217"Sana haram o ayı, ondaki muharebeyi sorarlar. De ki: "O aydamuharebe etmek büyük günahtır; Allah yolundan men etmek, onu inkâretmek, Mescid-i Harama gitmelerine mâni olmak, O'nun halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür. Fitne, katilden de beterdir.Kâfirler, güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir. İçinizden kim dinden döner de kâfir olarak ölürse, o gibilerin yaptığı (iyi) işler dünyada da âhirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennem yaranıdırlar. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar" Ayet hakkında birkaç mesele vardır: Haram (Kutsal) Ayda Savaşmanın Hükmünü Soranlar Kimlerdir? Âlimler bu soran kimsenin, Müslümanlardan mı, kâfirlerden mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Birincincisi: Onun Müslümanlardan olduğunu söyleyenlerdir ve bunlar iki gruptur: a) Şöyle diyenler: Allahü teâlâ, o insanlar nazarında haram ayların ve Mescid-i Haram'ın savaştan alıkoyma hususunda son derece saygınlığı olduğu halde onlara savaşı emredince, onlarca savaş hakkındaki bu emrin haram ayların ve Mescid-i Haram'ın dışında olması gerektiğinin zannedilmesi uzak bir ihtimal değildi. Bundan dolayı bu durum onları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bunu sormaya ve şöyle demeye sevketmiştir: "Bu aylarda ve Mescidi Haram'da onlarla savaşmamız helâl midir?" İşte bunun üzerine, bu âyet nazil olmuştur. Bu izaha göre bu sorunun Müslümanlar tarafından sorulmuş olacağı açıktır. b) Bu ekseri müfessirlerin görüşüdür. Bunlar, İbn Abbas (radıyallahü anh)'nın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), halası oğlu Abdullah b. Cahş el-Esedi 'yi Bedir Savaşı'ndan iki ay önce, kendisinin Medine'ye gelişinden onyedi ay sonra sekiz kişi ile birlikte gazaya gönderdi ve bir mektup ile ahidnâme yazıp ona verdi. İki konak sonra bu mektubu açmasını, arkadaşlarına okumasını ve onda yazılanlara göre hareket etmesini emretti. Abdullah b. Cahş mektubu yerine gelip açınca şu ifadelere rastladı: Sana tâbi olanlarla birlikte, Allah'ın bereketi üzere git. "Batn-ı Nahü" mevkiinde konakla ve orada Kureyş kabilesinin kervanım gözle. Belki sen onlardan bize hayır (ganimet) alır gelirsin." Bunun üzerine Abdullah: "İşittik ve peygamberin emrine boyun eğdik. İçinizden kim şehidliği arzuluyorsa, benimle beraber gelsin. Ben peygamberin emrini yerine getireceğim. Kim de benden ayrılmak isterse, ayrılsın" dedi ve yürüyüp gitti. Mekke ile Tâif arasında bulunan Batn-ı Nahl'e vardı. Tam o sırada, beraberinde üç kişi ile birlikte Amr b. el-Hadramî onlara rastlayıverdi. Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabını görünce, içlerinden birinin başını tıraş ettiler ve böylece onlara, kendilerinin umre yapan bir topluluk olduğu vehmini vermek istediler. Sonra Abdullah b. Cahş (radıyallahü anh)'ın yanındakilerden birisi olan Vâkıd b. Abdullah Hanzali (radıyallahü anh) gelip, Amr b. el-Hadrami ye bir ok atarak onu öldürdü. Abdullah b. Cahş ve beraberindekiler diğer iki kişiyi esir alarak, bunların kervanını içindekilerle birlikte sürerek Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiler. Bunun üzerine Kureyş gürültü koparıp şöyle dediler: "Muhammed haram aylan, içinde korkanların bile emin olduğu kutsal ayları helâl sayıyor ve o ayda kan döküyor." Müslümanlar da bunu yadırgadılar. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), 'Ben size haram aylarda savaşmanızı emretmedim" dedi. Abdullah b. Cahş (radıyallahü anh) da, "Ya Resulallah, biz İbnü'l-Hadrami'yi öldürdük. Sonra akşam olunca recep ayının hilâlini gözetlemeye başladık. Fakat onu recep ayı içinde mi cumade'l-ahire ayı içinde mi öldürdüğümüzü anlayamadık" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu kervanı ve esirleri bekletip dağıtmadı. Bundan dolayı bu âyet nazil oldu ve Hazret-i Peygamber de ganimetleri aldı. Bu takdire göre, görünen odur ki bu soru şu vecihlerden ötürü Müslümanlar tarafından sorulmuştur: 1) Hazret-i Peyggamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında bulunanların çoğu Müslüman idiler. 2) Bu âyettenönceki ve sonraki ayetlerdeki hitab Müslümanlaradır. Bundan önceki, Cennete girivereceğinizi mi sandınız" âyetidir ve bu, Müslümanlara bir hitabdır. Sonraki ayetler ise, "Onlar sana içkiyi ve kumarı sorarlar.." ve "Sana yetimleri sorarlar" ayetleridir. 