221

"Allah'ı inkâr eden kadınlarla, iman edinceye kadar evlenmeyin. İman eden bir cariye, -hoşunuza gitse de- müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de, iman edinceye kadar, (mü'min kadınları) nikâhlamayın. Mümin bir köle, hoşunuza gitse de müşrikten daha hayırlıdır. İşte onlar sizi cehenneme çağırıyorlar. Allah İse, kendi iradesiyle, cennete ve mağfirete çağırır. İyice düşünüp ibret alsınlar diye, Allah ayetlerini iyice açıklar"

Bil ki, bu ayetin bir benzeri de Hak teâlâ'nın "Kâfir zevceleri nikâhınızda tutmayın" (Mümtehine, 10) âyetidir. Yani, onlarla evlenmeyin; onları nikâhlamayın.. Bu kıraata göre, onlar müşrik kadınlarla evlenmiyorlar demektir.

Bil ki, müfessirler bu ayetin yeni bir hüküm ve şeriata başlayıp başlamadığı; yahutta onun, kendisinden önceki âyetle ilgili olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ekseri âlimlere göre, burada haram ve helâl olan şeylerin açıklanması hususunda, yeni bir hüküm başlamaktadır.

Ebû Müslim ise, bunun önceki âyette geçen yetimlerle ilgili açıklamalarla alâkalı olduğunu söylemiştir. Çünkü Allahü Teâlâ, "Eğer onlarla içli dışlı olursanız, onlar sizin kardeşlerinizdir" (Bakara, 220) buyurup, evlilik yoluyla akrabalık kurma bakımından içli dışlı olmayı murad edince, buna, yetimler hakkında teşvik edici olan ve bunun, onların müşrik kadınlar hakkında istekli oluşlarından daha evlâ olduğunu gösteren hususu buna atfetmiş ve mü'mine bir cariyenin, son derece rağbet edilen birisi olsa bile müşrik bir kadından daha hayırlı olduğunu beyan buyurmuştur. Allahü teâlâ bununla, yetim kızları nikâhlamaya onların ve mallarının faydasına olan şeyleri yapmaya bir teşvik olsun diye, yetimler bulûğa erdiği zaman erkekleri evlendirmeye teşvik etmek istemiştir. Bu iki izaha göre de âyetin hükmü değişmez. Sonra âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Müslümanlan oradan gizlice çıkarsın diye, Haşim oğullarını müttefiği olan Mersed İbn Ebî Merdes'i Mekke'ye yollamıştı. Bu zât Mekke'ye geldiğinde câhiliyyede kendisinin sevgilisi Mersed olup da, Mersed Müslüman olunca ondan yüz çeviren, böylece inzivaya çekilen, kendisine de Anâk adındaki kadın geldi. Mersed ise, ona, İslâm'ın buna müsaade etmeyeceğini, ama Allah'ın Resulünden müsaade isteyeceğini ve onunla evleneceğini ona vaadetti. Mersed, Hazret-i Peygamber'in yanına varınca, Anâk ile ilgili meseleyi O'na anlattı ve O'na, "Anâk'ta evlenmesinin caiz olup olmadığını sordu". Bunun üzerine de Allah bu ayeti indirdi.

İkinci Mesele

Âlimler "Nikâh" lâfzı üzerinde ihtilâf etmişlerdir. Şafiî (r.h), talebelerinin çoğu bunun "akid" kasdedilerek hakiki mânada kullanıldığını söylemişler ve buna şunları delil getirmişlerdir:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Nikâh ancak veli ve şahid ve olur" Tirmizi, Nikâh 14 (3/407) (kısmen); Keşfu'l-Hafâ. 2/369.buyurmuştur. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) nikâh hâdisesini veli ve şahidlerin olmasına bağlamıştır. Veli ve şahidlerin bulunmasına dayanan şey ise "cinsi münasebet" değil, "akit" (anlaşma) dır.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben nikâh neticesi doğdum, zina neticesi doğmadım" buyurmuştur. Bu hadis, nikâhın sanki sifâhın (zinanın) mukabili olduğunu gösterir. Zinanın, cinsi münasebete şâmil olduğu malumdur. Eğer "nikâh" da cinsi münasebet için isim olsaydı, o zaman bunun zina mukabili olması mümkün olmazdı.

c) Hak teâlâ, "İçinizden bekadan, salih (mümin) olan köle ve cariyelerinizi evlendirin" (Nur, 32) buyurmuştur. Şüphe yok ki bu âyetteki, (evlendiriniz) lâfzını "a-kid" manasının dışında bir manaya hamletmek mümkün değildir.

d) Vahidi'nin "el-Bâsit" adlı eserinde yer verdiği A'şâ'nın şu şiiridir:"Komşuna yaklaşma. Çünkü onunla gizlice buluşman sana haramdır. Öyle ise ya evlen, ve yahut da bekar dur." A'şâ'nın, sözü, ancak nikâh akdi yapmayı emretme manasındadır. Çünkü şiirin başında "Komşuna yaklaşma" yani, "haram yol ile onunla cinsi münasebette bulunma, ancak nikâh akdi yapıp onunla evlen. Aksi. takdirde bekar kal, kadınlardan uzak dur" demiştir.

