228

"Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler. Eğer onlar, Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz..." .

Bil ki Allahü Teâlâ burada, talâk hakkında birçok hükümden bahsetmiştir.

İddet Meselesi

Talâkın birinci hükmü, iddetin vâcib olmasıdır: Bil ki boşanan (mutallaka), kendisine talâk verilen kadındır. Bu da ya yabancı bir kadın olur veya nikâhlı bir kadın olur. Eğer yabancı bir kadın olursa, o kadına talâk verildiğinde, kelimenin lügat anlamı itibariyle o kadın mutallaka boşanmış olur; ama kelimenin şer'i manası itibariyle boşanmış sayılmaz. Bundan dolayı, o kadına iddetin gerekmediğinde icmâ vardır.

Nikâh altındaki kadına gelince, bu kadın ya "medhûlün bihâ" (yani kendisiyle haivet-i sahiha meydana gelmiş ve zifafa girilmiş) kadın olur veya olmaz.. Eğer o kadın, medhûlün bihâ değilse, ona iddet gerekmez. Cenâb-ı Allah, "Ey iman edenler, mü'min kadınları nikâhlayıp, kendilerine dokunmadan, onları boşadığınız zaman, sizin için o kadınlar üzerine sayacağınız bir iddet yoktur" (Ahzab, 49) buyurmuştur. Ama kadın "medhûlün bihâ" olursa, bu durumda o kadın ya çocuk doğuramaz, ya da hamiledir. Eğer hamile ise, o kadının iddeti.ay hâli (kuru) ile değil, çocuğunu doğurması ile tesbit edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yüklü (hamile) kadınların İddeti ise, yüklerini bırakmalarıdır" (Talâk, 4) buyurmuştur.

Eğer o kadın özürlü olursa, bu durumda, o kadının hayız görmesi ya mümkündür; ya da mümkün değildir. Eğer, aşın küçük veyahut da aşırı yaşlı olmasından ötürü hayız görmesi mümkün değilse, bu tür kadınların iddetleri kuru ile değil, aylara göre belirlenir. Nitekim Hak teâlâ "Kadınlarınızdan hayızdan kesilenlerin (iddetinde) şüphe ederseniz, biliniz ki onların Sadetleri üç aydır" (Talâk, 4) buyurmuştur. Eğer o kadının hayız görmesi mümkün ise, bu durumda o kadın ya köledir ya da hür.. Eğer köle ise, onun iddeti üç değil, iki "kuru" ile olur. Kadın, birisinin nikâhında bulunmuş olur ve kendisiyle halvet-i sahiha veya zifaf da vâki olduktan sonra boşanmış olur, yahut özürlü olur yahutda hayız görür veyahut da hür olursa, işte bu sayılan vasıflar bulunursa, böylesi kadınların iddetleri, Allahü Teâlâ'nın bu ayette de hükmünü belirttiği üzere, "üç kuru" olur. Ayetle ilgili birkaç sual bulunmaktadır:

Birinci Suâl: lâfzının çoğa ıtlak edilmesi örf haline gelmiş olduğu için, âmm olan lâfzın tahsisi ancak, tahsis edildikten sonra geriye kalan kısım daha çok olduğu zaman uygun olur. Nitekim elbise için şöyle denilir: Baskın rengi siyah olup, tek tük beyazlık da bulunduğu zaman, yine de onun siyah olduğu söylenir. Kendisinin siyah rengi beyaz olup, tek tük de siyahlık bulunduğu zaman, o elbise siyah demek yalan olur. Böylece, âmm lâfzın tahsis edilmesindeki şartın, tahsisten sonra geriye kalan kısmın daha çok olduğu ortaya çıkmış olur. Bu ayet ise böyle değildir. Çünkü siz, bu ayetin umûmî mânasından beş kısmı ihraç edip, geriye sadece bir kısmı bıraktığınızda, bu gibi yerlerde âmm lâfzını kullanmak, Allah'ın hikmetine uygun düşmez.

Cevap: Yabancı kadın, lâfzın muhtevasına dahil değildir. Çünkü "ecnebi kadın" hakkında, "o boşanmıştır" denilemez. "Medhûlün bihâ" olmayan kadınlar da karine ile âyetin hükmünün dışında kalır. Çünkü iddetten maksat, rahmin temizliğini sağlamaktır. Rahmin temizliğine de, ancak rahim meşgul olduğu vakit ihtiyaç hissedilir. Hamile ve hayız görmeyen kadınlar (Âyise) da, bu lâfzın muhtevasına girmezler. Çünkü "kuru" ya göre iddet beklemenin gerekliliği, kadınlar hakkında bu düşünülebildiği zaman söz konusu olur. Hâlbuki bu iki tür kadın hakkında, "kuru" düşünülemez. Cariyenin evlendirilmesi ise çok nadir olan bir şeydir. İşte böylece, çok umumî ve çok görülenin, bu umûm lâfzın muhtevası içinde kalmaya devam ettiği ortaya çıkmış olur.