3) Sa'id b. Cübeyr, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ashab-ı Resulden daha hayırlı bir topluluk görmedim. Onlar Allah'ın Resulüne sadece onüç şey sordular ve bunların hepsi Kur'an-ı Kerim'de yer aldı. Bu sorulardan birisi de, "(Onlar) sana haram o ayı sorarlar" ayetidir. Bu soru kâfirler tarafından sorulmuştur, Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Kâfirler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haram aylarda savaş yapılıp yapılmayacağını sordular ki eğer O, bu ayda savaşmanın helâl olduğunu söylerse böylece onlar buna ısınacaklar ve o ayda savaş yapmayı helâl sayacaklardı. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, "Sana o haram ayı, yani o ayda savaşmayı soruyorlar. De ki o ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat Allah yolundan ve Mescid-i Haram dan menetmek ve Allah'ı inkâr etmek bu savaştan daha büyüktür. Kâfirler, güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir..." ayetini indirmiş ve kâfirlerin bu sorudan maksadlarının Müslümanlarla savaşmak olduğunu beyân etmiştir. Bu âyetten daha sonra, "Haram ay, haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır. Onun için kim sizin üzerinize saldırırsa siz de, tıpkı onların size saldırdıkları gibi, onlara saldırın" (Bakara, 194) inayetini indirmiş ve müdafaa savaşının bu aylarda caiz olduğunu açıkça bildirmiştir. İkinci Mesele Ayetteki, "Onda savaşı.." ifadesi, "Haram ay" dan bedel olarak mecrurdur. Bu tür bedellere "bedel-i istimal" denir. Meselâ senin, "Zeyd yani onun ilmi beni hayran bıraktı" "Zeyd, yani onun sözü bana faydalı oldu" 'Zeyd, yani malı çalındı" ve "Zeyd, yani elbisesi soyuldu" sözlerinde olduğu gibi. Cenâb-ı Allah da "Hendeklerin yani tutuşturucu ateşin sahipleri gebertilmiştir" (Burüc, 4-5) buyurmuştur. Bazı alimler, (......) kelimesinin mecrur oluşunun, âmilin tekrarından dolayı olduğunu söylemişlerdir. Buna göre ayetin takdiri, şeklindedir. İbn Mes'ud ve Rebî'in kıraati de böyledir. Bunun bir benzeri Hor görünenlere, yani onlardan iman edenlere..." (Araf, 75) ayetidir. İkrime, ayeti (......) şeklinde okumuştur. Allahü teâlâ'nın, "O ayda savaşmak büyük günahtır" ayeti ile ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele (......) kısmı mübteda, (......) kelimesi onun haberidir. lâfzı her nekadar nekire ise de, o ifadesi ile hususilik kazanarak mübtedâ olabilmiştir.ifadesinden murad, "büyük günahtır ve çok yadırganır" manasıdır. Nitekim büyük günaha da "kebire" denilmiştir. Allahü teâlâ, "ağızlarından çıkan kelime pek müthiş!" (Kehf, 5) buyurmuştur. İmdi eğer: (......) ifadesindeki, (......) kelimesi niçin nekire getirilmiştir? Nekire kelimeler tekrar ettiğinde, ikincinin, birincinin aynısı olduğunu göstermek için eliftamtt getirilmesi gerekir. Çünkü eğer böyle olmaz ise, ikinci defa nekire olarak gelen aynı kelime başka bir şeyi ifade eder. Nitekim Hak teâlâ'nın (......) ayetindeki, (......) kelimeleri gibi?" denirse, biz deriz ki: Evet sizin dediğiniz doğrudur. Çünkü aynı lâfız tekrar eder ve her ikisi de nekire olursa, bu durumda ikincisi ile birincisinden ayrı şeyler murad edilmiş olur. Hazret-i Peyamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e soru soran kimseler de, "Onlar sana haram o ayı, onda savaşmayı sorarlar" ayetindeki, (......) sözleri ile Abdullah b. Cahş'ın yaptığı o savaşı kastetmişlerdir. Bunun üzerine Hak teâlâ "De ki o ayda savaşmak büyük günahtır" buyurmuştur. Allah'ın bu buyruğunda büyük günah sayılan savaşın, onların sorduğu savaş olmadığına, bunun başka bir savaş olduğuna dikkat çekme vardır. Çünkü bu savaştan maksad, İslâm'ın muzaffer olup, düşmanların perişan edilmesidir. Binaenaleyh bu nasıl büyük günahlardan olabilir. Büyük günah olan savaş, İslâm'ın temellerini yıkıp küfrü kuvvetlendirmek için yapılan savaştır. İşte bu incelikten ötürü her iki kelimesinin de nekire olması tercih edilmiştir. Fakat onların kalpleri daralmasın diye, bunu açıkça ifadeetmemiş, zahiri onların istedikleri manayı vehmettirecek, bâtını ise hakka uygun olacak şekilde sözü müphem bırakmıştır. Bu da ancak, her kelimesinin de nekire olarak zikredilmesi ile olmuştur. Eğer Allahü teâlâ, her ikisini veya ikisinden birisini mahfe olarak getirmiş olsaydı, bu güzel incelik söz konusu olmazdı. Kur'an-ı Kerim'in her kelimesinin muhtevasında ancak akıl sahiplerinin ulaşabileceği lâtif sırları cem'eden Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederiz.Sübhânallah... Haram Aylarda Savaşın Bilahare Tecviz Edilmesi Ekseri âlimler bu âyetin, haram aylarda savaşmanın haram olduğu hükmünü ifadeettiğinde ittifak etmisler, fakat bu hükmün devam ettiği veya neshedilmiş olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.