227

"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlerin (ilâ yapanların) dört ay beklemeleri gerekir. Eğer erkekler dönerlerse, şüphe yok ki Allah gafur ve rahimdir. Eğer (onları) boşamaya karar verirler ise, şüphesiz Allah hakkıyla işitici, gerçekten bilicidir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

İlâ Hakkında Hüküm

Âyetin başındaki fiil şeklinde gelir. Bunun ismi şeddeli olarak, dür.Ebû Ubeyde, şeklinde diğer üç kullanış daha nakletmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki, kelimelerinin hepsi aynı manaya gelen değişik lâfızlardır. Hadis-i Kutsi'de de, "Ben, tahminde bulunanların tahminlerinin aksini yapmaya yemin ettim" diye gelmiştir. Şâir Küseyyir şöyle demiştir:"Az yemin eden, yeminini tutar. Eğer ondan bir yemin çıkmış iser o yeminini bozmaz." İşte kelimenin asıl lügat manası budur. Fakat şeriat ıstılahında bu, cinsi münasebette bulunmamaya yemin etmek manasındadır. Nitekim adam, "Vallahi seninle cima etmeyeceğim, mübaşeret etmeyeceğim, sana yaklaşmayacağım" dediği zaman, îlâ yapmış olur. Bazı müfessirler, ayette bir hazfin olduğunu, takdirinin, "Hanımlarından uzaklaşmaya yemin edenler için..." şeklinde olduğunu, fakat âyette mevcud lâfızlar kendisine delâlet ettiğinden dolayı o, ifadesinin hazfedildiğini söylemişlerdir. Ben derim ki: "îlâ" lâfzını ancak, meşhur lügavi manasına hamlettiğimiz zaman böyle bir takdire ihtiyaç hissederiz. Fakat lâfzı, şer'î ıstılahı manasına hamlettiğimiz zaman, böyle bir takdire gerek kalmaz.

İkinci Mesele

Rivayet olunduğuna göre cahiliyye döneminde İlâ, talâk sayılıyordu. Sa'id b. el-Müseyyeb şöyle demiştir: "Adam, hanımını istemiyor, başkasının da hanımıyla evlenmesine fırsat vermek istemiyorsa, o zaman onunla cinsi münasebette bulunmamaya yemin ediyor ve hanımını ne kocalı, ne kocasız bir hale getiriyordu. Gayesi ise, o kadına zarar vermek idi. Sonra İslamiyet gelince Müslümanlar da aynı şekilde hareket etmeye devam ettiler. Bunun özerine Allahü teâlâ, bunu kaldırarak, kocaya düşünüp taşınması için bir müddet, zaman tanıdı. Buna göre, eğer koca bu zararı terk etmede bir fayda umar ise, o faydayı yerine getirir. Yok eğer kadından ayrılmada bir fayda görür ise, kadını boşar.

Üçüncü Mesele

Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh), ayeti şeklinde; İbn Abbas (radıyallahü anh) ise, (......) şeklinde okumuştur. Hak teâlâ'nın, "kadınlarına" sözü ile ilgili şöyle bir sual vardır: Örfe göre, , şu hususta yemin etti" denilir. Buna göre niçin ayette, (......) harfi cerrinin yerine, (......) harfi cerri kullanılmıştır? Buna iki şekilde cevap verilir:

a) "Erkeklerin kadınlarından dolayı, dört ay on gün beklemeleri gerekir" mânasının murad edilmesidir. Nitekim, "Senden ötürü, bana şu gerekir" denilir.

b) Bu yeminde, zımnen uzaklık mânası vardır. Buna göre sanki şöyle denmek istenmiştir: Onlar îlâ yaparak veya yemin ederek, hanımlarından uzaklaşıyorlar.

Hak teâlâ'nın, ."Dört ay on gün beklemeleri" buyruğuna gelince, bil ki, "beklemek ve gözetlemek"demektir. Nitekim"Bir şeyi bekledikçe bekledim" denilir. Yine, "Benim bu işi beklemeye tahammülüm yok" denilir. Terabbus kelimesinin, (dört ay) kelimesine izafeti, masdarın izafeti gibidir. Nitekim Araplar, " Aralarında bir günlük mesafe vardır" demeleri gibi. Yani, "Bir günlük yürüyüş" demektir. Bunun örnekleri pek çoktur.

