222

"Sana kadınların hayız halinden soruyorlar. De ki: "O, bir ezadır. Onun için hayız zamanında kadınlardan ayrılın, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri zaman, Allah'ın size emrettiği taraftan onlara varın. Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri sever; iyice temizlenenleri sever".

Birinci Mesele

Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinde altı soru zikretti. Bunlardan ilk üçünü vâvsız, son üçünü de vâv ile başlattı. Bunun sebebi şudur: Onların ilk üç hâdise hakkındaki soruları, ayrı ayrı durumlarda vaki olmuştur. Bu sebeple orada atıf harfi getirilmemiştir. Çünkü bu sorulardan her biri, ayrı ayrı birer sorudurlar. Onlar son üç soruyu ise, aynı anda yöneltmişlerdir. Dolayısıyla cem ifade eden atıf harfiyle getirilmiştir. Sanki şöyle denmek istenmiştir: "Soru soranlar, içki, kumar ve şunu şunu aynı anda sana soruyorlar..."

İkinci Mesele

Rivayet edildiğine göre Yahudi ve mecûsîler, kadın hayızlı iken, ondan son derece uzak duruyorlardı.

Hıristiyanlar ise, hayız falan dinlemeden, kadınlarla cima ediyorlardı. Câhiliyye dönemindekiler İse, kadın hayızlı olduğu zaman, onunla aynı sofraya oturmuyorlar, verdiği şeyleri içmiyorlar, onunla aynı yatakta yatmıyorlar, Yahudi ve mecûsilerin yaptığı gibi, aynı çatı altında barınmıyorlardı. Bu âyet nâzil olunca, Müslümanlar âyetin zahirine sarılarak, hayız olan kadınları evlerinden çıkarıyorlardı. Bedevilerden bir grup kimse, "Ya Resûlallah! Soğuk çok fazla, elbiselerimizse çok az! Elbiseleri, dışarı attığımız kadınlara versek, evde kalanlar bu sefer soğuktan üşürler. Elbiseleri kendimize alıkoysak, hayızlı olan kadınlar soğuktan ölürler!" Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kadınlar hayızlı oldukları zaman, ben size kadınlarla cinsi münasebet yapmamanızı emrettim; yoksa, acemlerin yaptığı gibi onları evlerinizden çıkarmanızı emretmedim.." buyurdu. Yahudiler bunu duyunca şöyle dediler; "Bu adam bize muhalif davranmadığı hiç bir mesele bırakmıyor." Sonra, Abbâd İbn Beşir ile Useyd İbn Hudayr, Hazret-i Peygamber'e gelerek O'na bu durumu haber verdiler ve "Ya Resulallah hayızlı iken onlarla cima etmeyelim mi?" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yüzünün rengi değişti, bu iki zât da O'nun kendilerine kızdığını zannederek kalktılar. Tam o sırada Hazret-i Peygamber'e bir süt hediye ve ikram edildi. Bunun peşinden Hazret-i Peygamber o iki kimseye haber salarak, bu sütü onlara ikram etti. Böylece de, kendisinin onlara kızmamış olduğunu bize anlatmış oldu.

Hayz Kelimesi Hakkında İlmi Bir Tetkik

Arapçada, (......) kelimesinin aslı akmaktır. "Sel aktı ve taştı" denilir. Ezherî, havuza, (......) denilmesinin sebebinin de bu olduğunu söylemiştir. Çünkü su, havuza akmaktadır. Araplar, aynı cinsten oldukları için vâvı yâ harfinin yerine; yâ'yı da vâvın yerine kullanıyorlardı. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Bu, kalıbı bazen, kelimeleri gibi ism-i mekân ifade eder. Bazen de masdar mânasına gelir. Nitekim hayız oldu.." "Geldi..." ve "geceledi" denilir. Vahidî, el-Basît'inde, İbn Sikkît'den şunu nakletmiştir: Fiil, "ölçtü, ölçüyor" "Hayız oldu, hayız oluyor" ve benzerleri gibi, sülâşî olur, muzarîsinin ayne'l-fiili de meksûr olursa, bu fiillerin ismi mekânı, masdar-ı mîmîsi ise fethalı olarak, (......) şeklinde gelir. Meselâ, (meyi etmek) gibi.. Kelimenin ismi mekânı ise, dur. Böylece İbn Sikkît, kelimenin, (......) kalıbında ism-i mekân olduğu, (......) kalıbında da masdar olduğu görüşünü benimsemektedir. Şayet bir kimse, hem masdar-ı mîmî, hem de ism-i mekânda, kalıbları meftun ya da meksûr okursa caizdir. Nitekim Araplar, (......) demektedirler. Böylece, (......) lâfzının, ism-i mekân mânasında hakikat ifade ettiği ortaya çıkmış olur. Bu aynı zamanda hayzın, bizzat ismi olarak da kullanılır. Bu sabit olunca, edîb olan pekçok müfessir, (......) lafzıyla burada hayız anlamının kastedildiğini iddia etmişlerdir. Bana göre ise, bu böyle değildir. (......) lafzıyla burada hayızın kendisi kastedilmiş olsaydı, o zaman Hak teâlâ'nın emrinin manası, "Kadınları hayız zamanı terk edin" olurdu. Bundan murad ise, "hayız zamanında kadınlardan uzak durun.." olur. Böylece de âyetin zahiri, kadının göbeğinin üstünde ve diz kapağının altında kalan yerlerden faydalanmaya mâni olmuş olurdu. Böyle bir yasak olmayın-ca.o zaman âyete neshin veyahut da bir tahsisin arız olduğuna hükmetmek gerekir. Bunun ise, astın hilâfına olacağı herkesi malûmudur. Ama biz, (......) kelimesini, hayızın mekânı mânasına aldığımızda, ayetin mânası, "Hayız mahalli hususunda kadınları terk edin." olur. Böylece de mâna, "kadınların hayız mahallinden uzak durun" şeklinde olur. Bu izaha göre de, âyete herhangi bir nesh ve tahsis arız olmamış olur. Lâfız iki mâna arasında müşterek olup, lâfzı o manalardan birine hamletmek bir mahzur doğurur, diğerine hamletmek ise aynı sakıncayı doğurmazsa, bu durumda lâfzı mahzur doğurmayan mânaya hamletmenin evlâ olduğu herkesçe bilinen bir usûldür. Bu, ism-i mekân manasına kullanılmasının masdar anlamına kullanılmasından daha çok ve daha meşhur olduğunu bilmemizle beraber, lâfzının ismi mekân mânası ile masdar-ı mimî arasında müşterek bir lâfız olduğunu kabul etmemiz durumunda böyledir.