İbn Cüreyc'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Âta, Allah'a yemin ederek, bana haram aylarda ve Harem-i Şerifte müdafaa savaşı dışında savaşın insanlarahelâl olmadığını söyledi." Câbir'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendilerine saldırılrhadığı müddetçe, haram aylarda savaşmazdı." Sa'id b. el-Müeseyyeb'e, "Müslümanlar haram aylarda kâfirlerle savaşabilirler mi?" diye sorulduğunda, o, "evet" cevabını vermiştir. Ebu Ubeyd, "İnsanlar bugün tamamen hudut boylarında mevzidedirler" demiştir. Bu ifadeye göre, bunlar bütün haram ayfarda savaşı mubah görmüşlerdir. Şam ve Irak âlimlerinden, onların bu görüşlerini yadırgayan hiç kimse görmedim. Hicaz âlimlerinin görüşünün de böyle olduğunu sanıyorum. Bu aylarda savaşın mubah ve helâl oluşunun delili, "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz..." (Tevbe, 5) ayetidir. Bu ayet haram aylarda savaşmanın haram olma hükmünü neshetmiştir. Bence, "De ki:" O ayda savaşmak büyük günahtır" ayeti, müsbet bir ifadenin peşisıra gelen nekire bir ifadedir. Dolayısıyla tek bir çeşit (savaşa) şâmildir, bütün (savaşları) içine almaz. Bu âyette mutlak olarak haram aylarda savaşmanın haramlığına bir delâlet yoktur. Binaenaleyh bu hususta neshin olduğunu söylemeye bir ihtiyaç yoktur. Cenâb-ı Allah'ın, "Allah yolundan menetmek, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram'a gitmelerine mâni olmak, onun halkım oradan çıkarmak Allah katında daha büyük (günahtır)" âyeti ile ilgili iki mesele vardır: Muhtemel İ'rablara Göre Mâna Değişmesi Hakkında Nahiv Tartışması Nahivcilerin bu ayetle ilgili bazı izahları vardır: 1) Bu Basralıların göruşü ve Zeccâcın tercihidir. Bu na ifadelerinin hepsi mübtedâ olarak merfudur, bunların haberi, sözüdür. Buna göre mana şudur: "Sizin sorduğunuz savaş her nekadar büyük günah ise de, şu sayılanlar o savaştan daha büyük günahtır. Sizler, haram aylarda bu şeylerden vazgeçmediğiniz halde, bu hususta açık bir mazereti olmasına rağmen niçin Abdullah b. Cahş'ı kınıyorsunuz. Çünkü bu savaşın cumade'l-âhirede vuku bulmuş olması mümkündür." Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Allah'ın İsrailoğullarına söylediği, "Siz insanlara iyiliği emredip, kendinizi unutuyor musunuz?" (Bakara, 44) ve "Niçin yapmadıklarınızı söylüyorsunuz" (Saf, 2) âyetleridir. Bu açık bir izahtır. Fakat bunlar ayetteki, (......) kelimesinin mecrûr oluşu hususunda ihtilâf ederek, şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir: a) Bu, câr-mecrûrundaki zamire atıftır. b) Ekseri nahivcilerin görüşü olup şöyledir: Bu kelime, (......) kelimesine atıftır. Bu görşüte olanlar bunun, "İnkar edenler ve Allah yolu ile Mescid-i Haramdan men edenler... "(Hacc, 25) ayeti ile te'kid edilmiş olduğunu söylemişlerdir. Birinci görüşe, "Zamir üzerine atıf yapılamaz. Çünkü; "Ona ve Amr'e uğradım" demek caiz değildir" diyerek; ikinci görüşe de, "Sizin bu görüşünüze göre ayetin takdiri, şeklinde olur. Bu durumda da, (......) ifadesi, (......) kelimesinin "sıla"sı olur. Sıla ile mevsûl tek bir şey hükmündedir. Binaenaleyh ikisi arasına başka bir şeyin girmesi caiz değildir" diyerek itiraz olunmuştur. Birinci itiraza şu şekilde cevap verilmiştir: Burada bir harf-i cerrin var sayılıp, takdirin, şeklinde olması niçin caiz olmasın? Allah'ın kelâmında takdir yapmak yadırganmaz. Sonra bu hususu, Hamzanın, (Nisa, 1) ayetindeki, (......) kelimesini mecrur okumuş olması da te'kid eder. Şayet Hamza bunu kaide olarak rivayet etmiş olsaydı bu herkesçe kabul edilirdi. O, bunu Allah'ın kitabında böyle okuduğuna göre, bunun haydi haydi kabul edilmesi gerekir. İkinci görüşü tercih eden ekseri nahivciler (cevaben) şöyle demişlerdir: Şüphesiz böyle bir takdir, sıla ile mevsûl arasına başka bir kelimenin girmesini gerektirir. Aslolan bunun caiz olmamasıdır. Fakat biz bunu burada şu iki sebepten dolayı caiz görüyoruz: Birincisi: Allah yolundan men etmek ve Allah'ı İnkâr etmek mana bakımından aynı şeydir. Buna göre sanki aralarına bir şey girmemiş gibidir. İkincisi: Aslında ayetteki, (......) kelimesinin yeri, (......) kelimesinin peşinedir. Fakat ona itina edildiğinden dolayı öne alınmıştır. Bu tıpkı, (îhlâs. 4) ayetinde olduğu gibidir. Bu ayette sözün sırasının, şeklinde olması gerekirdi. Fakat kendisine gösterilen itinadan dolayı, (......) lâfzı daha önce getirilmiştir. İşte burada da böyledir. 