İkinci Sual: Hak teâlâ'nınbuyruğu bir haber cümlesidir. Hâlbuki bundan maksat bir emirdir. O halde, emri haber cümlesiyle ifade etmedeki fayda ve hikmet nedir? Bu soruya, şu iki bakımdan cevap verilebilir:

a) Allahü Teâlâ bunu emir sîgasıyla zikretmiş olsaydı, o zaman bu maksadın ancak, kadının iddet beklemeye kast ve irade ile başlaması durumunda gerçekleşebileceği zannını uyandırırdı. Bu açıklamaya göre meselâ, kadının kocası ölse, kadın da bunu bilmese; böylece de kadının iddeti kadar bir zaman geçmiş olsa, bunun iddet yerine geçmemiş olması gerekir. Çünkü o kadın, iddetle emrolunduğunda, kadın bu sorumluluktan ancak, mükellef olduğu hususun ifasını iradî olarak başlayıp bitirdiği zaman çıkabilir. Ama Allahü Teâlâ bu mükellefiyeti haber cümlesiyle zikrettiği için, böyle bir zan ortadan kalkar, erkek de bu iddet sona erdiğinde, ister kadın bundan haberdâr olsun, isterse olmasın; yine, kadın bu iddete ister arzusuyla, isterse kızgınlıkla başlamış olsun, maksadın hasıl olduğunu anlamış olur.

b) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Emri, haber sîgasıyla bildirmek.onun uyulması gereken bir şey olduğunu ihsas ettirmek için, emrin te'kid ve pekiştirilmesini ifade eder. Buna göre sanki kadınlar iddet bekleme işine sımsıkı sarılmışlar da, Hak teâlâ da, onların iddet beklemelerini haber vermiştir... Bunun bir benzeri de Arapların, birisine duâ hususunda, "Allah sana merhamet etsin" demeleridir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın buna icabet edeceğine güvenildiği için, haber cümlesi şeklinde getirilmiştir. Buna göre sanki rahmet olup bitmiş de, o kimse de bunu haber veriyor...

İsim Cümlesinin Belagat Yönünden İfade Ettiği Kuvvet

Üçüncü Sual: Şayet Allah, (......) demiş olsaydı bu, bir fiil ile bir failden meydana gelen bir cümle olmuş olurdu. O halde buna göre bunu, bu şekilde ifade etmeyip de, (......) kelimesini mübtedâ; fiil-fâilden oluşan cümlesini de, bu mubtedânın haberi kılmasının hikmeti nedir?

Cevap: Şeyh Abdu'l-Kâhir el-Cürcânî, Delâilu'l-İ'câz adlı eserinde şöyle demektedir: "İsmi önce söyleyip, "Zeyd yaptı" dediğin zaman, bu, şeklinde sözünün ifade edemeyeceği te'kid pekiştirme ifade eder. Bu böyledir, çünkü senin ifadesi, şu iki maksat için kullanılır:

a) Bu faili, o fiile tahsis etmek... Bu senin tıpkı, "Falanca iş hususunda, hükümdara mektubu ben yazarım ben!" demen gibidir. Bundan maksadın, bunu sadece senin yazabileceğini ifadeetmendir.