Buna göre, eğer lâfzından hayzın murad edildiğine dair delil, Hak teâlâ'nınyani, "Hayız bir eziyyettir" buyurmasıdır. Eğer, lâfzından maksad hayız değil de, hayızın çıktığı yer olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, demesi doğru olmazdı" denilirse, biz deriz ki: (......) kelimesinin hayızdan ibaret olmasının takdiri durumunda hayızın bizzat kendisinde bir eziyyet bulunmaz. Çünkü hayız, hususî nitelikteki bir kandan ibarettir. Eziyyet de hususî bir keyfiyettir. Eziyyet de arızîdir. Cisim, arızînin bizzat kendisi olamaz. Bu sebeple onların, "Bundan murad, eziyyet olmakla nitelenmiş bir hayız olduğunu." söylemeleri gerekir. Bu caiz olunca, bizim de, "Bundan murad, hayız mahallinin eziyyete katlanması olduğunu" söylememiz caiz olur. Hem birinci, lâfzından muradın hayızın bizzat kendisi, ikinci, lâfzından ise, hayız mahallinin murad edilmiş olması niçin caiz olmasın? Yapılan bu takdire göre, sizin söylemiş olduğunuz müşkilât da ortadan kalkmış olur. Bu hususta söylenecek olan şeyler, bana göre bunlardır. Muvaffakiyyet Allah'tandır.

Hak teâlâ'nınbuyruğuna gelince, Atâ, Katâde ve Süddî, bu kelimenin "pislik" manasını ifadeettiğini söylemişlerdir. Bil ki Arapça, (......) kelimesi, hoşa gitmeyen her şeye delâlet eder. Hak teâlâ'nın emrinin mânası, o şeyden uzaklaşmayı ifade eden bir ayrılıştır. İlleti ise, daha önce zikredilmiş olan, (......) lâfzıdır. Sonra bu illete hüküm terettüp etmiştir; bu hüküm ise, terk etmenin vâcib olmasıdır.

İmdi eğer, "Eziyyet, kandan başka bir şey değildir. İstihâza (özür kanı gelmesi) durumunda kadınlardan ayrılmak vâcib olmadığı halde bu eziyyet istihâza durumunda da söz konusudur. Buna göre bu hükmün illetinin "eziyyet" olduğunu söylemek, tenakuz arzetmiştir" denilirse, biz de deriz ki:

İllet tenakuz arzetmemiştir; çünkü hayız kanı, rahim yoluyla kadının bünyesinin dışarı attığı fazla kandan ortaya çıkan bozulmuş bir kandır. Eğer bu fazlalık kan akmasa kadın hasta olur. Buna göre bu kan, idrar ve büyük abdest yapmak gibi bir şey olur. Böylece bu kan, bir sıkıntı ve bir pislik olmuş olur. Ama istihâza kanı böyle değildir. Aksine bu kan, rahmin derinliklerinde bulunan ve patlayan damarlardan akan, bozuk olmayan bir kandır. Dolayısıyla bu bir eziyyet sayılmaz. Bu konuda söyleyebileceklerim bundan ibarettir. Çünkü bu tıbbî bir konudur. Bunun izah edilmesiyle Kur'ân'ın zahiri ta'n ve kınanmaktan kurtarılır. Kendi muradını en iyi bilen ise, Allah'tır.