2) Ferra ve Ebu Müslim el-İsfehânî'nin tercihi olan görüştür. Buna göre ayetteki, (......) kelimesi vâv harfi ile üzerine atıftır. Ayetin takdiri, "Sana o haram ayda ve Mescid-i Haram'da savaştan soruyorlar" şeklinde olur. Sonra buna göre iki yol ortaya çıkar: a) Ayetteki, ifadesi mübtedâ, sözü de haberden sonra haberdir, takdiri de şöyledir: "Bu aylarda savaşa, büyük günah, Allah yolundan men etme ve Allah'ı inkâr hükümleri verilmiştir." b) Ayetteki, sözü mübteda ve haber cümlesidir. Fakat ifadesi sadece mübteda olarak merfûdur, kısmı da böyledir. Bunların haberi ise, kendilerinden önce geçen cümlenin haberinin ona delâlet etmesinden dolayı hazfedilmiştir. Binaenaleyh ayetin manası, "O (aylarda) savaşmak büyük günahtır. Allah yolundan alıkoymak ve Allah'ı inkâr etmek de büyük günahtır" şeklinde olur. Bunun bir benzeri de senin, sözündür. Bunun manası: "Zeyd gidiyor, Amr da..." şeklindedir. Bunun takdiri de, şeklindedir. Basralılar bu cevabı tenkid ederek şöyle demişlerdir: "Ayetin takdirinin, "Sana o haram ayda ve Mescid-i Haram'da savaşı sorarlar" şeklinde olduğu görüşünüz zayıftır. Çünkü bu soru, Mescid-i Haram'da savaşmayla ilgili olarak değil, haram aylarda savaşmayla ilgili olarak sorulmuştur." Basralılar yine bu görüşün birinci şıkkını da tenkid ederek, bunun haram ayda savaşmanın Allah'ı inkar manasına geldiğini, Hâlbuki böyle söylemenin icmâ ile hatalı olduğunu söylemişlerdir. İkinci şıkkı da, şöyle diyerek tenkid etmişlerdir: " Hak teâlâ, bundan sonra, "Onun halkını oradan çıkarmak ise daha büyük (günah) tır" yani, "Bu, daha önce sayılanların hepsinden daha büyüktür" buyurunca, bu Mescid-i Haram halkını oradan çıkarmanın, Allah katında inkârdan daha büyük olmasını gerektirir. Hâlbuki bu da icmâ ile sabit olmuş bir hatadır." Ben derim ki: Ferra, birinci itiraza şöyle cevap verebilir: "Bunun, Mescid-i Haram'da savaşma ile ilgili bir soru olmadığını size kim haber verdi? Hâlbuki âyetin zahirinden bunun, onunla ilgili bir soru olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu soruyu soranlar, haram aylarda ve haram beldede savaşmayı aynı derecede büyük günah görüyorlardı. Bu iki şeyden her biri, bunlarca günah oluş bakımından diğeri gibi idi. Binaenaleyh âyetin zahirinden, bunların bu ikisini sorularında birleştirmiş oldukları anlaşılıyor. Basriyyûn un, Ferrâ'nın ikinci görüşü için söyledikleri "Bu, haram aylarda savaşın küfür olmasını icâb ettirir" şeklindeki sözlerine karşı biz deriz ki: "Bunu biz de diyoruz. Çünkü müsbet ifadenin peşinde gelen nekire kelime umûm ifadeetmez. Bize göre de, Mescid-i Haram' da bir çeşit savaş küfürdür. Fakat orada her savaşın küfür olması gerekmez." Basriyyun'un, Ferrâ'nın görüşünün ikinci şıkkına dâir, "Bu, Mescid-i Haram'ın ehlini oradan çıkarmanın küfürden daha büyük bir günah olmasını gerektirir" şeklindeki sözlerine karşı deriz ki: "Mescid-i Haram'ın ehli, (halkın) dan maksad Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile O'nun ashabıdır. Perişan etmek maksadıyla Resûlullah'ı Mescid-i Haramdan çıkarmanın küfür olduğunda şüphe yoktur. Bu, küfür oluşunun yanısıra bir de zulümdür. Çünkü bu, insanlara haksız ve suçsuz yere eziyet etmektir. Zulüm ve küfür olan bir şeyin, sadece küfür olan bir şeyden Allah katında daha büyük ve çirkin bir günah olduğunda şüphe yoktur. Ferra'nın görüşünü izah için söylenecek sözün tamamı budur. Âyetle ilgili üçüncü bir görüş daha vardır ve şöyledir: âyetinin mânâsı açıktır. O da: "Bu ayda savaşmak, büyük günah, Allah yolundan men etmek ve Allah'ı inkârdır" şeklindeki manadır, sözünün mecrur oluşu, başındaki vâvın kasem harfi olmasından dolayıdır. Fakat nahivcilerin çoğu bu görüşe bir misal (delil) getirememişlerdir. İkinci Mesele Allah yolundan men etmenin birkaç izahı vardır: a) Bu Allah'a ve Resûlullah'a imandan alıkoymaktır. b) Müslümanları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına hicret etmekten alıkoymaktır. c) Müslümanları, Hudeybiye yılında umre yapmaktan alıkoymaktır. Birisi şöyle diyebilir: "Bu husustaki rivayet, ayetin Bedir Savaşı'ndan önce ve Abdullah b. Cahş (radıyallahü anh)'ın hâdisesi hakkında nazil olduğunu gösterir. Hâlbuki Hudeybiye hâdisesi, Bedir savaşından çok sonra olmuştur." Buna şöyle cevap vermek mümkündür. "Allahu Teâlâ'nın malûmu olan şey sanki tahakkuk etmiş gibidir." Âyetteki, Allah'ı inkâr, O'nun peygamber göndermesini, ibâdete müstehak olmasını ve öldükten sonra diriltmeye kadir olduğunu inkârdır. Ayetteki, Mescid-i Haram kelimesini, (......)deki zamir üzerine atfedersek manası, "Mescid-i Harâm'ı inkâr etmek" şeklinde olur. Mescid-i Harâm'ı İnkâr etmek de, insanların orada namaz kılmasına ve onu tavaf etmelerine mani olmaktır. Onlar Mescidi Haram mıntıkasını diğer bölgelerden ayırdeden, faziletine sebep olan kudsiyetini inkâr ettiler. Mescid-i Haram ifadesinin, tabiri üzerine atfedildiğini söyleyenler, bunun "Mescid-i Haram'dan alıkoymak" manasına