b) Maksadın bu olmamasıdır; aksine maksad kendisinden herhangi bir sözle bahsedilen şeyin, kimsenin başa alınması, o fiili ona nisbet etmek içindir. Meselâ bu, Arapların hasr murad etmeyip, aksine dinleyenler tarafından bol vermenin o kimsenin adeti ve huyu olduğunu anlamaları için, "O bol verir" demeleridir. Bunun bir misâli de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'tan başka tapındıkları nesneler, hiçbir şey yaratamazlar. Onlar yaratılıp duruyorlar" (Nahl, 20) âyetidir. Bundan maksat, sadece putların mahluk olduğunu söylemek değildir. (Yaratılıp, yapılma işinin onlar hakkında devamlı carî olduğunu bildirmektir.) Yine Cenâb-ı Hak, "Size geldikleri zaman, "iman ettik"dediler. Hâlbuki onlarjkütû'r ile girmişler, yine kütîir ile çıkmışlardı" (Maide, 61) buyurmuştur. Şair de, "O ikisi, mecd ü şerefi çok güzel bir elbise gibi giyerler. Her İkisi de, gücü yettiği sürece, cesurdular."Mübtedâyı başa aldığında bu mânanın meydana gelmesinin sebebi, meselâ sen, dediğin zaman, Abdullah'tan haber vereceğini hissettirmendir. Böylece bu sözü duyanların aklında, onu tanıma hususunda bir arzu meydana gelmiş olur. Daha sonraysa haberi getirdiğinde, akıi, onu âşıkın mâşûkunu kabul etmesi gibi kabul eder. Böylece de bu, kesinliği ortaya koyma ve şüpheyi de izâle etme hususunda daha etkili bir ifadeolmuş olur.

Dördüncü Mesele

Denildiği gibi, burada da, denilmeli değil miydi? O halde burada, (......) kelimesinin zikredilmesinin faydası nedir?

Cevap: Kelimesinin zikredilmesi, onları beklemeye teşvik etmek ve şevklerini arttırmak içindir. Çünkü beklemeyi arzu etmezler; bunun için Allahü Teâlâ, (......) kelimesini zikrederek, onları beklemeye teşvik etmiştir. Bu böyledir, çünkü kadınlar erkeklere çok düşkündürler. Cenâb-ı Hak böylece onların, kendi nefislerini zorlamalarını, nefislerini beklemeye arzulu olmaya sevketmelerini ve kendilerini beklemeye mecbur tutmalarını istemiştir.

Beşinci Suâl: Kadınlar çok olduğu halde, lâfzı cem-i kıllet, lâfzı ise, cem-i kesret olarak zikredilmiştir. O halde, dan maksad üç olup, üç de az olduğuna göre, kelime niçin cem-i kesret sîgasıyla getirilmiştir?

Cevap: Araplar bu hususta fazla katı değillerdir. Bu sebeple Araplar, iki cemî çeşidinden her birini, çokluk ifadeetmede müşterek oldukları için, birbirlerinin yerine kullanıyorlardı. Veyahut da, belki de, (......) sîgası, (......) kelimesinin diğer bir cem'i olan, (......)dan daha çok kullanıldığı için burada gelmiştir.

Altıncı Suâl: "Uç hayız" denildiği gibi, niçin denilmemiş?

Cevap: Çünkü (......) kelimesi, (......) kelimesinin müzekker olmasına tâbi olmuştur, çünkü (......) lâfzı müzekkerdir. Ayetle ilgili suâller işte bundan ibarettir. Geriye ise ayetle ilgili, (......) kelimesinin hakikatinin ne olduğunu ortaya koymak meselesi kalmıştır. Buna göre biz diyoruz ki, (......) kelimesi (......) ve (......) kelimesinin çoğuludur, (......) kelimesinin, hayız ve temizlik hakkında kullanıldığı hususunda herhangi bir ihtilâf yoktur. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: (......) kelimesi, Arapça ezdâd kelimelerdendir. Meşhur olan, bu lâfzın her iki mana hakkında da, (......) kelimesinin kırmızılık ve beyazlığın aynı anda ismi olabilmesi gibi hakikat ifade etmesidir. Diğer bazı âlimler ise, bu lâfzın hayız hakkında hakikat, temizlikte ise mecaz ifadeettiğini söylemişlerdir. Bazı alimler ise, durumun bunun aksi olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları da bunun, hayızla temizlik arasında müşterek bir mâna için vaz'edildiğini söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar da, üç görüş üzere ihtilâf etmişlerdir:

a) (......) kelimesinin manası, toplanmak demektir. Hayız vaktinde kan, rahimde; temizlik vaktinde ise bedende bir araya gelir, toplanır. Bu, el-Esmaî, Ahfeş, Ferâ ve el-Kısâî'nin görüşüdür.

b) Ebû Ubeyd'in görüşüne göre, (......) kelimesinin manası, bir halden başka bir hale geçmek demektir.