Hayız Kanı İle istihaze Kanı Arasındaki Fark

Bil ki, hayız kanı, hakikî olan bir takım sıfatlarla nitelenmiştir. Bu kana da, şer'î olan bir takım hükümler dayanır. Hakikî sıfatlar iki kısma ayrılır:

1) Bunlardan birisi, menbâ'dır (kaynak). Hayız kanı, rahimden çıkan bir kandır. Nitekim Hak teâlâ, "Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kadınlara helâl olmaz"(Bakara, 228) buyurmuştur. Bunun tefsirinde, "Hak teâlâ'nın rahimlerde yarattığı şeyden muradın, hayız ve hamilelik durumu olduğu" söylenmiştir. İstihâza kanına gelince, bu rahimden değil, rahimin ağzında sona eren damarlardan çıkar. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) istihâza kanını vasfederken, "Bu, rahimde patlamış damarların kanıdır" buyurmuştur. Hazret-i Peygamberin bu sözü, Kur'ân'ın göstermiş olduğu illet ve sebepte bir tenakuz bulunmadığı hususunda söylemiş olduğumuz görüşleri de pekiştirir.

2) Hazret-i Peygamberin hayız kanını vasfederken söylemiş olduğu sıfatlar şunlardır:

a) Siyahtır,

b) Fazla akıcı değil,

c) Yakıcıdır,

d) Pek fazla hissedilmez, hızlı akmaz,

e) Diğer kanların aksine kötü kokuludur Çünkü, bu kan, kadının bünyesinin dışarı attığı fazlalık kanlardandır,

f) Koyu kırmızı ve rengi bulanıktır. Kendisinde bulanıklık bulunduğu için, deniz suyuna benzediği de söylenmiştir. Buna göre bu sıfatların hepsi hakiki sıfatlardır.

Bazı âlimler de şöyle demiştir: Hayız kanı, istihâza kanından ayrılır. Buna göre bu sıfatların kendisinde bulunduğu her kan, hayız kanıdır. Böyle olmayan ise, hayız kanı değildir. Hayız kanı mı yoksa istihâza kanı mı olduğu kesin olarak bilinemeyen kanlarda ise, aslolan mükellefiyetin devam etmesidir. Mükellefiyet halinin sona ermesi ise, ancak hayız kanı olduğuna karar verildiği zaman olur. Kanın hayız kanı olmadığı bilindiği vakit, vâcib olan mükellefiyetler, vâcib olmaya devam eder.

Kimi alimler ise şöyle demişlerdir: Mükellef olan kimse, bu sıfatları birbirine karıştırabilir. Dolayısıyla gerek kan, gerekse bu sıfatlar hususunda, mükellefi temyizde bulunmak ile sorumlu tutmak, bir güçlük ve meşakkat çıkarmayı iktizâ eder. Binaenaleyh, Şâri-i Evvel olan Allahü Teâlâ, muayyen ve düzenli bir vakit tayin etmiştir. O vakitte kan bulunduğu zaman, o kanın vasfı nasıl olursa olsun, o kanın hükmü hayızın hükmü olur. O vaktin dışında bir kan çıktığı zaman, o kanın vasfı ne olursa olsun o kanın hükmü hayız olmaz. Bu görüşü ileri sürenlerin maksadı, mükelleften güçlük ve zorluğu kaldırmaktır. Sonra hayızdan dolayı meşru kılınan hükümler, namaz kılmaktan, oruç tutmaktan, mescide girmekten, Mushaf'a dokunmaktan ve Kur'an okumaktan uzak durmaktır. Ayrıca kadın, hayız ile buluğa ermiş kabul edilir. Kur'an'ın nassı ile hayız sebebiyle sabit olan bir diğer hüküm de, âyetin kendisine nasıl delâlet ettiğini beyan ettiğimiz üzere, cimâdan sakınmaktır.

Beşinci Mesele

Âlimler, hayızın müddeti hususunda da ihtilâf etmişlerdir. İşte bundan dolayı Şafiî (r.h.a), hayzın en az müddetinin bir gün bir gece; ekserisinin ise, on beş gün olduğunu söylemiştir. Bu, Ali İbn Ebi Talib, Atâ İbn Ebi Rabâh, Evzâi, Ahmed İbn Hanbel ve İshâk (Allah kendilerinden razı olsun)'ın görüşüdür.

Ebû Hanife ile Sevrî ise, bunun en az müddetinin üç gün üç gece, bundan az olursa, bunun istihâza kanı olduğunu, ekserisinin ise on gün olduğunu söylemişlerdir.

Ebu Bekr er-Razi ise Ahkâmu'l-Kur'an'ında şunu söylemiştir: Ebû Hanife de, Atâ'nın verdiği hükmü kabul ederek, hayızın en az müddetinin bir gün bir gece, en fazla müddetinin ise onbeş gün olduğunu söylemiş; sonra da bu hükmünden vazgeçmiştir.