olduğunu; çünkü kâfirlerin tavaf eden, itikâfa giren ve rükû ile secdede bulunanları oraya girmekten men ettiklerini söylemişlerdir. Allahü Teâlâ'nın "Onun halkını oradan çıkarmak" buyruğundan muradın şöyle olduğunu söylemişlerdir: "Onlar Müslümanları Mescid-i Haram'dan, hatta Mekke'den çıkarmışlardır. Allahü Teâlâ, buna göre, Müslümanları Mescid-i Harâm'ın ehli saymıştır; Çünkü, Beytullah'ın haklarını yerine getirenler onlardır. Nitekim Allahü Teâlâ, "Takva kelimesini onların ayrılmaz bir vasfı yaptı. Çünkü onlar buna çok lâyık ve ehil idiler" (Feth, 26) ve "Onlar Mescid-i Haram 'dan halkı akkorken Allah onlara ne diye azâb etmeyecek? Onlar, kendileri oraya ehil olmadıkları halde (oradan menedip duran kimselerdir). Muttakilerden başkası, oranın ehli olamaz" (Enfâl, 34) buyurmuş ve böylece, müşriklerin şirkleri sebebiyle Mescid-i Haram'ın ehli olmaktan çıktıklarını haber vermiştir. Cenâb-ı Allah bu şeyleri zikrettikten sonra, bunların daha büyük olduğuna, yani bunlardan her birinin haram aylarda savaşmaktan daha büyük günah olduğuna hükmetmiştir. İşte bu izahlar, Zeccâc'ın görüşüne göre yapılmıştır. Biz, bu sayılanların her birinin, şu iki sebepten dolayı haram aylarda savaşmaktan daha büyük günah olduğunu söylüyoruz: a) Bunlardan her biri İnkârdır. İnkâr ise, savaşmaktan daha büyük bir günahtır. b) Biz, bunlardan her birinin haram aylarda savaşmaktan daha büyük bir günah olduğunu iddia ediyoruz. Bu savaş ise, Abdullah İbn Cahş' dan sadır olan savaştır. Hâlbuki Abdullah İbn Cahş, bu savaşın haram aylarda vuku bulduğuna katî olarak karar veremedi. Bu kâfirler ise, ayette sayılan şeylerin onlardan haram aylarda vuku bulduğunu kesin olarak biliyorlardı... Binaenaleyh, bu şeylerin yapılmış olması daha büyük günahtır. Fitne Katilden Daha Büyük Günahtır Allahü Teâlâ'nın, 'Fitne katilden de beterdir" âyetindeki fitneyle alâkalı olarak âlimler şu iki görüşü zikretmişlerdir: 1) Maksad küfürdür.. Müfessirlerin çoğu bu görüştedirler. Bence bu görüş zayıftır Çünkü, daha önce geçmiş olan Zeccâc 'in görüşüne göre, ayette geçen, ifadesinin mânası, "Allah'ı inkâr etmek, en büyük günahtır" şeklindedir. Buna göre fitneyi küfür mânasına almak bir tekrar olur. Aksine böyle bir izah, Ferra'nın görüşüne göre doğru olur. 2) Fitne, kâfirlerin Müslümanları dinlerinden çevirmek için, bazen onların kalblerine şüphe atarak; bazen da Bilâl, Süheyb ve Ammâr İbn Yasir'e yaptıkları gibi işkenceler ederek, yapmış oldukları fitnelerdir. Bu, Muhammed İbn İshâk'ın görüşüdür. Hâlbuki biz fitnenin, imtihana çekmek, sınamaktan ibaret olduğunu söylemiştik. Posasını hasından ayırmak için, altını ateşte erittiğin zaman, dersin. Cenâb-ı Allah'ın, "Sizin mallarınız ve çocuklarınız, ancak bir imtihan vesilesidir" (Enfal, 28) âyeti de bu anlamdadır. Yani, "Sizin için bir imtihandır" demektir. Çünkü Allah yolunda mal infak etmesi gerektiği zaman insan, çoluğunu çocuğunu düşünür de, bu düşünce onu infaktan alıkor. Cenâb-ı Allah, "Elif-lâm-mim. İnsanlar, imtihana çekilmeden, iman ettik demeleriyte bırakılacaklarını mı zannettiler?" (Ankebût. 1-2). yani "Onlar, dinleri uğrunda çeşitli belâlarla imtihan edilmeden... demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar." "Seni türlü türlü belâlarla İmtihan etmiştik" (Taha, 40) buyurmuştur. Bu, belâlarla imtihan manasınadır. Yine Cenâb-ı Allah, "İnsanlardan öylesi vardır ki "Allah'a inandık" der. Ama Allah uğrunda eziyyete dûçâr olduğu zaman, insanların fitnesini Allah'ın azabı gibi bilir" (Ankebut. 10) buyurmuştur. Bundan murad, mü'minlere dinleri hususunda kâfirler cihetinden gelen belâ ve sıkıntılardır. Yine Cenâb-ı Hak, "Gerçekte mü'min erkek ve mümin kadınları belâya uğratıp da, sonra tevbe etmeyenler yok mu?.." (Burûc, 10) buyurmuştur. Bundan murad şudur: Kâfirler Müslümanlara, dinlerinde-ki sebatlarını denemek için, eziyyet ediyorlar ve onlara işkenceler yapıyorlardı.. Cenâb-ı Allah, inkâr edenlerin sizi fitneye düşürmesinden korkarsanız, namazınızı kısaltmanızda size bir günâh yoktur " (Nisa, 101), "Sizler onun aleyhinde fitne yapacak kimseler değilsiniz.. Kendisi cehenneme yaslanacak olan kimse hariç, ." (Saffat, 162-163). "Fitne çıkarmak arzusuyla, kitabın müteşabih olanına tâbi olurlar" (Al-i imran, 7), yani, "din hususunda fitne çıkarmayı isterler"; "Onların seni, Allah'ın sana indirmiş olduğu şeylerin birkısmından fitneye düşürmelerinden sakın " (Maide. 