Ebu Hanife'nin talebelerinden pek çoğu ise "nikâh" lâfzının hakiki mânasının "cinsi münasebet" olduğunu söylemişler ve bu görüşlerine şunları delil getirmişlerdir:

a) Hak teâlâ, "Yine erkek, hanımın; (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın başka birisiyle nikâhlanıncaya kadar, o (ilk kocasına) helâl olmaz" (Bakara, 230) buyurmuştur. Bu âyette helâl olmama işi, başka birisiyle nikâhlanma şartına bağlanmıştır. Haramlığın kendisi sebebiyle sona erdiği nikâh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Hayır, sen onun balçığından, o da senin balçığından tatmadıkça olmaz" Buhâri, Talak. 4: Tirmizi, Nikâh. 27 (3/427). hadisinin de delâlet ettiği gibi, "cinsi münasebet" manasındaki nikâhtır, akid değildir. Bu sebeple "nikâh" lâfzından muradın "cinsi münasebet" olması gerekir.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Elini nikâhlayan (istimna yapan) mel'undur. Hayvanları nikâhlayan (onlarla cinsi münasebet yapan) melundurur" Keşfu'l-Hafâ, 2/320 (Birinci kısım); Tirmizi, Hudud. 24 (4/58) (ikinci kısım, değişik ifâde ile). buyurmuş, "akid" olmadan "nikâh" manasının sözkonusu olduğunu göstermiştir.

c) Arapça'da "nikâh", eklenmek ve cinsi münasebette bulunmak manasındadır. Yağmur yeryüzüne düştüğü zaman, ; gözü uyku bürüdüğü zaman, denilir. Bir darb-ı meselde de, "Bize ucûb geldi, sen onu göreceksin" denilmiştir. Bir şair "Temiz oldukları halde kadınlarım bırakıp da Dicle'nin iki kıyısında ineklerle nikâhlananlar..." demiştir. Mütenebbi de, "Oranın büyük çakıl taşları belası yük devesinin ayaklarına isabet etti. Ovalar ve dağlar beni sürükleyip sana getirdi" demiştir.

Cinsi münasebette, eklenmek ve cima manası, "akit" kelimesinde olandan daha fazladır. Bu sebeple, "nikâh" lâfzını bu manaya hamletmek gerekir.

Bazı alimler nikâhın, "eklenmek" mânâsından ibaret olduğunu söylemişlerdir. "Eklenme" manası ise hem "akid" de, hem de "cinsi münasebet" de vardır. Bu sebeple "nikâh" lâfzını her iki manaya birden hamletmek güzel olur.

Ibn Cinnî ise şöyle demiştir: Ebu Ali'ye Arapların, (O, kadını nikâhladı) ifadelerinin mânâsını sordum da o şöyle dedi: Araplar, bu kelimenin kullanılışında, karışıklığa meydan vermeyecek şekilde ince nüanslar ortaya koymuşlardır. Mesela, dedikleri zaman, "falanın falanı aldığını ve onunla evlenme akdi yaptığını" kastederler. Amadedikleri zaman, "hanımı ile cinsi münasebette bulundu" manasından başka bir şey kastetmezler. Çünkü falancanın kendi hanımı ile nikâhlanıp, onunla cinsi münasebette bulunduğu zikredildiği zaman, "akd" lâfzını zikretmeye gerek kalmamıştır. Böylece de kelimenin, cinsi münasebetten başka bir mânaya ihtimâli kalmamış olur. Nikâh lafzıyla ilgili incelemenin tamamı bundan ibarettir.

Müfessirler, Hak teâlâ'nınbu ayetteki, buyruğundan maksadın, "O müşrik kadınlarla nikâh akdi yapmayın" mânası olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

Ehl-i Kitabın Müşrik Sayılıp Sayılmadığı

Âlimler, ayette geçen, lâfzının, ehl-i kitâbin kâfirlerini içine alıp almadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Âlimlerden bazısı, bu kelimenin onları da içine aldığını kabul etmemiştir.

Âlimlerin pekçoğu ise, "müşrik" lâfzının ehl-i kitabın kâfirlerini de içine aldığı görüşündedirler. Bunun böyle olduğuna şu hususlar da delâlet eder:

1) Hak teâlâ, "Yahudiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" dedi; Hıristiyanlar da, "Mesih Allah'ın oğludur" dedi" (Tevbe, 30) buyurmuş, sonra da müteakip ayetin sonunda, "Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir" (Tevbe, 31) demiştir. Bu ayet, Yahudi ve Hıristiyanların müşrik oldukları hususunda sarih bir delildir.

2) Hak teâlâ, "Muhakkak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındakilerin bağışlar" (Nisa, 48) buyurmuştur. Bu âyet, şirkin dışındaki günahları, Allahü Teâlâ'nın affedeceğine delâlet etmektedir. Eğer Yahudi ve Hıristiyanların küfürleri şirk olmasaydı, bu âyetin muktezasına göre, Allahü Teâlâ'nın onları da affetmesi gerekirdi. Bu böyle olmadığına göre, Yahudi ve Hıristiyanların küfürlerinin şirk olduğunu anlamış oluruz.

