur. Görünen odur ki, bu ihtilâftan maksad, "insanlar tek bir ümmet idi" tabiriyle işaret edilen ittifak döneminden sonra meydana gelen bir ihtilâftır. Daha sonra Allahü teâlâ, bu ihtilâfın "hased" sebebiyle olduğunu bildirmiştir. Bu vasıf ise ancak bâtıl olan din ve mezheblere yakışır. Böylece ayet bâtıl yolların "bağy" (hased) sebebiyle meydana geldiğine delâlet eder. Bu da, bu ihtilaf meydana gelmeden önce mevcud olan ittifakın (birliğin), bâtıl üzerinde değil, hak üzerinde olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh insanların bâtıl bir din değil, hak din üzerinde tek bir ümmet oldukları ortaya çıkmış olur.

c) Allahü teâlâ, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'i, soyuna peygamber olarak gönderdiğinde, hepsi Allah'a itaat eden birer Müslüman idiler. Hased ve azgınlık (bağy) sebebiyle Kabil, Hâbil'i öldürünceye kadar, aralarında dini bakımdan herhangi bir ihtilaf meydana gelmemişti. Bu durum, mütevatir bir nakil ile sabittir ki ayet de buna tıpatıp uymaktadır. Çünkü insanlar, Hazret-i Adem ile onun kız-erkek çocuklarından ibaret ve hak üzere tek bir ümmet idiler.

Daha sonra, Allahü teâlâ'nın da Hazret-i Adem'in iki oğlu ile ilgili olarak naklettiği gibi, hased ve azgınlık sebebiyle onlar ihtilâfa düşmüşlerdir. Nitekim Hak teâlâ, 'Hani o (Hâbil ve Kabil) (Allah 'a) birer kurban sundular da birisininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. (Kabil Hâbil'e), "Seni öldüreceğim" dedi" (Maide. 27) buyurmuştur. Bu öldürme ve inkâr işi Allah'a azgınlık ve hased sebebiyle olmuştur. Bu, mütevatir bir haber ile sabit olmuştur. Ayet de buna uygundur.

d) Yeryüzü Nuh Tufanı sebebiyle sular altında kalınca, geriye sadece Nuh (aleyhisselâm)'un gemisindeki insanlar kalmıştı. Bunların hepsi de hak ve doğru din üzere idiler. İnsanlar bundan sonra ihtilâf etmişlerdir. Tûfân hâdisesi, varlığı katî delil ve mütevatir haberlerle bilinen hususlardandır. İnsanlar bu tufandan sonra ihtilâfa düşmüşlerdir. Böylece, insanların hak din üzere tek bir ümmet oldukları, bundan sonra ihtilafa düştükleri sabit olmuştur. Onların bâtıl ve küfür üzerinde ittifak etmiş (tek bir ümmet) oldukları kesinlikle bir delil ile sabit olmamıştır. Durum böyle olunca lâfzı, delil ile sabit olan manaya hamletmek, hakkında delil olmayana hamletmemek gerekir.