49); "Rabbimiz, bizi inkâr edenler için bir fitne sebebi yapma " (Mumtehine, 5); "Rabbimiz, bizi zâlim kimseler için bir fitne sebebi yapma" (Yunus, 85) buyurmuştur. Yani, kâfirler bu fitneleriyle Müslümanları dinlerinden çıkarmak isterler.. O zaman da, müslümanların gözünde kâfirlerin küfrü ve zulmü süslü ve güzel görülür.. Ve "Hanginizin fitneye düşürülmüş olduğunu, pek yakında sen de göreceksin, onlarda.." (Kalem, 5-6) buyurmuştur. Ayetteki, (......) kelimesinin, mânâsına olduğu söylenmiştir. Cünûn, fitne anlamına gelir. Çünkü delilik de bir meşakkat ve akıllıların yolundan sapmadır... Böylece bu âyetlerle, fitnenin imtihan anlamına geldiği sabit olur. Biz, bu fitnenin savaştan daha büyük günah olduğunu söyledik. Çünkü din hususundaki fitne, dünyevî birçok savaşlara ve uhrevî ebedî azaba müstehak olmaya sebebiyet verir. Binaenaleyh, fitnenin hakkında suâl varid olan İbnu'l-Hadramî'nin öldürülmesi bir yana, savaştan dahi büyük bir günah olduğu hususu doğru olur. Rivayet olunduğuna göre bu ayet nazil olunca, bu seriyyenin komutanı Abdullah b. Cahş, Mekke'deki mü'minlere şunu yazmıştır: "Müşrikler sizi haram aylarda savaşmakla ayıpladıkları zaman, siz de onları inkâr etmeleri, Allah'ın Resulünü Mekke'den çıkarmaları ve mü'minleri Beytullah'tan alıkoymaları ile ayıplayınız." Cenâb-ı Hak "Kafirler güçleri yetse sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir" buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, "Yahudi ve Hıristiyanlar, sen onların dinine girmedikçe senden razı olmazlar" (Bakara, 120) âyetidir. Âyet hakkında bir kaç mesele vardır: Şeklinde kullanılır. Vahidî, bunun masdarı bulunmayan bir fiil olduğunu söylemiştir. Bunun ismi fail ve ismi meful sigaları kullanılmaz. Fiiller arasında bunun benzerleri pek çoktur. Meselâ, (......) fiili gibi. Bu fiilin de masdarı ve fiil-i muzârisi yoktur. fiilleri de böyledir "Onlar bu işlerine devam ederler" manasına gelir Çünkü, (......) olumsuzluk ifade eder. Buna bir de, (......) ve (......) gibi nefy ifade eden harfleri getirdiğin zaman bu, nefyi nefyetmek olur. Böylece de bu müsbet manaya delil olur. İkinci Mesele Cenâb-ı Allah'ın, buyruğu, "Sizi dininizden döndürünceye kadar" demektir. Bunun, "sizi dininizden döndürmek için.." mânâsında olduğu da söylenmiştir. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, "eğer güçleri yeterse" sözü onların buna kadir olamayacaklarını gösterir. Bu, bir kimsenin, kendisini yenemeyeceğini bildiği düşmanına, "Eğer beni yenersen, elinden geleni yap" demesi gibidir. Dinden Dönüp Kâfir Olarak Ölenlerin İşleri Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İçinizden kim dinden döner de kâfir olarak ölürse.." âyeti ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Vahidî, Hak teâlâ'nınsözü, fiil meczûm olduğu halde, ikinci harfin sükûnundan dolayı, idgâm yapılmayabileceğini göstermektedir" demiştir. Arapçada bu kullanış, idgâmlı kullanıştan daha fazladır. Hak teâlâ'nın sözü, (......) kelimesi üzerine atfedilmiş olması sebebiyle, meczûmdur. Bu şartın cevâbı ise, O'nun, "İşte onların yaptığı (iyi) işler, dünyada da ahirette de boşa gitmiştir" kısmıdır. Hak teâlâ, onların bu sözlerinin maksadının Müslümanları dinlerinden çevirmek olduğunu beyan edince, bunun peşinden mürted olmakla ilgili, çok şiddetli olan vaîdini zikrederek, "İçinizden kim dinden döner de, kâfir olarak ölürse, o gibilerin yaptığı (iyi) işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir" buyurmuş ve bu kimsenin, cehennemde daimî azaba duçar olacağını bildirmiştir. Mürted Hakkında Hüküm Âyetin zahiri, mürted olan kimse küfür üzere öldüğü zaman, zikredilen hükümlerin bu kimseye tatbik edilmesini iktiza eder. Ama bir kimse mürted olduktan sonra tekrar Müslüman olursa, bu hükümlerden hiçbirisi o kimseye uygulanmaz. Bu nükteye, birisi usûlle, diğeri de furû ile ilgili olmak üzere, iki konu dayanmaktadır: Usûlle ilgili konuya gelince, bu şudur: Kelâmcılardan bir grup kimse, imanın ve küfrün sahih olabilmesinin şartının, ölüm anı olduğunu iddia etmişlerdir. Buna göre iman, ancak mü'min kimse o iman üzerine öldüğü zaman iman; küfür de, ancak kâfir olan kimse küfrü üzere öldüğü zaman küfür olur. Bu kimseler sözlerine şu şekilde devam etmişlerdir: Çünkü bir kimse, mü'min olur, sonra da -Allah'a sığınırız- mürted olursa, bu durumda; şayet bu zahirî iman gerçek iman olmuş olsaydı, o kimse ebedî mükâfaata müstehak olmuş olurdu. Sonra irtidâd etmesi sebebiyle de bu kimse, ebedî ikâb ve cezaya müstehak olmuş olurdu. Bu durumda da.bu hak edilen iki şey ya aynı anda bulunurdu ki, bu imkânsızdır; veyahut da, sonradan olanın, önceden olanı silip süpürdüğü söylenirdi ki, bu da şu sebeplerden dolayı imkânsızdır: a) Önceki ile sonraki arasında bulunan zıdlık devam etmektedir. Bu