İmâm Mâlik ise, azlık ve çokluk hususunda muayyen bir miktarın bulunmadığını; bir saat dahi olsa, bunun hayız kanı olacağını; yine bu kan günlerce devam etse, yine hayız kanı sayılacağını söylemiştir. Ebu Bekr er-Razî, Ahkâmu'l-Kur'an'ında İmâm Mâlik'in görüşünün yanlışlığına delil getirerek şöyle demiştir. "Eğer bu miktar azlık ve çokluk bakımından nazar-ı dikkate alınmasaydı, o zaman hayız kanının kadında mutlak olarak mevcut kan olması gerekirdi.. Bu durumda da, istihazalı hiçbir kadının bulunmaması gerekirdi. Çünkü ondaki kanın hepsi, Mâlik'in mezhebine göre hayız kanı olur du ki, bu da ümmetin icmâsıyla yanlıştır.

Bir de rivayet edildiğine göre, Fatıma binti Ebt Cahş, Hazret-i Peygamber'e, "Hayızım devam ediyor, ben de bir türlü temizlenemiyorum" demiştir. Yine rivayet edildiğine göre, Hamne (radıyallahü anhnha) yedi sene istihâza kanı gördü.. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her ikisine de bütün bu sürelerin hayız olduğunu söylemedi. Aksine, onlara, bunun bir kısmının hayız, bir kısmının ise istihâza kanı olduğunu söylemiştir. Binaenaleyh, bu görüş yanlıştır. Allah en iyi bilendir.

Bil ki bu delil zayıftır. Çünkü bir kimse şöyle diyebilir: Hayız kanı istihâza kanından, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hayız kanıyla alâkalı olarak zikrettiği bazı sıfatlarla ayrılır. Biz bu sıfatların bir kanda bulunduğunu anladığımızda, onun hayız kanı olduğuna hükmederiz. Bu sıfatların bulunmadığını gördüğümüzdeyse, onun hayız kanı olmadığına hükmederiz. Bu iki hususta tereddüt ettiğimiz zaman, hayızın meydana geldiği meçhulümüz olur; asıl olan mükellefiyetin devam ettiği malum olur. Şüpheli olan bir şey, malûm olan bir şeyle tezâd teşkil edemez. Bu sebeple, aslî olan mükellefiyetlerin yerine getirilmesi gerektiğine hükmedilir. Eğer hayız için belli bir zaman tayin edilmezse hayız, istihâzadan bu yol ile ayırdedilir. İmâm-ı Mâlik'in delili iki yöndendir:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hayız kanı siyah ve yakıcı, (acı veren) bir kandır" ifadesiyle, hayız kanının alâmet ve sıfatlarını açıklamıştır. Binaenaleyh, kan bu sıfatlarla mevsûf olunca, hayız meydana gelmiş olur. Bu da, Onun için hayız zamanında kadınlardan aynim" âyetinin ve Hazret-i Peygamber'in Fatıma binti Ebu Hubeyş'e söylediği, "Hayız kanı geldiği zaman, namaz kılmayı bırak" Buhari, Hayz, 8. 19.hadis-i şerifinin hükmüne girer.

b) Allahü Teâlâ hayız kanı hakkında "O bir ezadır. Onun için hayız zamanında kadınlardan ayrılın" buyurmuş, onun bir eziyyet olma vasfını, kadınlardan ayrılmanın vâcib oluşunun illetini beyân sadedinde zikretmiştir. Bu kan, fena kokusu, bozuk rengi ve çok fazla akıcı olmayışı sebebiyle bir eziyyet olmuştur. Kadınlardan uzaklaşmanın vücubiyyeti bu mânalarla sebeplendirilmiş olunca, kanda bu nitelikler bulunduğu zaman, Allah'ın kitabında açıkça zikredilen sebeple amel etmek için, kadınlardan uzak durmak gerekir. Bana göre, İmâm Mâlik'in bu görüşü çok kuvvetlidir.

Şafiî, Ebû Hanife ye karşı, şu iki hususu delil olarak zikretmiştir:

1) "Hayız müddetinin en azı bir gün bir gece, en çoğu ise onbeş gündür. Bunun delili Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hayız kanını "siyah ve yakıcı (acı veren)" diye nitelendirmiş olmasıdır. O kan bu vasıfta bulunduğu zaman hayız mavcut olmuş olur ve böylece, "Hayız zamanında kadınlardan aynimiz" âyetinin umûmî muhtevasına girmiş olur. Hayızın bir günden daha az olması ile on beş günden daha fazla olması hususlarında, Ebu Hanife ve ben, bu delil ile amel etmeyi ittifakla bıraktık. Binaenaleyh, geriye, bu müddetler hakkında bu delil ile amel edilme durumunun kalması gerekir."

2) Şafiî'nin, on günden fazla olan müddet hususundaki delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kadınları dinlerinin noksanlığı ile tavsif etmiş olduğu hadisidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu şu şekilde açıklamıştır: "Kadınların her biri ömrünün yarısını namaz kılmadan geçirir." Bu da hayızın bazen onbeş gün olduğuna delâlet eder. Çünkü bu takdire göre onların temizlik müddetleri de onbeş gün olur. Böylece de hayız kadının ömrünün yarısını almış olur. Eğer hayız bu müddetten daha az olsaydı, ömrünün yarısında namaz kılmayan mü'min kadın olmazdı.