e) İnsanların hak din üzere (tek bir ümmet) halinde oldukları ancak tefekkür ile bulunabilir. Tefekkürün ise, neticeye ulaşmak için mukaddimelerin (öncüllerin) sıralanmasından başka bir mânâsı yoktur. Bu mukaddimeler, eğer nazarî (teorik) olurlar ise, başka mukaddimelere muhtaç olurlar. Böylece de ya devr-i fâsid, yahut da teselsül gerekir ki, her ikisi de bâtıldır. Bundan dolayı er veya geç nazari mukaddimelerin de zarurî (kesin) mukaddimelere dayanması gerekir. Mukaddimelerin, zarurî (kesin) olanlara dayanması gerektiği gibi; sıraya konuluşlarının da, doğruluğu aklen kesin bilinen bir tertibe göre olması gerekir. Nazarî şeyler, doğrulukları akten kesin olarak bilinen birtakım makam ve tertibe dayandığı zaman, şayet onun için hârici bir sebep arız olmaz ise, akl-ı selimin hata etmeyeceğine kesin hükmetmek gerekir. Fakat akl-ı selime haricî bir sebep arız olursa, o bu durumda yanılabilir. Böylece zatî olan şeyin doğru, arızî olan şeyin hata olduğu ortaya çıkmış olur. Gerek müstehak olma, gerek zaman itibarıyla, zatî şey, arızî şeyden daha öncedir. İşte en açık olan durum budur. Binaenaleyh şöyle demenin evlâ olduğu ortaya çıkmış olur: "İnsanlar, hak din üzere tek bir ümmet idiler. Daha sonra arızî ve haricî bir sebep olan bağy ve hased yüzünden ihtilâf etmişlerdir. İşte bu aklî bir delildir. Kur'an'ın lâfzı da buna uygundur. Binaenaleyh bu neticeye ulaşmak gerekir.

İmdi eğer: "Hak teâlâ'nın, "Rabbinin rahmet ettikleri dışında (onların hepsi) ihtilâf etmeye devam ederler. Allah onlan bunun için yaratmıştır" (Hud, 118-119) âyetinden murad nedir?" denilirse, deriz ki: Mana. "Allah onlara merhamet etmek için onları yaratmıştır" şeklindedir.

f) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Her doğan, (İslâm) fitratı üzerinde doğar. Fakat ana-babası onu ya yahûdi yapar, veya hıristiyan yapar veya mecûsi yapar" Buhâri, Kader, 3 ; Müslim, Kader, 22-25 (4/2047-2049); Tirmizi, Kader, 5 (4/447). (Yakın ifâdelerle.)buyurmuştur. Bu hadis, doğan her çocuğun aslî fıtratı üzere terk edilmesi durumunda, hiçbir bâtıl dine girmeyeceğine; bâtıl dinlere ancak, anne ve babasının o husustaki sa'y-ü gayretleri ile azgınlık ve hased gibi haricî sebeplerle gireceğine delâlet eder.

g) Allahü Teâlâ, "(Allah, ruhlara), "Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (dedi). Onlar da, "Evet" dediler" (A'raf. 172) buyurmuştur. Allah insanların ruhlarına böyle hitab ettiği anda, hepsi hak üzere idiler. Bu görüş, Übeyy b. Ka'b ve bir kısım müfessirlerden rivayet edilmiştir. Fakat bu hâdise ile ilgili kelâmcıların uzun izahları vardır. Anlattığımız bu altı vecihten sonra, bu görüşü desteklemek için kelâmcıların görüşlerini burada zikretmeye ihtiyaç yoktur. Birinci görüşün izahı hususunda söylenecekler bundan ibarettir.

İkinci Görüş: "İnsanlar bâtıl din üzere tek bir ümmet idiler." Bu müfessirlerden Hasan el-Basrî, Atâ ve İbn Abbas (radıyallahü anh) gibi bazılarının görüşüdür. Bunlar görüşlerine ayet ve hadisten delil getirmişlerdir.

Ayetten delilleri: "Ve Allah, müjdeciler ve inzâr ediciler olarak peygamberler gönderdi" (Bakara. 213) âyetidir. Bu âyet, ancak bu söylenen ihtimale uygun düşer.

Hadisten delilleri: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu hadistir:"Allahü Teâlâ yeryüzü halkına, onların Arap ve Arap olmayanlarına baktı ve ehl-i kitaptan artakalanlar hâriç, onlara peygamber gönderdi."