sebeple, sonradan olanın, önceden olanı silip süpürmesi, önceden olanın sonradan olanı yok etmesinden daha evlâ değildir. Aksine, ikincisi daha uygundur. Çünkü bir şeyi def etmek, onu ref etmekten daha kolaydır. b) Bu iki taraf arasındaki zıdlık bulunduğu zaman, arız olanın arız olmasının şartı, önce olanın zeval bulması olur. Biz önce olanın zeval bulmasını sonra olanın arız olmasına bağlarsak, bu durumda devr-i fasit gerekir ki, bu da imkânsızdır. c) Önce olan imanın mükâfaatı ile sonra meydana gelen küfrün cezası, ya birbirine eşittir veyahut da bunlardan biri diğerinden fazladır. Eğer eşit olurlarsa, bunların birbirini götürmesi gerekir. Bu durumda da mükellef, ne mükâfaat ehlinden, ne de ceza ehlinden olur ki, bu durum da icmâ ile bâtıldır. Eğer bunlardan biri diğerinden fazla olursa, bu durumda biz, imanın bir an için daha fazla olduğunu düşünelim.. Bu durumda, sonradan olan, karşı taraftan sadece kendisi kadar olan bir miktarı götürür.. Bu durumda da, mahiyyet itibariyle eşit olmalarına rağmen, hak edilen şeylerden, şu kısım değil de, ötekisi gitmiş olur. O zaman da bu, müreccihsiz bir tercih olmuş olur ki, bu da imkânsızdır. Veya önce olan imanın, sonra olan küfürden daha az olduğunu düşünelim.. Bu durumda, öncekinden daha fazla olan ve sonradan meydana gelen bu küfrün, ya bütün cüzleri, önceki imanı götürme hususunda müessir olur ki böylece de eser üzerinde kendi başına müstakil olan birçok müessir içtimâ etmiş olur ki, bu da imkânsızdır. Veyahut da.önce meydana gelen imanı izâle hususunda müessir olan, sonradan olan küfrün cüzlerinden, şunlar değil de, ötekiler olmuş olur. Bu durumda da bu, bazılarının müessir olması, müreccihsiz bir tercih olur ki, bu da imkânsızdır. Böylece bizim anlattıklarımızla, şu husus ortaya çıkmış olur: Bir kimse önce mü'min olup, sonra da kâfir olduğunda, bu durumda bu önceki imanı, her ne kadar bir iman olarak kabul etsek bile ne var ki o, Allah katında bir iman sayılmaz. Böylece "muvâfaâf'ın, imanın iman, küfrün de küfür olabilmesi için şart olduğu anlaşılır. Ayetin delâlet ettiği husus, işte budur. Çünkü ayet, mürted olmanın bu hükümleri gerektirici olmasının şartının, mürtedin o irtidâdı üzere ölmesi olduğunu gösterir. Fürû ile ilgili konu da şudur: Müslüman aynı zaman içinde namaz kılıp sonra irtidâd edip daha sonra tekrar müslüman olunca, bu kimse hakkında Şafiî (r.h) "O namazı tekrar kılmaz."; Ebu Hanife (r.h.) ise "Kıldığı o namazı kaza etmesi gerekir" demiştir. Hacc da böyledir. Şafiî (radıyallahü anh)'nin delili, "İçinizden kim dinden döner de kâfir olarak ölürse, o gibilerin yaptığı (iyi) İşler boşa gitmiştir" âyetinin, o kimsenin amelinin boşa gitmesi için kâfir olarak ölmesini şart koşmuş olmasıdır. Hâlbuki böyle bir şahıs hakkında bu şart tahakkuk etmemiştir. Binaenaleyh onun amelinin boşa gitmemiş olması gerekir. Buna göre eğer, "Bu. 'Eğer onlar şirke girselerdiyapa geldikleri her şey boşa gitmişti" (Enam, 88) ve "Kim imanı tanımayıp kâfir olursa, her halükârda yaptıkları boşa gitmiştir" (Mâide, 5) âyetleri ile tezâd teşkil eder. Mutlak olan âyetin, mukayyed olana hamledilmesi gerekir de denilemez. Çünkü biz bunun mutlak ve mukayyed babından olmadığını söylüyoruz. Âlimlerimiz, bir hükmü iki şarta bağlayıp, bu iki şarttan hangisi bulunsa o hükmün tahakkuk edeceğini söyleyen kimsenin, kölesine "Perşembe günü olduğu zaman sen hürsün; perşembe ve cuma günü olduğu zaman sen hürüsün" diyen kimse gibi olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu iki şart da bâtıl olmaz. Perşembe günü geldiği zaman o köle âzâd olunur. Eğer bu kimse kölesini satsa, perşembe günü gelse, fakat o köle onun mülkünde olmasa, sonra yine bu adam o köleyi satın alsa ve köle onun mülküne dönmüş olduğu halde cum'a günü olsa, bu köle ilk şarta bağlı olarak âzâd edilmiş olur. Bu ayeti delil getirme hususunda ikinci bir soru vardır; Bu âyetin, mürted olarak ölmenin, âyette zikredilen hükümler için bir şart olduğuna delâlet ettiğini (söylüyorsunuz), Hâlbuki biz bu hükümlerden birisinin de cehennemde ebedî kalma olduğu, bunun ise ancak bu şart ile tahakkuk edeceğini söylüyoruz. Sizinle bizim aramızdaki ihtilâf amellerin boşa gitmesi hususundadır. Hâlbuki amellerin boşa gitmesi için, kişinin mürted olarak ölmesinin şart olduğuna âyette bir delâlet yoktur" denirse; birinciye şu şekilde cevap veririz: Bu mutlak ve mukayyed babındandır, hükmün bir veya iki şarta bağlanması konusundan değildir. Çünkü hükmün bir veya iki şarta bağlanması, ancak o hükmün bunlardan birine bağlanması, diğer şarta bağlanmasına manî olmadığı zaman doğru