Ebu Bekr er-Râzi, Şafiî'nin bu görüşüne şu iki izah ile cevap vermiştir:

a) Hadis metninde geçen, (......) yarım manasına değil, aksine "bazısı, bir kısmı" mânasına gelir.

b) Dünya ömrünün yarısında hayız olan bir kadın bulunmaz. Çünkü kadın bulûğa ermezden önce geçen ömrü de, hayatının bir parçasıdır.

Ebu Bekir er-Râzi'nin birinci cevabına şu şekilde cevap verebiliriz: "yarım" demektir. "İki parçaya ayırdım" manasında, denilir. Darb-ı meselde de, "Süt sağıyorum, yarısı senin" denilmiştir.

O'nun ikinci cevabına şöyle cevap verilir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kadınların her biri ömrünün yarısını namaz kılmadan geçirir" sözü, kadının namaz kıldığı zamanı içine alır. Bu da onun buluğa erdikten sonraki ömrüdür.

Ebu Bekir er-Râzi, Ebu Hanife'nin görüşüne birçok yönden delil getirir:

1) Ebu Ümâme (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hayızın en azı üç, en çoğu on gündür." Camiu's-Sağır, 1/53; Tirmizi, Taharet, 95 (1/228).

Ebu Bekr şöyle der: 'Eğer bu hadis sahih ise, hiç kimse bu hadisin gösterdiğinden başka tarafa dönemez."

2) Enes b. Malik ve Osman b. Ebu'l-As es-Sakafî (radıyallahü anh)'den şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Hayz üç-dört günden on güne kadardır. On günden fazla olan istihâzadır." Bu söz ile şu iki bakımdan istidlal edilir:

a) Sahabeden bir söz çıkar da diğerleri ona muhalefet etmez ise bu icmâ olur.

b) Aklın, hayzın miktarını belirlemesine imkân yoktur. Sahabîden bir şey rivayet edildiği zaman, zahir olan o şeyi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den duymuş olmasıdır.

3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hamne binti Cahş'a: "Bütün kadınlar her ay hayız gördüğü gibi sen de, Allah'ın ilmine göre, altı veya yedi gün hayız görürsünüz Tirmizi, Taharet, 95 (1/223). demiştir. Bu hadisin muktezası, her ay her kadının bu kadar hayız görmesidir. Biz, hadisin zahiri mânâsına, haytzın üç günden on güne kadar olduğunu söyleyerek muhalefet ettik. Binaenaleyh bu miktarın dışında kalan, bu asıl üzerine kalır.

4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kadınlar hakkında, "Aklı ve dini noksan olmasına rağmen en akıllı erkeklerin bile akıllarına hâkim olan kadınlar gibi bir varlık görmedim" buyurdu. Bunun üzerine, "Onların dinlerinin noksanlığı nedir?" denildiğinde, "Onlardan her biri günlerce ve gecelerce (hayız sebebiyle) namaz kılmazlar" Müslim, İman. 132. demiştir. Bu haber, hayız müddeti için, "günler ve geceler" denilebildiğini gösterir. "Günler" ifadesinin en azı üç, en çoğu on gündür. Çünkü bir ile iki gün hakkında "eyyam' (günler) lâfzı kullanıldığı gibi, on günden fazla zaman için de "eyyam" lâfzı kullanılmaz. Aksine, (on bir gün) denilir. Fakat sayısı üç ile on arasında olan günler için "eyyam" lâfzı kullanılır. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Fatıma binti Eb Hubeyş'e "Hayızgünlerinde namazı terk et" Buhari, Hayz. 24. buyurmuştur. "Eyyam" (günler) lâfzı, üç ile on arasında sayıdaki günler için kullanılmaya mahsustur. Ümmü Seleme (radıyallahü anhnha)'nin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kendisinden devamlı kan gelen kadının hükmünü sorduğu hadisinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem),

"Her ay hayız gördüğü günler ve geceler sayısınca beklesin ve her ay bu kadar müddet namaz kılmasın. Sonra gusledip namazını kilsın" Ebu Davud, Tahare, 106 (1/71). buyurmuştur. Buna göre eğer, "Belki de o kadının hayzı bu belli miktardaydı" denilir ise, biz deriz ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onun hayız müddetinin ne kadar olmadığını sormadan, mutlak olarak ona bu hükmü vermiştir. Binaenaleyh bu mutlak manada hayzın "eyyam" lâfzının kendisine delâlet ettiği miktar ile belirlendiğine delâlet etmektedir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Adiyy b. Sâbit'in hadisinde, "İstihazalı kadın, namazını normal hayız günleri müddetince bırakır" Ebu Davud, Tahare, 106, 107 (1/73, 74, 75).buyurmuştur. Hadisin ifadeettiği hüküm bütün kadınlar hakkında umumîdir.