c) Ebu Amr b. el-Alânın görüşüne göre ise bu kelimenin mânası, vakit demektir. Yıldızlar doğduğunda yıldızlar battığında da yine, denilir. Rüzgâr estiğinde de denilir. Hüzelînin şöyle bir beyti nakledilmiştir: "Vakti geldiğinde rüzgârlar estiği zaman" kelimesi vakit mânasına gelince, hem hayız ve hem temizlik hali de girer. Çünkü bu iki halin de, muayyen bir zamanı vardır. Bil ki Allahü Teâlâ boşanan kadına, "üç kuru" iddet beklemesini emretmiştir. Ayetin zahiri, boşanan kadının "üç kuru" diye adlandırılan üç şeyi iddet beklediği zaman sorumluluktan kurtulmasını gerektirmektedir. Ne var ki âlimler, bunun kâfi gelmeyeceği, aksine bu kadının temizlik ve hayız durumundan birisine ait olmak üzere "üç kuru" beklemesinin gerekli olduğunda ittifak etmişlerdir. Buna göre âlimler, bu cinslerin ne olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Boşanan Kadın "Üç Temizlik Dönemi Bekler" Diyen Şafiî'nin Delilleri

Şafiî (radıyallahü anh)'ye göre, "üç kuru" temizliktir. Bu, İbn Ömer, Zeyd, Aişe, "Fukâha-i Seb'a", İmâm-ı Malik, Rebî'a ve bir rivayete göre Ahmed İbn Hanbel'den rivayet edilmiştiradıyallahü anhli, Ömer ve İbn Mes'ud da bu "üç kuru" un, hayız olduğunu söylemişlerdir ki bu, Allah kendilerinden razı olsun, Ebu Hanife, Sevrî, Evzaî, İbn Ebî Leylâ, İbn Şibrime ve İshâk'ın görüşleridir. Bu ihtilâfın neticesi şudur: Şafiî'ye göre iddet müddeti en kısa, Ebu Hanife ve O'nun görüşünde olanlara göre, en uzun olan süredir. Öyle ki, bir kimse hanımını temizken boşasa, velev ki o anda boşamasını müteakip kadın hayız olsa, içinde boşanmış olduğu temizlik müddeti "bir kuru" olarak hesaplanır. Buna göre bu kadın üçüncü hayıza girdiğinde iddet müddeti bitmiş olur. Ebû Hanife (radıyallahü anh)'ye göre, eğer talâk kadın temiz iken vuku bulmuşsa, üçüncü hayızdan; eğer talâk hayız halinde verilmişse dördüncü hayızdan temizlenmediği müddetçe, iddetinin sona erdiğine hükmedilmez. Ebu Hanife sözüne devamla, "O kadın hayızın en uzun müddetinde temizlenirse, gusletmeden önce iddeti biter; eğer hayzın en az müddetinde temizlenmişse, onun iddeti, gusl etmedi kçe.veyah ut su bulunmadığı zaman teyemmüm etmedikçe, veyahut da üzerinden bir namaz vakti geçmediği müddetçe sona ermez.

Şafiî'nin delilleri şunlardır:

1) Hak teâlâ'nınemrinin mânası, "onları iddetleri vaktinde boşayın" demektir. Ne var ki, kadını hayızlı iken boşamak nehyedilmiştir. Binaenaleyh âyette bahsedilen iddet zamanının hayız zamanından başka bir zaman olması gerekir.

Keşşaf sahibi, Şafiî'nin bu görüşüne cevâp vererek şöyle demiştir: Bu ifadenin mânası, "Onları iddetlerine doğru boşayınız" demektir. Nitekim Araplar, "aydan üç gün kala" mânasını kastederek, derler.

Ben derim ki, keşşaf sahibinin bu sözü, Şafiî (radıyallahü anh)'nin istidlalini güçlendirir. Çünkü sözünün mânası, "Hemen peşinden üç güne başlanılacak olan zamana, vakte doğru" demektir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın buradaki emrinin mânası, "peşinden iddete başlanılacak bir biçimde onları boşayın" demektir. Boşamayla ilgili emir, temizliğin bütün zamanlarında tahakkuk edince, boşamanın hemen peşinden meydana gelen temizliğin, iddetten olması gerekir ki, elde edilmek istenen netice de budur.

2) Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: nin ne olduğunu biliyor musunuz? Temizlik demektir. Şafiî sözüne devamla, "Kadınlar bunu daha iyi bilirler; çünkü buna kadınlar mübtelâdırlar" demiştir.

3) Kelimesinin mânası, toplamak demektir. Nitekim rahminde yavru tutmadı mânasında, denilir. Amr İbn Kelsûmun şu sözü de bu mânadadır: "Rengi beyaz asîl deve yavru tutmadı."