Bunların görüşlerine şu şekilde cevap veririz: Bu görüşün zıddının âyete daha uygun düşeceğini şu şekilde açıklamıştık: İhtilâf çıkıp (insanların bir kısmı inanıp bir kısmı küfre girdiğinde) peygamber göndermek gerektiğine göre, daha önce insanlar arasındaki İttifakın küfür hususunda olması durumunda, o zaman peygamber göndermek daha evlâ olur. Bu durumda peygamber gönderilmediğine göre, âyette bahsedilen ittifakın (tek bir ümmet oluşun), bâtıl üzere değil, hak din üzere olduğunu anlamış olduk. Sonra bu görüşü savunanlar, insanların küfürde ittifak ettikleri zaman hususunda ihtilâf etmişlerdir. Meselâ Hazret-i Adem'in vefatından Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'un zamanına kadar bütün insanların kâfir olduğu söylenmiştir. Sonra bu görüştekiler kendilerine, "Onların arasında Hâbil, Şit ve İdris gibi mü'minler yok muydu?" sorusunu sormuşlar ve şu cevabı vermişlerdir: "Umûmî olan küfür durumu idi. Hüküm çoğunluğa göre verilir. Çoğunluk içerisinde azınlığa itibar edilmez. Nitekim tanelerinin çoğu buğday olan ceç içindeki tek tük arpaya itibâr edilmez. bazen bir yere, içinde tek tük gayr-ı müslimler de bulunsa daru'l-lslam (İslam yurdu); yine içinde tek tük Müslüman bulunsa da daru'l-harb denilir.

Üçüncü Görüş: Ebu Müslim ve Kâdî'nin tercihidir. Bu görüşe göre, insanlar akıl kanunlarına sarılma hususunda tek bir ümmet idiler. Bu kanunlar da, yaratıcının varlığını ve sıfatlarını kabul edip, O'na hizmet ve nimetlerine şükür ile meşgul olup; zulüm, yalan, cehalet, abes ve benzeri aklen çirkin olan şeylerden kaçınmaktır.

Kâdî bu görüşün doğruluğuna şu şekilde istidlal etmiştir: "Ayette geçen, (Peygamberler) lâfzı, umumiliği ve istiğrakı (hepsini içine almayı) ifade eder. cümlesinin başındaki fâ harfi terâhî'yi (biraz fasıla ile peşinden gelmeyi) ifâde eder. Buna göre bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün peygamberleri, insanlar tek bir ümmet olduktan sonra peygamber olarak gönderdiğine delâlet eder. Binaenaleyh şer'î kanunların hepsinin gönderilmesinden önce bulunan bu tek ümmet oluşun, mutlaka, peygamberler vasıtasıyla elde edilmeyen bir şeriat üzerinde olması gerekir. Bunun akıldan çıkartılan bir şeriat üzerinde olması gerekir. Bu da, bizim söylediğimiz şeylerdir. Yine nimet verene şükretmenin, yaratıcıya ibadet etmenin ve mahlûkâta iyilikte bulunup onlara karşı âdil davranmanın güzel olduğunu herkes bilir.

Keza yalanın, zulmün, cahilliğin ve abesin (boş şeylerin) çirkin olduğunu da herkes bilir. Buna göre, görünen odur ki, insanlar başlangıçta böyle bir tek ümmet idiler. Daha sonra çeşitli haricî ve arızî sebeplerden ötürü ihtilâfa düşmüşlerdir."

Daha sonra Kâdi kendi kendine, "İnsanların ilki Hazret-i Adem (aleyhisselâm) değil miydi ve o bir peygamber değil miydi? Binaenaleyh peygamberler gönderilmeden önce de, insanların mükellef olduklarını söylemek nasıl doğru olur?" sorusunu sorup şu cevabı vermiştir. "Muhtemelen Hazret-i Adem, zürriyetiyle birlikte önce aklî şeriata tutunma hususunda ittifak içinde idiler. Daha sonra Allahü teâlâ, Hazret-i Adem'i, kendi soyuna peygamber olarak göndermiştir. Yine muhtemeldir ki, daha sonra Hazret-i Adem'in şeriatı sona ermiş de, böylece insanlar yine aklî kanunlara tutunmuşlardır. Bil ki bu görüş, ancak aklın güzel ve çirkin görmesini esas olarak kabul ettikten sonra doğru olabilir. Bu husustaki söz (hüsün-kubüh meselesi), kelâm kitaplarında meşhur bir bahisdir.