3) Hak Telala "Allah muhakkak ki üçün üçüncüsüdür" diyenler, andolsun ki kâfir olmuştur" (Maide. 73) buyurmuştur. Âyette bahsedilen "teslis", ya onların üç sıfatın veyahut da üç zâtın mevcudiyetine (tanrı olarak) inanmalarıdır. Birincisi bâtıldır, çünkü Allahü Te'âlâ'nın âlim olmasından anlaşılan, O'nun kadir olmasından ve hayy olmasından başka bir şeydir. Bu üç mefhûmun mutlaka itiraf edilmesi gerekli olduğu için, üç sıfatın varlığını kabul etmek, İslâm dininin zaruretlerinden olur. Binaenaleyh, Hıristiyanları küfre nisbet etmek nasıl mümkün olur?..

Bu husus yanlış olunca, Allahü Teâlâ bize, onların küfürlerinin ayrı ayrı kadîm olan üç zâtın varlığına inanmalarından dolayı olduğunu bildirmiştir. İşte bundan dolayı hristiyanlar "kelime" (Logos) uknumunun, Hazret-i İsa'ya; "hayat" uknumunun ise Hazret-i Meryem'e hulul etmiş olmasını tecviz etmişlerdir. Onlara göre, "ekânîm" diye adlandırılan bu şeyler, eğer kendi kendilerine müstakil birer zât olmasalardı, onlar bu unsurların bir zattan diğer bir zata intikâl etmelerini caiz görmezlerdi. Bu sebeple onların, ezelî-kadîm ve kendi kendine var olan birtakım zâtların mevcudiyetine inanmış oldukları ortaya çıkmış olur ki, bu da bir şirk ve birçok ilâhın varlığını kabul etmektir. Dolayısıyla onlar müşrik olmuşlardır. Hıristiyanların, "müşrik" isminin kapsamına girmiş oldukları sabit olunca, aralarında herhangi bir farkın bulunmadığının zarurî olarak bilinmesiyle Yahudilerin de böyle olması gerekir.

4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu husustur: Hazret-i Peygamber bir komutana emir vererek şöyle dedi:"Müşriklerden bir topluluğa rastladığın zaman, onları İslâm'a davat et! Eğer onlar davetine icabet ederlerse, onlardan bu hususu kabul et. Eğer onlar diretip yüz çevirirlerse, onları cizyeye ve zımmî olmaya davet et. Eğer onlar, senin bu davetine İcabet ederlerse, bunu kabul et ve onlardan elini çek..." Müslim, Cihâd, 3.

Hazret-i Peygamber, onlardan cizye ve zimmet akdini kabul eden kimseleri, müşrik diye adlandırmıştır. Böylece bu zımmî nin müşrik diye adlandırılacağına delâlet etmektedir.

5) Ebu Bekr el-Esamm'ın istidlalidir. O, şu şekilde istidlalde bulunmuştur: Elinde zuhur eden bu mucizelerin beşer kudretini aşmış olması bakımından, Hazret-i Peygamberin risâletini inkâr eden herkes müşriktir. Yahudi ve Hıristiyanlar, bu mucizelerin Allah tarafından meydana getirildiğini de inkâr ediyor, aksine bu mucizeleri cin ve şeytanlara nisbet ediyorlardı. Çünkü onlar mucizelerin birer sihir olduğunu ve cinler ile şeytanlar tarafından meydana getirildiğini söylüyorlardı. Böylece bunlar, beşer kudretinin dışında kalan bu tür mucizelerin yaratılması hususunda, Allahü Teâlâ'ya bir şerik koşmuş oluyorlardı. Bu sebeple onların müşrik olduklarına kesin olarak hükmetmek gerekmiştir Çünkü, ilahın, bu tür şeyleri yaratmaya kadir olandan başka bir anlamı yoktur.

Ebu Bekr'in bu görüşüne Kâdî itiraz ederek şöyle demiştir: Yahudiler ancak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinde zuhur eden şeyleri, beşerin kudretini aşan şeyler cümlesinden kabul edip, bunu da Allah'tan başkasına nisbet ettikleri zaman müşrik olurlar. Ama bunu kabul etmeyip, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinde zuhur eden şeylerin, kulların da kendisine kadir olabileceği şeyler cinsinden olduğunu iddia ettikleri zaman, bunu Allah'tan başkasına nisbet etmiş olmaları sebebiyle müşrik olmaları gerekmez.

Cevap: Yahudinin, mucizelerin beşerin kudreti dairesinde olup olmadığına dair ikrarına itibar edilmez. İtibâr ancak, bu mucizenin beşerin kudretini aştığına delâlet eder. Buna göre kim bunu, Allah'tan başka bir şeye nisbet ederse, şu kimse gibi, o da müşrik olur: "Cismi ve hayatı yaratmak, beşerin gücü dairesinde olan şeyler cümlesindendir" deyip, sonra da canlılar ile nebatın yaratılmasını feleklere ve yıldızlara nisbet eden kimse müşrik olur. İşte burada da böyledir. Yahudi ve Hıristiyanların, müşrik isminin muhtevasına girdiklerini gösteren şeylerin tamamı işte budur.

Bu görüşte olmayanlar da, şu şekilde İstidlalde bulunmuşlardır: Allahü Teâlâ, ehl-i kitapla müşrikleri ayrı ayrı zikretmiştir. Bu da, ehl-i kitabın "müşrik" isminin muhtevasına girmediğine delâlet eder. Biz, Hak teâlâ'nın "O iman edenler, o Yahudiler, o sabitler, o nasranüer, o mecusiler ve Allah'a şirk koşanlar..."(Hacc, 17) "Ehl-i kitaptan kâfir olanlar da, müşrikler de... istemezler" (Bakara, 105), "Ehl-i kitaptan kâfir olanlar ve müşrikler., olmadı..." (Beyyine, 1) âyetlerinden dolayı, ehl-i kitap ile müşrikleri de birbirinden ayırdettiğini söyledik. Allahü Teâlâ bu ayetlerde, her iki grubun arasını ayırarak, onlardan birini diğerine atfetmiştir ki, bu da farklılığı gerektirir.