Ahfeş de, şöyle denildiğini söylemiştir: Rahmi hayız görmemiş olan kadın için, denilir. İçinde su biriktiği için, havuz da, diye isimlendirilir. Batmak için bir araya geldiklerinde, "Yıldızlar bir araya geldi" denilir. Harfleri ve kelimeleri bir araya geldiğinden ve içinde de pek çok ilim bulunduğundan dolayı, Kur'an, Kur'an olarak isimlendirilmiştir. Yine harfleri birbirine bitiştirdiği "Okuyucu okudu" denilir.

Bütün bu hususların böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, kanın toplanma vakti, ancak temizlik zamanıdır. Çünkü kan o zaman içinde, bedende toplanır, bir araya gelir.Buna göre şayet, "Aksine, hayız zamanı bu ismi almaya daha elverişlidir; çünkü kan bu vakit içinde rahimde toplanır denilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki:

Kan, rahimde kesinlikle bir araya gelmez; aksine damla damla rahmi terk eder. Temizlik zamanında, kanın tamamı bedende toplanır. Bu sebeple, temizlik vaktinde kanın bir araya gelme mânası, daha tam bir mânadır. Bu husustaki izahın tamamı şudur: ijijı lâfzı, toplanma manasına delâlet e-dince, toplanma ve diğer kanı ihtiva etme bakımından rahmin en müsait olduğu zaman, temizliğin sonudur. (Rahim) bununla dolmasaydı, o kan dışarıya akmazdı. Kan, temizliğin başlangıcında bir araya gelmeye başlar; sonuna doğru ise, bu iyiden iyiye artar. Temizliğin son günleri, kanın en çok yığıldığı günlerdir. Böylece temizliğin sonu, gerçek mânada kur'un kendisi olmuş olur. Bu açık olan bir sözdür.

4) Aslolan, hiç bir mükellefin başka bir mükellefe karşı, onu tasarruftan men etme ve alıkoyma hakkının bulunmamasıdır. Bunun aksine delilin bulunduğu zamanlarda, bu kaide ile amel etmeyi bırakırız. Bu aksi delil de "üç kur" diye adlandırılan şeyin en azı olan temizlik müddetleridir. Çünkü zaman bakımından, temizliğe göre iddet beklemek, hayza göre iddet beklemekten daha azdır. Binaenaleyh, bu böyle olunca, bu ayetle amel etme zaruretinden dolayı iddet bekleme süresinin en azını kabul edip, aslolanın hiç bir mükellefin başka bir mükellefe karşı, onu tasarruftan men etme ve alıkoyma hakkının bulunmadığına delâlet eden delillere dayanarak, iddet bekleme süresinin en fazlasını bıraktık.

5) Hak teâlâ'nın"Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler" buyruğunun zahiri, boşanan kadının, "kuru" diye isimlendirilen üç şeyi iddet beklediği zaman, sorumluluktan kurtulmasını gerektirir. Temizlik ve hayız halinden her biri, bu isimle isimlendirilir. Binaenaleyh kadının, muhayyer olarak bu zamanlardan herhangi birine göre iddet beklediğinde, sorumluluktan kurtulması gerekir. Ne var ki biz temizliğe göre iddet bekteme müddetinin hayız haline göre iddet bekfeme müddetinden daha az olduğunu beyân ettik. Buna göre kadın, eksik müddetle iddet bekleme ile fazla müddetle iddet bekleme arasında muhayyer olur. Durum böyle olduğunda, o kadın daha sonradan telâfi etme durumu olmaksızın, bu uzun iddet bekleme süresini terk edebilir. Böyle olabilen her şey vâcib değildir. O halde, temizlik müddetine göre iddet beklemeden fazla olan müddete itibâr etmek vâcib değildir. Bu da, hayız durumuna göre iddet beklemenin vâcib olmamasını gerektirir ki, elde edilmek istenen netice de budur.

"Boşanan Kadın Üç Hayız Bekler" Diyen Ebu Hanife'nin Delilleri

Ebu Hanife (radıyallahü anh)'nin delilleri ise şunlardır:

1) Arapça'da "kuru", her ne kadar temizlikle hayız arasında müşterek bir lâfız ise de, bu kelime şeriatta hayız mânasında kullanılmıştır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ınşöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hayız günlerinde, namaz kılma " Buhâri. Hayz, 24 ("Hayızlı olduğun günler süresince..."). Bu sabit olunca Kur'an'da zikredilen kuru lâfzını, hayız mânasına almak daha uygun olur.