Dördüncü Görüş: Âyet, insanların tek bir ümmet olduğuna delâlet etmektedir. Ayette, onların iman veya küfür üzerinde olduklarına herhangi bir delil yoktur. Bu mesele de delile dayanmaktadır.

Beşinci Görüş: Ayetteki "insanlar" sözünden maksat, Hazret-i Musa'ya iman edenlerden olan ehl-i kitaptır. Bu böyledir, çünkü biz bu âyetin daha önce geçen, (Bakara. 208) ayetiyle ilgili olduğunu ve müfessirlerden birçoğunun bu ayetin Yahudiler hakkında nazil olduğunu iddia ettiklerini söylemiştik. Buna göre Hak teâlâ'nın, İnsanlar bir tek ümmet idi" buyruğunun manası, "Hazret-i Musa'ya iman edenler aynı din ve aynı mezhep üzere bir ümmet idiler de, daha sonra bağy ve hasedleri sebebiyle ihtilâf etmişlerdir. Böylece de Allah, peygamberlerini göndermiştir" şeklinde olur. Bu peygamberler de, Hazret-i Musa'dan sonra gelen ve kendileriyle beraber Allah'ın kitap indirdiği kimselerdir. Nitekim Allah, o kitaplar onların ihtilâf ettikleri konusunda onlara hüküm versin diye, Zebur'u Davud'a; Tevrat'ı Musa'ya, İncil'i İsa'ya ve Furkân'ı Hazret-i Muhammed'e göndermiştir. Bu görüş, âyetin nazmına uygun ve kendisinden önceki ve sonraki ayetlerin manasına da muvafıktır.

Burada, buyruğundaki, lâfzını muayyen bir kavme tahsis etmenin, zahirin hilâfına olacak bir hareket olmasından başka, herhangi bir müşkil yoktur. Ne var ki sen, eliflâm'ın istiğrak için olduğunu bildiğin gibi, bunun "ahd" için olabileceğini de biliyorsun. Ayetle ilgili olan şey işte bundan ibarettir

Peygamberler: Müjdeleyici ve Korkutucudurlar

Hak teâlâ'nın'Binaenaleyh Allah, müjdeciler ve inzâr ediciler olarak peygamberler gönderdi" kavline gelince bil ki, burada bir takdir yapmanın mutlaka gerekli olduğundan bahsetmiştik. Buna göre takdir şeklindedir. Yani, "İnsanlar tek bir ümmet idiydi de, ihtilâf edince Allah Peygamberler yolladı." Bil ki Allahü Teâlâ peygamberleri üç vasıfla vasıflandırmıştır

Peygamberlerin Vasıfları

Birinci Sıfat: Onların müjdeleyici olmaları.

İkinci Sıfat: Onların uyarıcı olmaları.. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın"Müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere peygamberler" (Nisa, 165) Kavlidir. Allahü Teâlâ müjdecilik vasfını uyarıcılık vasfından önce getirmiştir. Çünkü müjdelemek, sağlığı koruma yerine geçer; inzâr ise, hastalığı giderme yerine geçer. Bizzat maksut olan, hiç şüphesiz ikinci değil, birincidir. Bundan dolayı, onun daha önce zikredilmiş olması gerekir.