5) Mutezile'nin ileri gelenlerinden Cübbâi'nin Tefsir'inde zikretmiş olduğu delildir. O şöyle demiştir: "Oruç ve namazın farziyyeti bunların farz oluşuna delâlet eden umumî delillerden dolayı belli olan bir farziyettir. Bu umûmî deliller ile üç ile on gün arasındaki hayız müddetince amel edilmemiştir. Binaenaleyh bu umûmi delililerin hükmünün üçten az, ondan çok günler hakkında aslı üzere kalması gerekir. Bu böyledir. Çünkü üçten aşağı olan günler hususunda âlimlerin ihtilâfı vardır. Böylece bu ihtilaf, bir şüphe doğurmuştur. Dolayısıyla biz üç günden aşağı olan zamanı hayız günleri kabul etmedik. On günden fazla olan müddet hakkında da ulemânın ihtilâfı vardır. Dolayısıyla bu da bir şüphe meydana getirmiştir. Bu sebeple, fazladan olan bu müddeti de hayız günleri olarak kabul etmedik. Fakat üç ile on gün arasındaki günlerin, hayız günleri olduğunda ittifak vardır. Dolayısıyla biz bu müddeti hayız müddeti olarak kabul ettik. İşte fukahânın bu meseledeki sözünün özeti budur.

Hayız Esnasında Haram ve Mubah Olan Husus

Müslümanlar, hayız süresi içinde cimânın haram olduğu ve bu müddet içerisinde kadının göbeğinin üstteyiz tünde kalan kısımlar ile diz kapağının altındaki kısımlardan yararlanmanın helâl olduğu hususunda ittifak etmişler; göbeğin altı ile diz kapağının üstünde kalan kısımlardan istifade etmenin caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre biz deriz ki: Ayette geçen, lâfzını tercih ettiğimiz şekilde, "hayız kanının çıktığı yer" manasında alırsak, ayet sadece hayızlı kadınla cima etmenin haramlığına delâlet etmiş olur. Âyette, bu mahallin dışında kalan yerlerden istifade etmenin haramlığına delâlet eden bir şey bulunmamış olur. Hatta "Bir şeyin özellikle zekredilmesi, hükmün onun dışında kalan şeylerde, o şeyin hükmünün aksine olduğunu gösterir" diyen kimse, bu ayetin cima mahalli dışındaki yerlerin helâllığına delâlet ettiğini söylemiş olur. Fakat lâfzını "hayız" manasında alanlara göre, ayetin takdiri, "Hayız zamanında kadınlardan uzak durun" şeklinde olur.

Sonra bu görüşte olanlar âyet ile göbeğin üstünde ve dizkapağının altında kalan kısımlar hakkında amel edilmediğini söylemişlerdir. Bunlara göre geriye kalan kısımların, haram hükmü üzere kalması gerekir. Muvaffakıyyet Allah'tandır. Cenâb-ı Allah'ın "Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri zaman, Allah'ın size emrettiği taraftan onlara varınız" buyruğuna gelince bil ki, "Onlara yaklaşmayın" "onlarla cima etmeyiniz" manasındadır. Koca hanımıyla cima ettiği zaman, denilir. Bu, "Hayız esnasında kadınlardan aynim" emrinin bir te'kidi gibidir. Bu son ifadeyi yeni ve kıymetli başka bir manaya hamletmek mümkündür. Bu da, ayetinin kanın çıktığı yere yaklaşmayı; âyetinin ise o yere yakın olan yerlerden istifade etmeyi nehyetmiş olmasıdır. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Kesir, Nâfi, Ebu Amr, İbn Âmir, Ya'kûb el- Hadramî ve Asım'dan rivayetle Ebu Bekir kelimeyi, "tahare" masdarından olmak üzere şeddesiz olarak, Hamza ve Kisâî ise şeddeli olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Asım'dan rivayet ile Hafs da böyle okumuştur. Buna göre şeddesiz okuyanlar, onu kanın kesilmesi manasına almışlardır Çünkü, " Kadın, hayızından temizlendi" manasındadır. Kadının hayızından temizlenmesi, hayız kanı kesildiği zamandır. Buna göre mana, "Onların hayız kanları kesilmedikçe, onlara yaklaşmayın" şeklindedir. Kelimeyi, şeklinde şeddeli okuyana göre ise, bu, manasındadır. Bundaki, o harfi, harfine idgâm edilmiştir. Bu, tıpkı, (......) ve (......) ayetterindeki (......) ve (......) kelimeleri gibidir. Yani bunlar aslında, (......) ve (......) manasındadır. Muvaffakıyyet Allah'tandır.

İkinci Mesele

Bütün beldelerin fakihlerinin çoğu, kadının hayız kanı kesildiği zaman, kocasının o kadınla cima etmesinin, ancak kadının hayız sebebiyle gusletmesinden sonra helâl olduğu görüşündedir. Bu İmam Malik, Evzâî, Şafiî ve Sevrî'nin görüşüdür.