olur. Hâlbuki bizim meselemizde, eğer sadece irtidadı, amellerin boşa gitmesi hususunda müessir kılarsak, geriye mürted olarak ölmenin amellerin boşa gitmesinde hiç tesiri kalmaz. Bundan dolayı biz bunun, hükmün bir veya iki şarta bağlanması cinsinden değil, aksine mutlak ve mukayyed babından olduğunu anlarız. İkinci soruya da şu şekilde cevap veririz: Ayet, mürted olmanın, ancak bu şekilde mürted olarak ölme şartına bağlı olarak amelleri boşa çıkardığına delâlet eder. Hâlbuki âyet cehennemde ebedî kalmanın mürted olarak ötme şartına bağlı olduğuna delâlet eder. Bu takdire göre, sual düşer. Cenâb-ı Allah'ın, "O gibilerin yaptığı (iyi) işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir" âyetiyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Dilciler, (......) kelimesinin asıl manasının, "devenin kendisine zarar veren bir şeyi yiyip, bundan dolayı karnı şişerek ölmesi" olduğunu söylemişlerdir.Nitekim hadiste, "Baharın bitirdikleri bitkiler arasında, çok yeme ile hayvanı öldürecek veya ölüme yaklaştıracak şeyler vardır" Buhari, Cihâd, 37. buyurulmuştur. Amellerin boşa gitmesi de, (......) kelimesiyle ifade edilmiştir. Çünkü bu, ifsâd edici şeyin kendisine arız olması sebebiyle bir şeyin bozulmasına benzer. Amellerin boşa çıkarılmasından maksad, amelleri boşa çıkarmak değildir. Çünkü amel, ortaya çıkıp sonra kaybolan bir şey gibidir. Yok olan şeyi, tekrar yok etmek imkânsızdır. Kelamcılar bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Amellerin boşa çıkarılması ve tekfirini kabul edenler, amellerin boşa çıkarılmasından maksadın şu olduğunu söylemişlerdir: Sonradan meydana gelen mürtedliğin cezası, ondan önce bulunan imânın mükâfaatını. Mu'tezile'den Ebû Hâşim ile sonraki alimlerin çoğuna göre, ya muvâzenet (bu ikisinin birbirine denk olması) şartıyla veyahut da, Ebû Ali'nin mezhebine göre, muvâzenet şartı olmaksızın silip-götürmesidir. Bu manada bir habtı (boşa çıkarmayı) kabul etmeyenler ise, Allah'ın kitabındaki "ihbât"dan (amelleri boşa çıkarmadan) muradın şu şekilde olduğunu söylemişlerdir: Mürted, irtidâd ettiği zaman bu, amellerini boşa çıkaran bir iş olur. Çünkü irtidâd eden kimseye, boşa çıkan amellerinin yerine, mükâfaatı yeniden hakedeceği bir amel yapması mümkündür. Bu şahıs, yeni bir amel yapmadığı zaman boşa çıkan amellerinin yerine, istifadeedemeyeceği, aksine ondan dolayı zararların en büyüğüne dûçâr olacağı kötü ameller işlediğinde, "O kimse amelini ihbât etti (boşa çıkardı)" denilir, yani "Faydası olmayan aksine zararı bulunan bâtıl bir amel yaptı" demektir. Sonra bu görüşte olanlar sözlerine şu şekilde devam etmişlerdir: "İhbât" (amelleri boşa çıkarma) hususunda söylediğimiz bu şey, "ihbât" kelimesi için ya "hakiki" manadır veya mecazîdir. Eğer bu hakiki mana ise, bunu almak lazım. Eğer mecazî manası ise, yine bunu almak gerekir. Çünkü imanın sahih olması için muvâfâtın şart olduğu meselesinde kesin deliller zikrettik. Bu, sonradan meydana gelen fiilin eserinin, önceki fiilin eserini silip yok edeceğini söylemenin imkânsız olduğuna binâendir. Üçüncü Mesele Amellerin dünyada boşa çıkarılması; irtidâd eden kimsenin ele geçirildiğinde öldürülmesi, yakalanıncaya kadar onunla savaşılıp mücadele edilmesi, mü'minlerden herhangi bir dostluk, yardım ve güzel bir övgüye lâyık görülmemesi mü'mine olan hanımının ondan bâin talak ile ayrılması ve Müslüman akrabalarının mirasına konamamasıdır. Ayetteki, "Onların (iyi) işleri dünyada boşa gitmiştir" hükmünün manasının şu şekilde olması da mümkündür: "Onların, mürted olmalarından sonra Müslümanlara zarar vermeyi, Müslümanların dinlerinden çıkmak suretiyle onlara tuzak kurmayı istemeleri gibi, bütün bu şeylerin hepsi bâtıl olmuştur. Çünkü Allah İslâm'a yardım eden mü'minler vasıtasıyla İslâm'ı güçlendirdiği için, onlar hiç bir şey elde edemezler. "Bu açıklamaya göre onların "amelleri", irtidâd ettikten sonra yaptıkları işler manasına gelir. Onların amellerinin ahîrette boşa çıkması hususuna gelince, ihbâtı (amellerin boşa gitmesini) kabul edenlere göre, "Bu irtidâd, onların mürted olmadan önce yaptıkları ameller sebebiyle hakettikleri sevaba müstehak olmalarını iptal eder" manasınadır. İhbâtı kabul etmeyenlere göre ise bunun mânâsı şudur: "Onlar mürted olmalarından dolayı, ahirette hiçbir fayda ve mükâfaattan istifadeedemezler. Aksine irtidadlarından dolayı zararların en büyüğünü görürler." Sonra Cenâb-ı Hak o büyük zararın nasıl olduğunu beyân ederek, "Onlar cehennem yaranıdırlar. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar" buyurmuştur. Allah Yolunda Hicret ve Cihad |
﴾ 217 ﴿