Üçüncü Sıfat: Hak teâlâ'nın 'Ve Allah, onlarla beraber bir hak olarak kitabı indirdi" buyruğudur. Buna göre eğer, "Kitabın indirilmesi, emir ve nehyin mükelleflere ulaşmasından önce; emir ve nehyin mükelleflere ulaşması ise, müjdeleme ve inzârdan önce olur. O halde niçin, müjdeleme ve uyarma, Kitab'ın indirilmesinden önce zikredilmiştir?" denilirse, Kadî bu hususa cevap vererek şöyle demiştir: "Şeriatın beyanından önce, Allah'ı tanıma, zulmü terk etme ve bunların dışındaki akliyyatla ilgili meseleler hususunda, insanlar hakkında va'ad ve vaîd yapılmış olması mümkündür. Bana göre burada diğer bir izah tarzı daha vardır: Mükellef, mu'cizenin doğruluğuna delâlet etmesi hususunda ve tefekkür etmediği zaman çoğu kez hakkı terk edeceği, böylece de ilâhi cezaya müstehak olacağı korkusundan ötürü, mucizenin doğruluğa delâlet etmesi ile mucize ve sihir arasındaki fark hususunda tefekküre katlanır. Korku, müjdeleme ve uyarma esnasında güç, kuvvet kazanır. Binaenaleyh şüphe yok ki müjde ve inzarın, kitabın indirilmesinden önce zikredilmesi gerekir." Kadî daha sonra şöyle der: "Bu ayetin zahiri, ister uzun olsun ister kısa, ister tedvin edilmiş, ister edilmemiş olsun; ister mu'cize olsun, ister olmasın, içinde Hakk'ın beyânı bulunan indirilmiş bir kitap ile birlikte mutlaka bir peygamberin olduğuna delâlet eder. Çünkü kitabın o peygamberlerle birlikte indirilmiş olması, bunlardan hiçbirini gerektirmez.

Hak teâlâ'nın, "İnsanlar arasında hükmetmek için" buyruğuna gelince, bil ki Allahü teâlâ'nın "hükmetmek için" ifadesi bir fiildir ve mutlaka daha önce bahsi geçen bir şeye dayandırılması gerekir. Bu sözden önce üç şey zikredilmiştir. Bunlardan, (hükmetmek için) kavline en yakını kitaptır, daha sonra "peygamberler" ve daha sonra da "Allah" lâfzıdır. Bunlardan her birini bu fiilin faili olarak takdir etmek doğru olur. Buna göre mânâ, "Allah veya kendisine kitap indirilen peygamber veyahut da o kitap hükmetsin diye" şeklinde olur. Sonra bu ihtimallerden her birisi için bir tercih sebebi vardır: Kitap, bu ifadeye diğerlerinden daha yakın olduğu için; "Allah", gerçekte hükmeden kitap değil de kendisi olduğu için; "Peygamberler ise, o hükmü ortaya koyan kimseler olduğu için tercih edilir. Bu failin kitap olmasının daha uygun olduğunu söylemek uzak bir görüş değildir.

Bu konuda söylenecek son söz şudur: Hakîm, Allahü teâlâ'dır. Bu sebeple hükmün kitaba isnadı mecazîdir. Fakat bu mecaz şu iki bakımdan güzel olur:

a) Bu, yaygın bir mecazî kullanış şeklidir. Meselâ, (Kitap böyle hükmetti), (Allah'ın kitabı böyle hükmediyor), ve (Allah'ın kitabından razı olduk) denir. Allah'ın kitabı bir hidayet ve şifâ olması caiz olduğuna göre bir hakîm olması da caiz olur Nitekim Allahü teâlâ olur. Nitekim Allahü teâlâ, "Şüphesiz bu Kuran, en doğru olana hidayet eder ve mü'minleri müjdeler" (İsra, 9) buyurmuştur.

b) Bu, Kur'an'ın şanının yüceliğini ve büyüklüğünü ifade eder.

Cenâb-ı Allah'ın, "ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında' ayetindeki, (......) lâfzındaki zamirin ya "kitaba" veya, lâfzına râcî olması gerekir. Çünkü bu ikisi daha önce zikredilmiştir. Fakat "Hak" lâfzına râcî olması daha uygundur. Çünkü ayet, Allahü teâlâ'nın insanların ihtilâf ettikleri konularda bir hâkim olsun diye kitapları indirdiğine delâlet eder. Buna göre hâkim olan kitap; hükmedilen de ihtilâf edilen şeylerdir. Hâkimin, hükmedilen şeyden başka olması gerekir.