Hak teâlâ'nınşartının mânası, "eğer dönerlerse" şeklindedir. Arapça'da "fey, bir şeyin daha önceki haline dönmesidir. İşte bundan dolayı güneş gölgeyi izâle edip, gölge döndüğü için, gölgeye denilmiştir. Arap dili mütehassısları, ile arasında fark bulunduğunu söyleyerek şöyle demişlerdir: "Fey", güneş kendisini izâle ettiği için, zeval vakti ile akşam vakti arasında olan gölgeye; "zili" ise, güneş kendisini izâle etmediği için, tan yeri ağarmasından güneşin doğması vakti arasında olan gölgeye denilir. Cennette "zili" vardır; orada güneş bulunmayacağından fey nevinden gölge yoktur. Nitekim Hak teâlâ, "Yayılmış gölge"(Vakı'a, 30) buyurmuştur. Nitekim şair şöyle demiştir: "Ne, kuşluk serinliğinin katlanabileceği gölgesi (zül) vardır, ne de akşam serinliğinin tadacağı gölgesi (fey)..." Yine denilir. Her iki kullanılışı da Ferrâ, Araplardan nakletmiştir. Manası ise, "Falanca, kızgınlığından ve hiddetinden çabucak vazgeçer" şeklindedir. Aynı şekilde, Allahü Teâlâ'nın müşriklerin matından Müslümanlara döndürüp, onlara çevirdiği mal için de "fey" denilir. Sanki o mal Müslümanlarındı da, sonunda yine onlara dönmüş oldu. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın sözünün mânası, "Cima etmemeye dair yeminlerinden geri dönerlerse muhakkak ki Allah, bütün tevbe edenler için çok bağışlayıcı ve merhametli olduğu gibi, hanımına zarar vermekten tevbe eden kocayı da bağışlar ve ona merhamet eder"

Talakla İlgili Bazı Meseleler

Hak teâlâ'nın"Eğer (onları) boşamaya karar verirler lser şüphesiz Allah hakkıyla işitici, gerçekten bilicidir" buyruğuna gelince, bil ki "azm" kalbin bir şeye kesin karar vermesi demektir. Nitekim denilir. "Yemin ettim" manasında, :(Bunu muhakkak yapman için yemin ettim) denilir. Talâk kelimesi, (......) fiilinden alınma bir masdardır. Leys ise, kelimenin lâm harfinin zammesi ile şeklinde olduğunu söylemiştir. İbnü'l-A'râbi de, bu şekilde lâm harfinin zammesi ile "talâk" masdanndan olmak üzere, şeklindeki fiil daha güzeldir. Talak kelimesinin manası şeriatta helâl olan bir şekilde nikâh akdinin çözülmesidir. Kelimenin aslı, manası gitmek olan masdanndandır. Buna göre "talâk", kadının gitmesinden ibarettir. İşte âyetteki lâfızların tefsiri ile ilgili hususlar bunlardan ibarettir.

Âyette birçok hüküm vardır. Biz âyetin delâlet ettiği bazı hükümleri burada meseleler şeklinde anlatacağız:

Birinci Mesele

Kendisinin cinsi münasebette bulunması tasavvur edilen ve bu tasarrufu da dinde helâl sayılan her kocanın "îlâ" yapması sahih olur. Bu kayıd hem tard hem aks bakımından geçerlidir.Tard bakımından geçerli olması, "Böyle olan herkesin îlâ yapması sahih olur" manasındadır. Bundan şu hükümler çıkar:

a) Zımmî îlâ yapabilir. Bu, Ebu Hanife (radıyallahü anh)'nin görüşüdür. İmam Ebu Yûsuf ve İmam Muhammed "Zımmînin, Allah'ın adını anarak îlâ yapması, sahih olmaz. Ancak boşaması ve köle âzâd etmesi doğru olur" demişlerdir. Bizim delilimiz Cenâb-ı Allah'ın, "Kadınlarına îlâ yapanların dört ay beklemeleri gerekir" ayetidir. Bu umûmi ifade, kâfir olanı da, Müslüman olanı da içine alır.