Bunlara şöyle cevap verilir: Bu Hak teâlâ'nın, "Hani biz peygamberlerden misaklarını almıştık.. Senden de, Nuh'tan da.." (Ahzap, 7) ve "Kim Allah'a, O'nun meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa..." (Bakara, 98) âyetiyle bir müşkillik arzetmektedir. Eğer onlar, "Zikredilen vasıfta, onların kemâline dikkat çekmek için Cebrail ile Mikail özel olarak zikredilmiştir" derlerse, biz de deriz ki: Burada Hak teâlâ, onların küfürdeki derekelerine dikkat çekmek için, putperestleri özellikle bu isimle, müşrik ismiyle zikretmiştir. Bu meselede söylenebileceklerin tamamı işte bundan ibarettir.

Sonra bil ki, Yahudi ve Hıristiyanların müşrik isminin kapsamına girdiklerini söyleyenler de, iki gruba ayrılmışlardır. Onlardan bir grup şöyle demiştir: Bu isim onlara, lügat itibariyle verilmiştir. Çünkü biz Yahudi ve Hıristiyanların da şirki benimsediklerini açıklamıştık. Cübbaî ile Kâdî, bu ismin şer'î isimler cümlesinden olduğunu söylemişler, bu görüşlerine de şunu delil getirmişlerdir: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, kâfir olan herkesi müşrik diye adlandırdığı tevatür derecesindeki bir nakil ile naklolunmuştur. Kâfirler arasında, hiç ilâh kabul etmeyen olduğu gibi, ilâhının varlığı hususunda şüphe içinde olanlar veyahut da şerîkin mevcudiyeti hususunda şüphe edenler vardır. Yine kâfirler içinde, peygamber gönderildiği zaman öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr edenler de bulunmaktadır.

Şüphesiz bu, peygamberin gönderilmesi ve mükellef tutulmayı inkâr etmek demektir. Putlardan herhangi bir şeye ibâdet etmeyenler bulunduğu gibi, putperestlerin içinde putların yaratma ve âlemin nizâmını tedbir hususunda Allah'ın şerikleri olduğunu; hatta bunların Allah katında şefaatçiler olduklarını söyleyenler de vardır. Böylece, kâfirlerden çoğunun, âlemin ilâhının tek bir ilâh olduğunu; âlemin yaratılması ve tedbiri hususunda, ulûhiyyet bakımından O'nun bir yardımcısının, benzerinin ve şerikinin bulunmadığını kabul ediyorlardı. Bunun böyle olduğu sabit olunca, kâfirlere müşrik adının verilmesinin lûgavî isimlerden değil, aksine namaz, zekât ve diğerleri gibi, şer'î isimlerden olduğu ortaya çıkmış olur. Bu böyle olunca, her kâfirin bu ismin muhtevasına dâhil olması gerekir. Bu meselede söylenebilecek sözün tamamı işte bundan ibarettir. Muvaffakiyet Allah'tandır.

Cumhura Göre Ehli Kitaptan Olan Kadınla Evlenmek Caizdir

"Müşrik vasfının sadece putperestlere şamil olduğunu kabul edenler, Hak teâlâ'nın Müşrik kadınları nikâhlamayın "(Bakara. 221) âyetinin putperest kadınları nikâhlamayı yasakladığını söylemişlerdir. Müşrik vasfının bütün kâfirleri kapsamına aldığını söyleyenler ise Hak teâlâ'nın hitabının zahirinin, ister ehl-i kitaptan olsun, isterse olmasın, kâfir kadınların nikâh edilmesinin kesinlikle caiz olmadığına delâlet ettiğini söylemişlerdir.

Bu görüşte olanlar da kendi aralarında ihtilâf ederek imamlardan pekço-ğu, ehl-i'kitaptan olan bir kadını Müslüman bir erkeğin alabileceğini söylemişlerdir. İbn Ömer, Muhammed İbn Hanefiyye ile Zeydiyye imamlarından birisi olan el-Hadî den rivayet edildiğine göre Müslüman bir erkeğin kitabî bir kadını nikâhlamasının haram olduğunu söylemiştir.

Cumhurun delili, Hak teâlâ'nın Maide süresindeki, "Kendilerine kitap verilmiş olanların hür kadınları da... Size mubah kılındı" (Maide, 5) âyetidir. Mâide sûresinin tamamının hükmü bakî olup, ondan hiçbir şey kesinlikle neshedilmemiştir.

Buna göre eğer, "Bundan muradın, ehl-i kitap iken iman eden kimseler olması niçin caiz olmasın?" denirse, biz deriz ki: Bu, bundan önce Allah Teâ-lâ, "Mü'min kadınlardan muhsan olanlar helâl kılındı" buyurduğu için doğru olmaz.

Bu ifadenin içine, önce kâfir iken imân etmiş olanlar da girer, ta baştan beri mü'min olanlar da girer. Bir de Hak teâlâ'nın "ehl-i kitaptan olanlar." kaydı, mübahlık halinde bu vasfın bulunmasını ifade eder.

Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin caiz olduğuna, rivayet edilen şu husus da delâlet eder: Sahabe-i kiram ehl-i kitabın kadınları ile evleniyorlardı. Onlardan hiçbiri buna karşı çıkmamıştır. Binaenaleyh bu, ehl-i kitap kadınlarıyla evlenmenin caiz olduğu hususunda bir icmâdır. Huzeyfe (radıyallahü anh)'nin yahudî veya Hıristiyan bir kadınla evlendiği; Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in de ona, bu kadını boşamasını yazdığı; Huzeyfe (radıyallahü anh)'nin de, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e mektub yazarak, "Sen bunun haram olduğunu mu iddia ediyorsun?" dediği; Hazret-i Ömer'in ona, "Hayır fakat endişeleniyorum" diye cevap verdiği nakledilmiştir.

Cabir b. Abdullah (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir "Biz ehl-i kitabı nikâhlayabiliriz, fakat onlar bizim kadınlarımızla evlenemezler."Bunun böyle olduğuna şu meşhur haber de delâlet eder: Abdurrahman b. Avf (radıyallahü anh)'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, mecûsiler hakkında, "Kadınlarıyla nikâhlanmaksızm ve kestiklerini yemeksizin mecusîlere, ehl-i kitaba davrandığınız gibi davranın " Muvatta, Zekât, 23 (1/207). dediğini rivayet etmiştir. Eğer ehli kitabın kadınlarıyla evlenmek caiz olmasaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in böyle bir istisna yapması manasız olurdu.

Kitabiyeyi Nikâhlamanın Caiz Olmadığını Düşünenlerin Delilleri

Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin caiz olmadığı görüşündeki kimseler, şu delilleri ileri sürmüşlerdir:

a) "Müşrik kelimesi, yukarıda da beyan ettiğimiz gibi, ehl-i kitabın kadınlarına da şâmildir. Buna göre, "iman edinceye kadar, Allah'ı inkâr eden (müşrik) kadınlarla evlenmeyiniz" âyeti, ehl-i kitabın kadınlarıyla da evlenmenin haram olduğu hususunda açık bir ifadedir. Ayeti tahsis etmek veya mensûh olduğunu söylemek, zahirin hilâfına bir harekettir. Bu sebeple, bu hükmü almak gerekir." Bu görüşte olanlar sözlerine devam ederek şöyle demişlerdir: "Ayette, bizim söylediğimiz hususu te'kid eden şeyler vardır. Çünkü Hak teâlâ, âyetin sonunda, "İşte onlar (sizi) cehenneme çağırıyorlar" buyurmuştur. Böyle bir vasıf bir hükmün peşisıra zikredilip, bu ikisi birbirine uygun olduğu zaman, bu vasfın o hükmün illeti olduğu zahir olur. Buna göre sanki Allahü Teâlâ, "Müşrik kadınlarla evlenmeniz haram kılınmıştır. Çünkü onlar (insanı) cehenneme çağırırlar" buyurmuştur. Bu "cehenneme çağırma" illeti, ehl-i kitabın kadınları için de söz konusudur. Bundan dolayı onlarla evlenmenin haram olduğuna kesin hükmetmek gerekir.

b) İbn Ömer (radıyallahü anh)'e bu mesele sorulduğunda, o, hem haramlığı hem de helalliği ifade eden ayetleri okudu. Bu rivayetten şu şekilde istidlal edilir: Ferçlerde asıl olan onların haram olmasıdır. Haramlığı ifade eden delil, helalliği ifade eden delil ile çatışınca, her ikisi de delil olmaktan çıkar, böylece asıl olan haramlık hükmü baki kalır.

Aynı şekilde Hazret-i Osman (radıyallahü anh)'a köle olan iki kızkardeşin bir nikâh altında alınması sorulduğunda o, "Bunu bir ayet mubah, bir başka ayet ise haram kılmıştır" demiştir. Bu durumda siz, zikrettiğimiz sebepten ötürü bunu haram sayarsınız. Burada da durum aynıdır.

c) Muhammed b. Cerir et-Taberi, Tefsirinde İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, mü'-min kadınların dışında, her türlü dinden kadınların haram olduğu hükmünü rivayet etmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) "Kim imanı tanımayıp kâfir olursa, bütün ameli boşa gider" (Mâide, 5) ayetini delil getirmiştir. Bu böyle olunca, nikâhlamanın haramlığı hususunda, müşrik kadınlar irtidâd etmiş kadınlar gibi olurlar.

d) Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in haberi ile delil getirmek. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Talha (radıyallahü anh). Yahudi bir kadını; Hazret-i Huzeyfe (radıyallahü anh) ise Hıristiyan bir kadını nikâhlayıp almışlardı. Buna karşı Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) çok fazla sinirlenince onlar, "Ya emîre'l-mü'minîn, biz boşarız, yeter ki sen kızma" dediler. Hazret-i Ömer de, "Onları boşamak helâl olursa, onlarla evlenmek de helâl olur. Fakat ben onları sizden ayırıyorum" dedi.

Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmenin caiz olduğunu ileri süren kimseler, aksi kanaatte olanların birinci deliline şöyle diyerek cevap vermişlerdir: "Yahudi ve Hıristiyanların, "müşrik" ismine dâhil olmadığını söyleyenlere göre, ortada böyle bir müşkil kalmaz. Fakat aksini söyleyenler şöyle derler: Âyetteki, "kendilerine kitap verilmiş olanların hür kadınları..." da size mubah kılındı" buyruğu, tefsirini yaptığımız ayetten daha "hass" (husûsî) dir. Buna göre eğer, böyle bir haramlığın sabit olup, daha sonra zail olduğuna dâir rivayetler doğru ise, biz işbu "Kendilerine kitap verilmiş olanların hür kadınları da....." sözünü nesheden bir ayet kabul ederiz.Eğer böyle bir haramlık sabit değil ise, bunu tahsis eden bir ayet kabul ederiz. Bu konuda netice olarak şunu diyebiliriz: Nesh ve tahsis, asıl olanın aksine bir harekettir. Fakat iki âyeti bağdaştırmak ancak bu yollarla mümkün olduğu zaman, bu yola başvurulması gerekir."

Aksi görüştekilerin ikinci delilleri olan, "cehenneme davet ettikleri için, putperest kadınları nikâhlamanın, cehenneme davet ettikleri için haram kılınmış olduğu; aynı mananın ehl-i kitabın kadınları için de söz konusu olduğu..." şeklindeki görüşlerine karşı biz deriz ki: Bu iki cins kadın arasındaki fark şudur: Müşrik kadın, imana karşı muhalefetini ve karşı çıkışını açıkça ortaya kor. Kocası onu sevebilir. Sonra bundan dolayı o, kocasını Müslümanlara karşı savaşa teşvik edebilir. Bu durum zımmî kadın hakkında söz konusu değildir. Çünkü o, başkasının emri altında olup zillete ve meskenete razıdır. Sonra bu kadın ile yapılacak nikâh Müslümanlara karşı savaşmaya sebep olmaz.

Muhalif görüşte olanların, "Bu hususta helalliği ifade eden âyet ile haramlığı ifade eden âyetler çatışmaktadır" şeklindeki iddialarına gelince, deriz ki: Helâlliği bildiren ayet hâs olup, sonradan nazil olduğunda icmâ vardır. Bundan dolayı bu âyetin, haramlığı ifade eden âyetten önce nazar-ı itibara alınması gerekir. Bu, câriye olan iki kızkardeşi bir nikâh altında tutma ile ilgili iki âyetin aksine bir durumdur. Çünkü o iki âyetten her biri bir yönden diğerinden daha hususi, bir yönden de daha umumidir. Binaenaleyh bunlarda herhangi bir tercih sebebi yoktur.

Allahü Teâlâ'nın o ayette, "Kendilerine kitap verilmiş olanların hür kadınları... " buyurmuş olması, iyi Müşrik kadınlarla, onlar iman etmedikçe evlenmeyiniz" âyetinden mutlak olarak daha husûsîdir. Bu sebep lile bir tercihin bulunması gerekir. Onların, Hak teâlâ'nın "bütün amelleri boşa gider" (Maide, 5) âyetini delil getirmelerine karşı bu şekilde cevap veririz: Biz, birçok hükümde ehl-i kitaba mensup kadınlar ile irtidâd etmiş kadınlar arasında bir fark olduğunu kabul ettiğimize göre, bu hükümde de ikisi arasında niçin bir fark olmasın?

Onların, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in haberine delil olarak sarılmalarına karşı ise şöyle deriz: Biz de, Hazret-i Ömer'in bunun haram olmadığını söylediğini naklettik. İki delil arasında bir tearuz olduğu zaman, ikisiyle de istidlal edilemez. Allah en iyisini bilendir.

Kerramiye Mezhebinin İman Hakkında Yanlış Bir İstidlali

Herkes, Hak teâlâ'nın "iman edinceye kadar.."kaydından maksadın, "Onlar kelime-i şahadet getirmek ve İslâm'ın hükümlerini kabul etmeleri..." olduğunda ittifak etmişlerdir. Buna göre Kerrâmiye bu ayeti, imanın sırf ikrardan ibaret olduğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ bu ayette imanı, haramlığın kalkmasına sebep kabul etmiştir. Âyette haramlığın kalkmasına sebep olan şey ise ikrardır. Böylece şeriat örfünde imanın ikrardan ibaret olduğu ortaya çıkmış olur."

Ehl-i Sünnet alimleri bu görüşün yanlışlığına şu delilleri getirmişlerdir:

1) Hak teâlâ'nın (Bakara, 3)ayetinin tefsirini yaparken, pek çok delil getirerek imanın kalbin tasdikinden ibaret olduğunu beyan etmiştik.

2) Hak teâlâ'nın "İnsanlardan, mü'min olmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" diyenler vardır" (Bakara, 8) âyetidir. Eğer iman sırf ikrardan ibaret olsaydı, Hak teâlâ'nın (......) buyruğu bir yalan olmuş olurdu.

3) Cenâb-ı Hakk'ın, "O bedevi Araplar, "iman ettik" dediler. De ki, "siz iman etmediniz" (Hucurat, 14) inayetidir. Eğer iman sırf İkrardan ibaret olsaydı, o zaman Hak teâlâ'nın, "De ki:"Siz iman etmediniz" buyruğu yalan olmuş olurdu. Sonra âlimlerimiz, onların bu âyetle istidlal etmelerine şu şekilde de cevap vermişlerdir: Kalbdeki tasdike muttali olmak imkânsızdır. Bu sebeple, dil ile ikrar kalbin tasdikinin yerine ikâme edilmiştir.