Allahü teâlâ'nın. "İhtilâfa düşenler, o kitap verilenlerden başkası değildir" ayetindeki ilk zamiri, (......) kelimesine; ikincisi ise, lâfzına râcidir. Buna göre âyetin takdiri, "Hakta, ancak kendilerine kitap verilen kimseler ihtilâf etmişlerdir" şeklindedir.

Sonra müfessirlerden birçoğu, kitap verilenlerden muradın Yahudi ve Hıristiyanlar olduğunu söylemişlerdir. Allahü teâlâ, çoğu kez Kur'an'da onları "kitap verilenler" ve "ehl-i kitap" diye zikretmiştir. Nitekim"Kitap verilenlerin yiyecekleri size helâldir" (Maide, 5) De ki "Ey ehli kitap, sizinle bizim aramızda aynı olan bir kelimeye gelin" (Al-i İmran, 64) buyurmuştur. Sonra ehl-i kitabın bu ayette bahsedilen ihtilaflarından maksadın, tıpkı, "

Yahudiler, "Hristiyanlar bir (hakikat) üzere değildirler?", Hıristiyanlar da, 'Yahudiler bir (hakikat) üzere değildirler" dediler. Hâlbuki onlar kitabı okumaktadırlar" (Bakara, 113) ayet-i kerimesinde de beyân edildiği şekilde, onların birbirini kâfir saymaları olabileceği gibi; onların Allah'ın kitabını tahrif ve tebdil etmeleri de olabilir. Buna göre, "ihtilâfa düşenler o kitap verilenlerden başkası değildir" ayetinin manası, "Allahü teâlâ'nın kitap indirmekten maksadı, onların ihtilâf etmemeleri ve dinî konularda münakaşa edip seslerini yükseltmemeleri iken, bu hak konusunda sadece kendilerine kitap verilenler ihtilâf etmişlerdir" şeklindedir.

Bil ki bu, hak hususundaki ihtilâfın ancak peygamberlerin gönderilmesinden ve ilâhî kitaplar indirildikten sonra çıktığına delâlet eder. Bu da, peygamberlerin gönderilmesinden önce hak hususunda bir ihtilâfın değil, ittifakın olmasını gerektirir. Bu husus da, Hak teâlâ'nın İnsanlar tek bir ümmet idiler" ayetinin, "insanlar hak din üzere tek bir ümmet idiler" manasına geldiğini gösterir.

Allahü teâlâ'nın "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra.." beyanı Allah'ın onlara kitap göndermesinin, bu beyyinâtın (apaçık delillerin) gelmesinden sonra olmasını gerektirir. Buna göre, bu apaçık deliller kitap göndermeden başkadır. Bu apaçık delillerin, ancak kendilerinin mevcud oluşundan sonra nübüvvete (peygamberliğe) hükmetmek mümkün olan esasları isbat etmek için Allah'ın koyduğu "aklî delillerin" dışında başka bir manaya hamletmek mümkün değildir. Çünkü kelâmcılar, "Nübüvvetin isbat ı, kendi sübûtuna bağlı olan hiçbir şeyin naklî delillerle isbatı mümkün değildir. Aksi halde bir devr-i fâsid meydana gelir. Yapılması gereken, nübüvvet müessesesinin aklî delillerle isbat edilmesidir" demişlerdir. İşte bu aklî deliller, Allah'ın o kimselere kitap vermesinden daha önce bulunan beyyinelerdir.