Ebu Hanife'nin meşhur görüşüne göre, o kadın on günden daha az müddet içinde temizlenirse, (gusletmedikçe) kocası ona yaklaşamaz. Eğer on gün sonunda temizlenmiş ise, kadın yıkanmadan kocasının onunla cinsî münasebette bulunması caizdir.Şafiî'nin bu husustaki delili şunlardır:

a) Mütevatir kıraat ittifakla delildir. Buna göre bir ayet hususunda iki mütevatir kıraat bulunur ve aralarını bulmak da mümkün olursa, bunların arasını cem etmek gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Ayetteki, ifadesi şeddeli ve şeddesiz olarak okunmuştur. Şeddesiz olarak, :okunuşu, "kanın kesilmesi" manasına gelir. şeklindeki şeddeli kıraati ise, su ile temizlenmek manasına gelir. Bu iki hususun arasını cem etmek mümkündür. Binaenaleyh ayetin, her iki hususun da vâcib olduğuna delâlet etmiş olması gerekir. Bu böyle olunca, bu haramlığın ancak her iki husus yerine getirildiği zaman nihayete ermesi gerekir.

b) Hak teâlâ'nın "İyice temizlendikleri zaman, onlara varın" buyruğu, kadınlara varmayı, (......) şart edâtıyla onların temizlenmesi şartına bağlamıştır. Arapça'da, (......) şart ifade eder. Şarta bağlanan şey, şart bulunmadığı zaman bulunmaz. Bu sebepte, kadınlar temiz olmadıkları sürece, onlara varmanın caiz olmaması gerekir.

Ebu Hanife (r.h)'nin delili ise şudur: Hak teâlâ'nın "Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın" hitabı onlara yaklaşmayı yasaklamış ve bu yasağın, onların hayızdan kesilmeleriyle son bulacağını ifadeetmiştir. Kadınların hayızdan kesilmeleri bu yasağın sona ermesine sebep olunca, hayızları sona erdiğinde de bu yasağın söz konusu olmaması gerekir.

Kadî, Ebû Hanife'nin görüşüne şu şekilde cevap verir: "Eğer Cenâb-ı Hak sadece, "Temizleninceye kadar" ifadesini söylemiş olsaydı, sizin söylediğiniz son derece uygun olurdu. Ama Hak teâlâ bu emrine, "İyice temizlendiklerinde..." kaydını da ilâve edince, bu iki ifadenin hepsi birden bu yasağın sona erme sebebi olmuş olur. Bu, bir kimse "Eve girinceye kadar, falancayla konuşma. Girdikten sonra gönlü hoş olursa onunla konuş" demesi gibidir. O kimsenin konuşabilmesinin, bu iki şartın ikisine birden bağlanmış olması gerekir. Bu böyle olunca, hayızdan kesildikten sonra onun mutlaka temizlenmesi de gerekir.

Âlimler, bu temizlenmenin nasıl olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu sebeple Şafiî ve fukahânın ekserisi, bu temizlenmenin gusletmek olduğunu söylemişlerdir. Bazı âlimler de bunun, hayız mahallini yıkamak olduğunu söylemişlerdir.

Atâ ve Tavus bunun, kadının hayız mahallini yıkayıp, abdest alması olduğunu söylemişlerdir. Şu iki husustan ötürü, birinci görüş daha sahihtir:

a) Hak teâlâ'nın şartının zahiri, kadının zâtıyla ilgili bir hükümdür. Binaenaleyh, böyle bir temizliğin onun bedeninin bir kısmında değil, aksine bütününde bulunması gerekir.

b) Bu temizliği, hayızlı kimsenin yapması gereken temizliğe hamletmek, istihazalı hakkında söz konusu olan temizliğe hamletmekten daha uygundur. Bu, bu temizlikle kastedilenin gusletmek olmasını gerektirir. Bu da, suyun bulunmasının mümkün olması halinde söz konusudur. Eğer su bulunmazsa, "hayızlı kadının haytzı sona erdiğinde mutlaka yıkanması vâcibtir" diyen âlimler, teyemmümün gusletmenin yerine geçeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Biz, teyemmümün gusletmenin yerine geçeceğini, icmânın delaletiyle söylüyoruz. Aksi halde, ayetin zahirî ifadesi, hayızı sona eren kadına yaklaşmanın ancak su ile yıkanması durumunda caiz olmasını gerektirir.

Üçüncü Mesele

Alimler, Hak teâlâ'nın "Allah'ın size emrettiği taraftan onlara varın" emriyle neyin murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu ifadeyle ilgili olarak şu açıklamalar yapılmıştır:

a) İbn Abbas, Mücâhid. İbrahim, Katâde ve İkrime'nin görüşüne göre bunun manası, "Onların ferçlerine yaklaşın" demektir. Çünkü bu, Allah'ın emrettiği yerdir. "Onlara, ferçlerinden başka bir mahalden yaklaşmayın." Hak teâlâ'nın "Allah'ın size emrettiği taraftan..." kaydı ise, O'nun tıpkı, "Cuma günü, namaz için çağırıldığınız zaman..." (Cuma, 9) sözündeki, terkibinin anlamına gelmesi gibi, "Allah'ın size emrettiği tarafa..." anlamındadır.