Altıncı Mesele

Hasan el-Basrî'nin şöyle dediği nakledilmiştir:"Bu âyet, Müslümanların daha önce yapmış oldukları müşrik kadınları nikâhlama âdetini feshetmiştir".Kadı şöyle demiştir: Onların, bu âyet nazil olmadan önce müşrik kadınlarla evlenmeyi, şeriatın emri ile değil de, âdet olduğu için yapmışlarsa, bu âyeti "nâsih" olarak nitelendirmek doğru değildir. Çünkü usûl-i fıkıhta, "nâsih ve mensûh hükümlerin serî hüküm olmaları gerekir" kaidesi yer almıştır. Amabu âyet inmezden önce, müşrik kadınlarla evlenmek şeriatın koymuş olduğu bir hüküm olduğu takdirde bu âyet ancak o zaman nâsih olur.

İman Eden Câriye ve Müşrik Bir Kadın

Hak teâlâ'nın"İman eden bir câriye, hoşunuza gitse de müşrik bir kadından daha hayırlıdır" âyeti hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebu Müslim, Hak teâlâ'nınsözündeki lâm harfinin, te'kid ifadeetmesi bakımından, kasem lamına benzediğini söylemiştir.

İkinci Mesele

Ayette geçen, kavlinin mânası, "güzel, faydalı" demektir. Buna göre mâna, "Hepsi de güzellik, mal ve asâtet bakımından aynı seviyede olurlarsa, bil ki mü'min olan câriye, müşrik cariyelerden daha hayırlıdır" demektir. Çünkü iman, dine taalluk eder. Mal, güzellik ve asalet ise, dünya ile ilgili hususlardır. Hâlbuki din, dünyadan daha hayırlıdır. Bir de, herkes nezdinde din, en şerefli şeydir. Din konusunda uyuşma meydana geldiği zaman, karı-koca arasındaki muhabbet daha mükemmel olur. Böylece de, sıhhat, tâat, malı ve evlâdı himaye etme gibi dünyevî hususlar da mükemmellesin Ama dinî bakımdan bir ayrılık bulunması durumunda, eşler arasında herhangi bir sevgi bulunmaz; o kadından da, dünyevî menfaat açısından herhangi bir şey elde edilemez.

Âlimlerden bazıları ise, Hak teâlâ'nın bu buyruğundan maksadının, "Mü'min bir câriye, müşrik olan bir hür kadından daha hayırlıdır" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bil ki, şu iki sebepten dolayı, böyle bir takdire ihtiyaç yoktur:

1) (Müşrike) lâfzı, mutlaktır.

2) Hak teâlâ'nın "hoşunuza gitse bile" kaydı, zaten hür olma sıfatına delâlet eder. Çünkü takdir, " o kadın güzelliği, malı, mülkü, hürriyeti veya asaleti cihetinden sizin hoşunuza gitse bile..." şeklindedir. Buna göre bütün bu hususlar Hak teâlâ'nınsözünün kapsamına dahil olur.

Üçüncü Mesele

Cübbâî şöyle demiştir: "Ebu Hanife'nin mezhebi- ne göre âyet, hür kadının mihrini vermeye kadir olabilen kimsenin, cariyeyle evlenmesinin caiz olduğuna delâlet eder." Bu böyledir, çünkü ayet-i kerime, müşrik olan hür kadının mihrini verebilecek kimsenin, câriye ile evlenmesinin caiz olduğunu gösterir. Fakat müşrik hür kadının mihrini verebilecek kimse, hiç şüphesiz Müslüman hür kadının mihrini de verebilir Çünkü, küfür ve iman hususundaki farklılık, nikâh hazırlıkları için ihtiyaç duyulan malın miktarında değişiklik arzetmez. Böylece, hür ve Müslüman bir kadının mihrini verebilecek bir kimsenin, câriye ile evlenmesi de kesinlikle caiz olur. Bu, bu meselede yapılmış olan hoş bir istidlaldir.

Dördüncü Mesele

Ayet-i kerimede bir müşkil bulunmaktadır. O da, Hak teâlâ'nınhitabının müşrik olan kadınlarla evlenilmesinin haram olmasını gerektirmiş olmasıdır. Sonra Hak teâlâ'nın buyruğu da müşrik olan kadınlarla evlenilmesinin caiz olmasını gerektirir Çünkü, ( manasında olan) " lâfzı, sıfatta müşterekliği gerektirir. Hâlbuki hayırlı olma vasfı bunlardan birisi için söz konusudur.

Bu müşkili şu şekilde bertaraf ederiz: Müşrik kadınlarla evlenmek, dünyevî menfaatları, mü'min kadınlarla evlenmek ise uhrevî menfaatları ihtiva etmektedir. Bu iki çeşit fayda, bir fayda olma esnasında müşterektirler. Ancak ne var ki, ahiret ile ilgili faydanın daha büyük özellik ve üstünlükleri vardır. Bu sebeple, böyle bir suâl kendiliğinden bertaraf edilmiştir. Allah en iyisini bilendir.

Hak teâlâ'nın "Müşrik erkeklere de, iman edinceye kadar, (mü'min kadınları) nikâh yapmayın" hitabına gelince, burada bundan maksadın herkes olduğu, iman etmiş bir kadını, küfürlerinin çeşidi nasıl olursa olsun, bir kâfirle evlendirmenin kesinlikle helâl olmayacağı hususunda herhangi bir ihtilâf yoktur.