b) Şafiî (radıyallahü anh). îlâ müddetinin köleler ve hürler için değişmeyeceğini, karı kocanın her ikisi de hür veya her ikisi de köle; veyahut da birisi hür, diğeri köle olsa da aynı olacağını, hepsinde de müddetin dört ay olduğunu söylemiştir. Ebu Hanife (radıyallahü anh) ve İmam Malik (radıyallahü anh)'e göre ise, bu müddet köle için, iki aydır. Fakat Ebu Hanife'ye göre kadın köle olur ise; İmam Mâlik'e göre ise koca köle olur ise, bu iki ay olur. Bu iki imâmın kölenin boşanması hakkındaki hükümleri de böyledir. Bize göre Hak teâlâ'nın, . "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler..." buyruğu hepsini içine alır. Ayeti tahsis etmek, zahirin hilâfına bir harekettir. Çünkü bu müddetin belirlenmiş olması, insanların yaratılış ve bünyesine yönelik bir manadan dolayıdır. Bu mana da insanın eşinden ayrılmaya karşı sabrının az olmasıdır. Bu hususlarda, yani hayız, emme ve cinsi iktidarsızlık müddetlen gibi hususlarda hür ve köle aynıdır.

c) İlâ, kızgınlık halinde de, rızâ halinde de yapılsa sahihtir. İmâm kızgınlıkla yapılan ilânın sahih olmayacağını söylemiştir. Bu ayetin zahiri bizim lehimize delildir.

d) İlâ, ister nikâh altındaki kadına yapılsın, isterse talâk-ı ric'î ile boşanmış kadına yapılsın sahih olur. Çünkü ric'î talâkla boşanmış kadın da, henüz onunhan adam "Bütün hanımlarım boştur" dediği zaman, o ric'î talâkla boşanmış hanımı da tamamen boşanmış talâkla boşanmış kadının hâlâ o adamın hanımlarından sayıldığı sabit olunca. "kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler..." âyetinin zahirinden ötürü, bu kadın da bu âyetin hükmüne girmiş olur.

Aks bakımından geçerli olmasına gelince, bu, cinsi münasebette bulunması düşünülemeyen kimsenin İlâsının sahih olmamasıdır. Bununla ilgili iki hüküm vardır:

a) Hadım olan erkeğin yaptığı ilâ sahihtir. Çünkü o da, tohumu olan erkek gibi cima yapabilir. Bunun için söz konusu olmayan şey inzal (meni gelmesi) dir. İnzalin olup olmamasının da ilâda bir tesiri yoktur. Bir de bu, âyetin umûmi hükmüne dahildir.

b) Erkeklik uzvu kesilmiş kimsenin durumu.. Eğer böyle bir erkeğin, erkeklik uzvundan kesildikten sonra geriye cima yapacak kadar bir kısım kalmış ise, yapacağı ilâ sahihtir. Eğer kalmamış ise, bu hususta da iki görüş vardır:

1) Onun ilâsı sahih değildir. Bu, Ebu Hanife (radıyallahü anh)'nin görüşüdür.

2) Ayetin ifadeettiği umûmi hükümden dolayı onun Hâsı da sahihtir. Çünkü yemin ile verilmek istenen zarar, bu kimse hakkında da söz konusudur.

İlâ ile ilgili muteber ikinci bir şart da, İlâ yapanın koca olmasıdır. Binaenaleyh eğer bir erkek, hanımı olmayan bir kadına, "Allah'a yemin ederim ki seninle cima etmeyeceğim" dese ve daha sonra da o kadınla eviense, bu sözüyle İlâ yapmış olmaz. Çünkü Hak teâlâ'nın"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlerin (ilâ yapanların) dört ay beklemeleri gerekir" âyeti, bu hükmün başkalarına değil, o kadınların kocalarına âit olduğunu ifade eder. Bu tıpkı, "Sizin dininiz size, benim dinim bana" (Kafirun, 6) ayeti gibidir. Yani "sizin dininiz sizedir, başkasına değil" manasına gelir. "Sizin için, başkaları için değil.."

İkinci Mesele

Adına yemin edilendir. Yemin ya Allah adına veya- hut da başka bir şey adına olur. Eğer koca Allah adına yemin etmiş ise îlâ yapmış sayılır. Daha sonra o hanımıyla îlâ müddeti içerisinde cinsi münasebette bulunur ise, İlâ yapmış sayılmaz. Böyle birisi hakkında yemin keffâretinin gerekip gerekmediği meselesi ile ilgili iki görüş vardır:

a) İmam Şafiî'nin kavl-i cedîd (sonraki) görüşü ki bu en sahih görüştür ve aynı zamanda Ebu Hanife (radıyallahü anh)'nin görüşüdür. Buna göre, o kimseye yemin keffâreti gerekir.