Hak teâlâ'nın"Aralarında olan hased ve azgınlıktan dolayı" buyruğuna gelince, deliller ya naklî, ya aklî olurlar. Naklî (sem'î) deliller, kitap verme ile olan delillerdir. Aklî deliller ise, kitap verilmezden önce mevcud olan beyyinat (apaçık deliller) ile olanlardır. Buna göre, her türlü aklî ve nakli deliller tamamlanmış demektir. Hakdan dönme hususunda herhangi bir mazeret kapısı kalmamıştır. Buna göre şayet haktan dönülmüş ise, bu ancak hased, azgınlık ve dünyaya aşırı düşkünlükten dolayı olmuştur. Bu ifadenin bir benzeri de, idi "Kitap ehil ancak kendilerine beyyine (açık delil) geldikten sonra tefrikaya düştüler" (Beyyine, 4) ayetidir.

Cenâb-ı Allah'ın, "işte Allah (böylece) iman edenleri, kendi iradesiyle, hakkında ihtilâfa düştükleri hakka ulaştırdı" âyetine gelince, bil ki Allahü Teâlâ, ehl-i kitabın halini anlatıp, onların apaçık deliller tamamlandıktan sonra bile azgınlık ve hasedleri yüzünden inkâr ve cehalette ısrar ettiklerini bildirince, ümmet-i Muhammed'in durumunun onlarınkine benzemediğini beyan buyurmuştur. Çünkü Hak teâlâ, ümmet-i Muhammed'i bu gibi hatalardan korumuş ve onları, ehl-i kitabın ihtilâf ettiği meselelerde gerçeğe ulaştırmıştır. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:"Biz, sonra gelenler ve kıyamet gününde önce olanlarız. Biz, kıyamet günü cennete ilk girecek insanlarız. Fakat onlara bizden önce kitap verilmiştir. Bize ise onlardan sonra kitap verilmiştir. Böylece Allahü teâlâ bizi iradesiyle, onların ihtilâf ettiği hakka ulaştırmıştır. İşte bu Allah'ın bizi ulaştırdığı gündür.(Yani cuma günüdür.) İnsanlar bu gün bize tabidirler. Ertesi gün Yahudilerin, yarından sonra ise Hıristiyanlarındır Müslim, Cuma, 19-21 (2/585-586).

İbn Zeyd şöyle demiştir: "Ehl-i Kitap, kıble hususunda ihtilâf etmişler, Yahudiler Beyt-i Makdis'e, Hıristiyanlar ise doğu tarafına doğru namaz Kılmışlardır. Allah bizi Ka'be'ye yöneltmiştir.

Yine ehl-i kitap oruç hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna karşı Allah bizi ramazan ayına iletmiştir. Yine onlar Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) hakkında ihtilâf ederek, Yahudiler, O'nun yahûdi; Hıristiyanlar ise, bir Hıristiyan olduğunu söylemişlerdir. Ama biz onun hanif dini üzere bir Müslüman olduğunu söyledik. Onlar Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) hakkında da ihtilâf etmişler, Yahudiler (onu olduğundan daha aşağı göstererek) tefrite, Hıristiyanlar da (onu olduğundan daha yüksek görüp bir ilâh sayarak) ifrata düşmüşlerken, biz en doğru sözü söylemişiz."Geriye ayetle ilgili birkaç mesele daha kalmaktadır:

Birinci Mesele

Bazı âlimler, bu ayeti, imânı Allah'ın yarattığına de- lil getirerek şöyle demişlerdir: Hidayet, ilim ve marifetten ibarettir. Buna göre ayetteki, "Böylece Allah hidayetetti" buyruğu, hidayetin Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği hususunda bir nastır. Binaenaleyh bu nas, imanın Allah'ın yaratmasıyla olduğunu gösterir. Bil ki bu istidlal zayıftır. Çünkü biz hidayet ile hidayete ermenin başka başka şeyler olduğunu açıklamıştık. Bu ayetle hidayetin imandan ibaret olmasının imkânsızlığına şu iki husus delâlet etmektedir:

a) İmana muvaffak kılmak, imanın kendisinden başka bir şey olduğu gibi, imâna hidayet de imandan farklı bir şeydir.

b) Allahü teâlâ bu ayetin sonunda, (izni ile irâdesi ile) buyurmuştur. Bu izni, "Allah hidayet etti" sözü ile ilgili kılmak mümkün değildir. Çünkü bir kimsenin kendi kendisine izin vermesi caiz değildir. Binaenaleyh bu kelimenin ilgili kılınacağı bir takdirin yapılması gerekir. Buna göre takdir, 'Böylece Allah iman edenleri, hakkında ihtilâf ettikleri hakka ulaştırdı da onlar da Allah'ın izniyle hidayete eriştiler" şeklinde olur. Durum böyle olunca, hidayet ile ihtida (hidayete erme) birbirinden farklı olur.