Hak teâlâ'nın"Mü'min bir köle, hoşunuza gitse de müşrikten daha hayırlıdır" buyruğu hususundaki sözümüz, daha önce söylemiş olduğumuz gibidir.

Cehenneme Çağıranlar

Hak teâlâ'nın"İşte onlar sizi cehenneme çağırıyorlar" kavli hakkında iki mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Bu ayet, "Benim (karşılaştığım) bu hal nedir? Ben sizi kurtuluşa davet ediyorum, siz beni ateşe davet ediyorsunuz!" (Mü'min, 41) âyetinin bir benzeridir. Eğer "Onlar çoğu zaman cehenneme iman etmemiş iken, nasıl olur da cehenneme davet ederler?"denilir ise, buna şu şekilde cevap veririz: Âlimler bu âyetin te'vili hususunda şu görüşleri söylemişlerdir:

a) Onlar, insanı cehenneme götürecek işleri yapmaya davet ederler. Çünkü görünen odur ki, evlilik ülfet, muhabbet ve sevgi mahallidir. Bütün bunlar ise, gaye ve maksadlarda karı-kocanın birbiriyle uyuşmasını gerektirir. Bu da, sevgilisi ile uyum içinde olması sebebiyle çoğu kez Müslümanın İslâm'dan çıkmasına sebep olur.

İmdi eğer, "Sevgi ihtimali her iki taraf için de vardır. Ülfet ve muhabbet sebebiyle Müslümanın kâfir olma ihtimali olduğu gibi, kâfirin de Müslüman olması muhtemeldir. Her iki ihtimal çatıştığı zaman, her ikisinin de düşmesi gerekir. Böylece de geriye cevazın aslı kalır" denirse, biz deriz ki: Üstünlük bu taraf içindir. Çünkü kâfirin küfründen vazgeçebileceği takdirine göre bu, Müslümanın mükâfaat ve derecesini artırır. Müslümanın İslâm'dan vazgeçebileceği takdirine göre ise, bu çok büyük bir azabı gerektirir. Binaenaleyh bu işi yapmak, kişi için en büyük fayda ile en büyük zararın dokunması arasında dönüp dolaşır. Bu gibi durumlarda zarardan kaçınmak gerekir. İşte bu sebepten ötürü Allahü teâlâ, men etme tarafını, cevaz tarafına tercih etmiştir.

b) Âlimler arasında, "İşte onlar sizi cehenneme çağırıyorlar" âyetini, "Onlar sizi, savaşı ve cihadı terk etmeye çağırıyorlar" manasına alanlar vardır. Muharebeyi ve cihadı terk etmede ise, cehenneme ve azaba dücâr olmayı gerektiren şey vardır. Bu te'vili yapanın, bundan maksadı ehl-i kitaptan zımmî olan ile olmayanlar arasında bir farkın olduğunu ortaya koymaktır. Çünkü zımmî olan bir kadın, kocasını Müslümanlara karşı savaşmaya sevketmez. Böylece ikisi arasındaki fark ortaya çıkmış olur.

c) Doğan çocuğunu kâfir.çoğu kez küfre çağırır. Böylece de o çocuk cehennemliklerden olur. Allahü teâlâ bize Müslüman kadınlarla evlenmemizi ve böylece doğacak çocuğun Müslüman ve cennetlik olmasını emretmek suretiyle cennete davet eder.

Allah Cennete Çağırır

Hak teâlâ'nın"Allah ise kendi iradesiyle cennete ve mağfirete çağırır" ayeti hakkında iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Âyetin mânası şudur: Allah'ın dostları cennete çağırırlar. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: Allah'ın düşmanları cehenneme davet ederler; Hâlbuki Allah'ın dostlarıysa, cennete ve mağfirete davet ederler. Binaenaleyh, muhakkak ki aklı olan kimseye, Allah'ın düşmanları olan müşrik kadınların etrafında dolaşmamaları, bilâkis mü'min kadınlarla evlenmeleri gerekir. Çünkü mü'min kadınlar, cennete ve mağfirete davet ederler.

İkinci Görüş: Allahü Teâlâ ilgili hükümleri beyan edip, kimisini mubah, kimisini de haram kılınca, "Allah cennete ve mağfirete çağırır" buyurmuştur. Çünkü bu davete sarılan kimse, cennete ve mağfirete müstehak olur.

Hak teâlâ'nın kavlinin manası, "Allah'ın kolaylaştırması ve kendisiyle cennete ve mağfirete müstehak olunan amele muvaffak kılmasıyla.." demektir. Bunun bir benzeri de, "Allah'ın izni olmadan, hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir" (Yunus, 100). "Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimse ölmez" (Al-i imran, 145) ve "Onlar, Allah'ın İzni olmadıkça hiç kimseye zarar veremezler" (Bakara. 102) ayetleridir. Hasan el-Basrî şeklinde ref ile okumuştur. Yani, "Mağfiret, O'nun kolaylaştırma asıyla bulunur" demektir.

Hak teâlâ'nın, İyice düşünüp ibret alsınlar diye, Allah âyetlerini iyice açıklar" buyruğunun mânası açıktır.

Hayız Hakkında Hüküm

221 ﴿