b) İmâm Şafiî'nin kavl-i kadim (daha önceki, eski) görüşü... Buna göre, îlâ müddeti geçtikten sonra, veya o müddet içinde koca, hanımına dönerse ona keffâret gerekmez. Birinci görüşün delili şudur: Allah adına yapılan yeminlerde hânis olunduğu zaman (yemin bozulduğu zaman) keffâreti gerektiren deliller umûmidir. Binaenaleyh "Vallahi sana yaklaşmayacağım" deyip hanımına yaklaşma ile "Vallahi seninle konuşmayacağım" deyip onunla konuşma arasında (yemin bakımından) ne fark vardır?İkinci görüşün delili ise, 'Eğer erkekler dönerlerse, şüphe yok ki Allah gafur ve rahimdir" âyetidir. Bu ayetle, şu iki bakımdan buna istidlal yapılmıştır:

1) Eğer ona keffâret gerekseydi, Allahü teâlâ onu burada zikrederdi. Çünkü bu ayette onu bilmeye ihtiyaç vardır. İhtiyaç varken gerekli açıklamayı sonraya bırakmak caiz değildir.

2) Allahü teâlâ, bu ayette keffaretin gerektiğinden bahsetmediği gibi, aksine onun sakıt olduğuna, "Eğer erkekler dönerlerse, şüphe yok ki Allah gafur ve rahimdir' buyruğu ile dikkat çekmiştir. Bağışlama mu'âheze edilmemeyi gerektirir.

Birinci görüşte olanlar şöyle diyerek buna cevap verebilirler: "Allahü teâlâ keffâreti, gerek Kur'an'ın başka ayetlerinde, gerek Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dilinde ifadesini bulan hadislerde beyân ettiği için, bu ayette zikretmemiştir."

Cenâb-ı Hakk'ın, "gafur ve rahimdir" sözü bu kimseler için ilâhî cezanın olmayacağını gösterir. Fakat ilâhî cezanın olmaması, keffaretin gerekmediğini göstermez. Nitekim zina ve katillikten tevbekâr olan kimse için de, ilâhi ceza olmayabilir. Fakat yine de bu kimseye had ve kısas uygulanması gerekir.

Allah'tan başka bir şey adına yemin edilerek, "Eğer seninle cima edersem kölem hür olsun veya sen boş ol; vey senin kuman boş olsun" diye; yahut da üzerine bir şeyi vâcib kılarak, "Eğer seninle cinsi münasebette bulunursam, Allah rızası için köle azâd etme, veya bir sadaka veya oruç veya hacc veyahut namaz vâcib olsun" diye îlâ yapmanın hükmüne gelince, Şafiî (radıyallahü anh)'nin bu hususta iki görüşü vardır:

a) O'nun kavl-i kadimine (eski görüşüne) göre, bu kimse îlâ yapmış sayılmaz. İmam Ahmed de "Zahirü'r-Rivaye "de aynı görüştedir. Bu görüşün delili şudur: tlâ câhiliyye devrinde yapılmakta olan bir şeydi. Sonra bu konuda câhiliyye Araplarının Allah adına yemin ederek îlâ yapmakta oldukları da biliniyordu. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Yemin eden Allah adına yemin etsin" buyurmuştur. Buna göre, "yeminden dolayı boşanma" dan, Allah adına yeminden dolayı boşanma anlaşılır.

b) İmam Şafiî, aynı zamanda Ebu Hanife, İmâm Malik ve bir grup alimin (radıyallahü anha) görüşü olan, kavl-i cedîdine göre, o kimse ilâ yapmış olur. Çünkü "îlâ" lâfzı, bu sayılan yemin çeşitlerinin hepsini de içine alır. Her iki görüşe göre de, bu kimsenin yemini, mün'akide (tam bir yemin) olmuş olur. Binaenaleyh o kimse bu yeminine, bir köle azâd etmeyi veya hanımını boşamayı bağlamış olur ise, bu koca, hanımıyla cinsi münasebette bulunduğu zaman yeminine şart yaptığı (bağladığı şeyler) gerekir.

Eğer yemine şart koşulan şey, insanın kendisine vacip kıldığı bir şey ise, o kimseye kızgınlık anında yaptığı nezirlerde gereken şey gerekir. Bu hususta bazı görüşler vardır:

1) Bunların en sahihi, o kimseye yemin keffaretinin gerekmesidir.

2) O kimseye, şart koştuğu şeye bağlı kalması gerekir.

3) O kimse, yemin keffareti ile şart koştuğu şeyi yerine getirme arasında muhayyerdir.