İkinci Mesele

Alimlerimiz bu ayeti Allahü teâlâ'nın mü'minlere, kâfirlere tahsis etmediği bir çok hidayeti tahsis ettiğine delil getirmişlerdir. Mutezile ise buna şu bakımlardan cevap vermişlerdir:

a) İhtida, mü'minlere has kılınmıştır. Böylece hidayet sırf mü'minlere has olur. Bu tıpkı, "O (kitap) müttakiler için hidayet (vasıtasıdır)" (Bakara, 2) buyurup, daha sonra da, "İnsanlar için hidayettir" (Bakara, 185) buyurması gibidir.

b) Bundan murad, sevaba ve cennet yoluna ulaştırma (hidayet etme) dir.

c) Allah mü'minleri hakka lütfuyla hidayet etmiştir.

Üçüncü Mesele

Ayetteki, kavli, " hakkında ihtilâf ettikleri şeye..." manasınadır. Bu tıpkı, "Onlar dedikleri şeye dönerler" (Mücâdele. 3) yani, "daha önce dediklerine dönerler" âyeti gibidir. Bu fiil, şeklinde (harf-i cersiz lâm ve ilâ harfi çerleri ile) kullanılır.İmdi eğer: "Allahü teâlâ niçin, (......) buyurmuş, Fakat (......) buyurmamış, böylece ihtilâfı önce zikretmiştir?" denilirse, buna şu iki yönden cevap veririz:

a) Allahü Teâlâ, onların ihtilâfının zikredilmesine itinâ gösterince. ilk önce bunu zikretmiştir. Daha sonra da bunu, hidâyet ettiği kimselerle açıklamıştır.

b) Ferrâ bunun maklûbdan olduğunu söylemiştir. Yani onları, ihtilâf ettikleri şeye iletmiş demektir.

Dördüncü Mesele

Hak teâlâ'nın, "izniyle" sözü hakkında iki görüş vardır:

1) Zeccâc, bunun "ilmiyle" demek olduğunu ifadeetmiştir.

2) "Onları, emriyle hakka iletmiştir" demektir. Yani, hidâyet O'nun emri sebebiyle meydana gelmiş demektir.Nitekimki "Bıçak kullanarak kestim" denilir. Bu böyledir, çünkü hakkın bâtıldan ayrılması, ancak emir sebebiyle olur. Böylece hidâyet Allah'ın izni sebebiyle meydana gelmiş olur.

3) Bazı âlimler burada bir takdir yapmanın gerekli olduğunu söylemişlerdir. Buna göre takdir, "Allah onları hidâyet etti, onlar da Allah'ın izniyle hidâyete erdiler" şeklinde olur.Hak teâlâ'nın"Allah dilediğini sırat-ı müstakime iletir" cümlesine gelince, âlimlerimizin oununla istidlal ediş şekilleri malûmdur. Mutezile üç bakımdan bu istidlale cevap vermiştir:

a) Hidâyetten maksat, beyândır. Allahü Teâlâ, bunu mükellef kullarına tahsis etmiştir.

b) Hidâyetten maksat cennet yoludur.

c) Bununla Cenâb-ı Allah'ın maksadı, lütfudur. Böylece bu, Allahü Teâlâ'nın buna ehil olduğunu bildiği kimselere tahsis edilmiş olur. Bu, Ebu Bekr er-Razî'nin görüşüdür.

213 ﴿