Esamm ve Zeccâc, "Onlara, cima edilmeleri helâl olduğu vakit yaklaşın" şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu da, kadınlar oruçtu, itikâfa çekilmiş olduklarında ve nikâhlan da haram olmadığında olabilir.

c) Muhammed İbn el-Hanefiyye'nin görüşüdür. Bu görüşe göre, "Onlara, günaha girmeden, helâl taraftan yaklaşın" demektir.En kuvvetli olanı birinci görüştür Çünkü, lâfzı, mekân mânasını ifadeetmede hakikat, diğer mânalarda ise mecazdır.

Allah Tevbe Edenleri ve Temizlenenleri Sever

"Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri sever, iyice temizlenenleri sever" buyruğuna gelince, gerek muhabbetullâh'ın, gerekse tevbenin izahları daha önce geçmişti. Biz bunları tekrarlamıyacağız. Ancak ne var ki, şöyle diyoruz:, tevbe olarak, isimlendirilen fiili çokça yapan kimsedir. Tevbeleri çok kabul edici olması itibariyle bu vasıf Allah hakkında da bazen kullanılabilir.

Eğer, "Ayetin zahiri, Hak teâlâ'nınmutlak mânada tevbeyi çokça yapanları sevdiğini gösterir. Hâlbuki akıl da, tevbe etmenin ancak günahkâr olan kimseye uygun düşeceğine delâlet eder. Bundan dolayı günahkâr olmayan kimsenin tevbe etmesinin yerinde olmaması gerekir" denilirse, biz buna şu iki şekilde cevap veririz:

a) Mükellef, kusur etmeyeceğinden kesinlikle emin olamaz. Dolayısıyla o kimsenin, her halükârda, kusurunu giderebilmesi için tevbe etmesi gerekir.

b) Ebû Müslim el-İsfehâni şöyle demiştir: "Arapça'da tevbe, "dönmek" mânasından ibarettir. Kulun Allah'a tevbesi ise, her halükârda güzeldir."

Kadı, İsfehani'nin bu görüşüne itiraz ederek şöyle demiştir: "Tevbe, Arapça'da her ne kadar rücû (dönmek) mânasından ibaret olsa da, ancak bu kelime şeriat örfünde eskiden yapılan fiillerden pişmanlık duymak, o anda ve gelecekte o fiilleri bir daha yapmamaya karar verip azmetmekten ibarettir. Bu sebeple kelimeyi, (tevbe), lügâvi manasına değil de, şer'î manasına hamletmek gerekir."

Ebu Müslim buna cevap vererek şöyle diyebilir: "Benim bu cevaptan maksadım şudur: Lâfzı şer'î mânadaki tevbeye hamletmek mümkün olursa, lâfız yerinde kullanılmış olur ve sorudan da kurtulunmuş olunur. Ama bu imkânsız olduğu zaman, bir ta'n ve bir soru gelmesin diye, lâfzı kelimenin aslî-lügavî manasına hamledersin.

"Hak teâlâ'nın "Ve iyice temizlenenleri sever" kavli hakkında da bazı izahlar vardır:

a) Bundan murad, günahlardan ve isyanlardan uzaklaşmaktır. Çünkü tevbe eden, önce bu kötü fiilleri işleyip, sonra da onu terk eden kimsedir. Hâlbuki "mütetahhir" ise, bunlardan uzak kaldığı için, onları aslında hiç işlemeyen kimsedir. Bu iki kısmın, bir üçüncüsü yoktur. Lâfız bu mânaya da muhtemeldir. Çünkü günah ruhanî bir pisliktir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Müşrikler ancak, pisliktirler" (Tevbe, 2e) buyurmuştur. Bu sebeple, günahı terk etmek, ruhanî bir temizlik olacaktır. İşte bu mânadan dolayı, Allahü Teâlâ bütün kusur ve çirkinliklerden münezzeh olduğu için, "O, Tâhir'dir, Mutehhar'dır" diye vasfedilmiştir. Ve yine "Falancanın eteği temizdir" denilir. Yani, o "kimse günah işlememiştir,

b) Bundan murad, o kadına hayızlı iken ve Hak teâlâ'nın"Onlara, Allah'ın size emrettiği taraftan varın" buyurduğu gibi, onlara ferçlerinin dışındaki herhangi bir mahalden yaklaşmamaktır. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Bu daha evlâdır, çünkü bu, ayetin öncesine uygun düşen bir açıklamadır. Bir de Hak teâlâ, Lût kavminden rivayet ederek, "Onları çıkarın memleketinizden. Çünkü onlar, çok temizlenen kimselerdir" (A'râf, 82) buyurmuştur. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ın, sözünün mânası, "Kadınlara makatlarından yaklaşmayanları..sever" şeklinde olur.

c) Hak teâlâ, "İyice temizlendiklerinde" şartıyla, bize temizlenmemizi emredince, hiç şüphesiz temizlenen kimseyi medhederek, buyurmuştur. Bu temizlenmeden maksat ise, su ile temizlenmektir. Nitekim Hak teâlâ da: "Orada iyice temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da, tertemiz olanları sever" (Tevbe, 108) buyurmuştur. Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: "Onlar su ile istincâ yapıp temizlendikleri için, Allah onları medh û sena etmiştir."

Kadının Nesil Yetiştiren Tarla Olması

222 ﴿