Bu iki görüşün neticesi şudur: Biz o kimsenin îlâ yapmış olduğunu söylersek, dört ay geçtikten sonra kocaya durum ağır gelir, böylece de ya hanımına dönmek, ya da onu boşamak mecburiyetinde kalır. Eğer onun îlâ yapmış sayılamayacağını söylersek, onun için durum sıkışmış olmaz.

Üçüncü Mesele

Alimler ilâ müddetinin ne kadar olduğu hususunda da, şu değişik görüşleri ileri sürerek ihtilâf etmişlerdir:

a) İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın görüşüne göre o kimse hanımıyla hiçbir zaman cinsi münasebette bulunmamaya yemin etmedikçe ilâ yapmış sayılmaz.

b) Hasan el-Basri ve İshak'ın görüşüne göre, koca bir günlüğüne de olsa, ne kadar müddet için yemin ederse etsin İlâ yapmış olur. Bu ikisi de son derece uzak ihtimallerdir.

c) Ebu Hanife ve Sevri'nin görüşüne göre, o kimse dört ay veya daha fazla müddet boyunca hanımıyla cinsi münasebette bulunmamaya yemin etmedikçe ilâ yapmış olmaz.

d) Bu Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İmam Malik (radıyallahü anha)'in görüşüdür. Buna göre, yemin dört aydan fazlası için olmadığı müddetçe o kimse îlâ yapmış sayılmaz. Ebu Hanife (radıyallahü anh) ile Şafiî (radıyallahü anh) arasındaki ihtilâfın farkı şudur: O kimse dört aydan daha fazlası için îlâ yaptığında, onun için bu dört ay kabul edilir. Bu müddet kocanın hakkıdır. Bu müddet tamamlanınca kadın kocasından ya kendisine dönmesini veyahut da kendisini boşamasını ister. Eğer koca her ikisinden de kaçınır ise, hâkim kadını kocasından re'sen boşar. Ebu Hanife'ye göre ise, dört ay geçince talak kendiliğinden tahakkuk etmiş olur.

İmam Şafiî'nin bu husustaki delilleri şunlardır:

1) Ayetinin başındaki fa-i takibiyye, bu iki hükmün, dört aylık îlâ müddetinin bitmesinden sonra meşruluk kazanmalarını gerektirir. Buna göre eğer, "Sizin söylediğiniz şey imkânsızdır. Çünkü, "Eğer erkekler dönerlerse.." ve "eğer (onları) boşamaya karar verirlerse.." tabirleri, "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler (îlâ yapanlar)" ifadesinin bir açıklaması mahiyetindedir. Açıklama ise tabii ki açıklanan hususu takib eder. Nitekim bu, "Bu ay sizin misafirinizim. Eğer ikram ederseniz, sizinle kalmaya devam edeceğim. Aksi halde çeker giderim" demen gibidir" denilir ise biz deriz ki: Bu zayıf bir izahtır. Çünkü "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlerin dört ay beklemeleri gerekir" ayetindeki dört aylık müddet, daha sonra ifadeedilen her iki hususa da delâlet eder. "Eğer erkekler dönerlerse" sözündeki fa-i ta'kibiyye bu iki hükmün peşisıra gelmiştir. Buna göre, "eğer erkekler dönerlerse" ayetinin ifadeettiği hüküm, hem "îlâ" nın hem de dört ay beklemenin peşisıra meşruiyyet kazanır. Sizin getirdiğiniz misal ise böyle değildir. Çünkü sizin misalinizdeki fa-i takibiyye misafirliğin başlamasından sonra gelmistir. Fakat ayetteki, "Fâ" hem îlâ, hem de beklenecek müddetten sonra getirilmiştir. Binaenaleyh fâ-i takibiyyenin başına geldiği hükmün, bu iki şeyin peşisıra vuku bulması gerekir. Bu açık bir sözdür.

2) Allahü teâlâ'nın "Eğer (onları) boşamayet karar verirler ise.." şartı, talakın ancak kocanın boşaması ile meydana geleceğini gösteren açık bir ifadedir.

Ebu Hanife'ye göre ise, bu durumda talak kocanın boşaması ile değil, bu müddetin geçmesiyle kendiliğinden meydana gelir. Buna göre şayet, "îlâ, başlibasına bir talaktır. Binaenaleyh, "eğer (onları) boşamaya karar verirler ise..." ifadesinden, daha önce geçen îlâ kastedilmiştir" denilir ise, biz deriz ki: Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü "eğer (onları) boşamaya karar verirler ise..." ayetinin mutlaka "Eğer ilâ yapanlar, boşamaya kesin karar verirlerse..." şeklinde anlaşılması gerekir. Buna göre ilâ yapan kimse aynı zamanda, boşanmaya da karar vermiş olur. Bu da "îlâ"nın ve boşanmaya karar vermenin aynı anda olmalarını gerektirir. Fakat talak, kararlı oluşun kendisiyle ilgili olduğu şeydir. Kararlı oluşun kendisiyle ilgili olduğu şey ise, kararlı oluştan sonra gelir. Binaenaleyh talak, ona karar vermeden sonra vuku bulur. îlâ ya bu kararla birliktedir veya bundan daha öncedir. Bu durum da ayette talakın ilâdan başka olduğu hususunda kesin hüküm vermeyi gerektirir. Bu da açık bir izahtır.

3) "Eğer (onları) boşamaya karar verirler ise, şüphesiz Allah hakkıyla işitici, gerçekten bilicidir" ayeti, kocadan duyulacak bir sözün çıkmasını gerektirir. Bu da ancak ayetin takdirinin, "Eğer onlar boşanmaya karar verir ve hanımlarını boşarlarsa, şüphesiz Allah onların sözlerini duyan ve kalblerindeki niyetlerini bilendir" şeklinde olduğunu söylemekle mümkün olur. Buna göre eğer, "Bu ayetten muradın, "Allah o îlâyı işitendir" şeklinde olması niçin caiz olmasın?" denilir ise, biz deriz ki: Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü ayetin ifadeettiği tehdid îlâya karşı değil, aksine îlâdan sonra meydana gelen bir şeye karşı yapılmıştır. O şey de îlâdan başka bir sözdür. Binaenaleyh, "Şüphesiz Allah hakkıyla işttici, gerçekten bilicidir" tehdidi, işte îlânın aksine söylenen o söz için olur.

4) Cenâb-ı Allah'ın, "Eğer erkekler dönerlerse" ve "eğer boşamaya karar verirlerse.." ayetlerinin zahiri bu iki hususta muhayyerliği ifadeetmektedir. Bu da, iki hususun tek bir vakitte bulunmasını gerektirir. Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise durum böyle değildir.

5) İlâ, aslında bir talak değil, aksine bir müddet için hammıyla cima etmemeye yemin etmedir. Fakat şeriat bu müddeti sınırlandırmıştır. Çünkü adam, hanımına zarar vermek maksadıyla olmaksızın bazen bir müddet için onunla cimâ etmeyi terk edebilir. Bu, kısa bir zaman için söz konusu olur. Fakat uzun zaman cimâyı terk ettiği zaman, bu ancak hanıma zarar vermek için yapılmış olur. Bu hususta müddetin uzun veya kısa olması belli bir şey olmayınca, Allahü teâlâ uzun müddet ile kısa müddet arasını ayıran sınırı belirledi. Cimâ uzun müddet terk edildiğinde maksadın zarar verme olduğu ortaya çıkmış olur. Bu da kesin olarak talakı gerektirmez. Zarar verme maksadı ortaya çıktığı zaman, şeriatın hikmetine uygun olan, ya o zarar vermeyi terki veyahut da o kadını İlâ kaydından kurtarmayı emretmesidir. Bu mana, şeriatta muteber bir manadır. Nitekim biz, cinsi iktidarı olmayan ve benzeri kimseler hakkında da, zaman tayininde bulunuruz. Ebu Hanife (radıyallahü anh)'nin delili ise, Abdullah İbn Mes'ud'un, "Eğer o kadınlara dönerlerse" kıraatidir. Ebu Hanife'nin bu görüşüne en doğru cevâp şudur: Şaz kıraatler reddedilmiştir. Çünkü Kur'an olan her kelimenin, tevatür ile sabit olması vâcibtir. Tevatürle sabit olmadığı yerlerde, onun Kur'an'dan olmadığına kesinlikle hükmederiz. Bu kaideye uyması gerekenlerin en başında gelen ise, Ebu Hanife'dir. Çünkü O, bu kaideden dolayı, besmelenin Kur'an'dan olmadığına istidlal etmiştir. Yine, ayetin üç hususu ihtiva ettiğini açıklamıştır. Ayet, İlâdan sonra kadınlara dönmenin, ilâ müddeti içerisinde olmayacağını gösterir. Buna göre şaz kıraatler, ayetin bu hükmüne muhalif olduğu zaman, muhakkak olarak bu kıraatin yanlışlığına hükmetmek gerekir.

Talâk Hakkındaki Hüküm

227 ﴿