2) Ayette geçen, (......) kelimesinin hayız mânasına geldiğini söylediğimizde, "üç kurû"un tamamını yerine getirmek mümkün olur. Çünkü bu görüşte olan kimse şöyle der: Boşanan kadınlara, üç hayız iddet beklemeleri gerekir. Buna göre o kadın, üçüncü hayızın sona ermesiyle mükellef olduğu sorumluluktan kurtulur. Bu ifadenin temizlik manasına geldiğini söyleyen ise, o kadının, iki kuru ve üçüncüsünün de bir kısmıyla iddetinin sona ereceğine hükmetmiş olur. Çünkü bu kimseye göre, kocası hanımını temiz olduğu zamanın son safhalarında boşadığı zaman, o kadın bunu bir kuru sayar. Binaenaleyh, bu iki görüşün birinde kadın eksiksiz olarak üç kuru bekleme imkânına erişince, birinci görüş (yani üç hayız), ayetin zahirine daha uygun olur.

Şafiî (radıyallahü anh), Ebu Hanife'nin bu görüşüne şu şekilde cevap vermiştir: Allahü Teâlâ, "Hacc, sayılı aylardır" (Bakara, 197) buyurmuştur. Kelimesi, cemî bir lâfızdır. Cem'in en azı da üçtür. Hâlbuki biz ayeti, iki ayın tamamına, üçüncüsünün bir kısmına hamlederiz. Bunları da şevval, zülka'de ve zilhiccenin bir kısmıdır. İşte bunun gibi, burada da, bu üç kuru lâfzının iki tam temizlik ve bir temizliğin de bir kısmı mânasına alınması caizdir.

Mûtezile'nin imamlarından Cübbaî, Şafiî'nin bu cevâbına şu iki şekilde cevâp verir:

a) O âyette (Bakara, 197), bir delilden ötürü, zahirini terk ettik. Binaenaleyh, burada delilsiz olarak âyetin zahirini terk etmemiz doğru olmaz.

b) İddette, birbirine bağlı ve ekli bir bekleme bulunmaktadır. Binaenaleyh, bu "üç kuru" un tastamam beklenmesi gerekir. Hâlbuki hacc ayları böyle değildir. Çünkü bu aylarda birbirine ekli olan herhangi bir iş yoktur. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: Bu aylar, bütün zamanları kapsama şartı olmaksızın, hacc yapılabilecek zamanlardır. Sonraki âlimlerimiz, Cübbâi'nin bu görüşüne şu iki bakımdan cevap vermişlerdir:

1) Lâfzını temizlik mânasına hamletmek, üçten noksan olmayı gerektirdiği gibi, bu lâfzı hayız mânasına hamletmek de, ziyâdeliği gerektirir. Çünkü kocası hanımını temizlik esnasında boşadığında, içerisinde hanımını boşadığı geriye kalan temizlik günleri, iddet müddetinden sayılmaz. Böylece de iddet müddetinde bir fazlalık meydana gelmiş olur.

Bu görüşte olanların buna karşı vermiş oldukları cevap ise, "Zaruretten dolayı kadının buna mutlaka katlanması gerekir" şeklindedir. Çünkü hayızlı iken boşamak caiz olsaydı, biz o erkeğe, hayızın sonunda boşamasını emrederdik. Böylece de kadın, üç tam temizlik süresince iddet beklemiş olurdu. Boşama işi temizlik zamanına tahsis edilince, bu fazlalığa zarurete binaen katlanılmış olur. İşte bunun gibi biz de şöyle diyoruz: üç temizlik olarak kabul edildiğinde ve Allah da bize, temizlik zamanında boşamayı emrettiğinde âyetin takdiri, içinde talâkın yapıldığı temizlik de olmak üzere, "Onlar üç temizlik müddeti beklerler" şeklinde olur.

2) Kelimesinin, toplanmaya ad olarak verildiğini söylemiştik. Tam toplanma durumu ise, ancak temizlik halinin sonunda olur. Bu açıklamaya göre de, 'a hiçbir noksanlık arız olmamış olur.

3) Allahü Teâlâ, hayız görülmediğinde, aylara göre iddet bekleme hükmünü geçerek, 'Kadınlarınız içinde hayızdan kesilmiş kadınların iddeti hakkında şüpheye düşerseniz, (biliniz ki) onların iddeti üç aydır" (Talâk, 4) buyurmuş, böylece aylan, temizliğin değil, hayızın yerine ikâmeetmiştir. Ve yine aylar "kuru" un yerine getirilince, ayların tamamına itibar edilmesi gerektiği için bedelin de tamamına itibar edilince, tanrılık ve noksan olmamanın, kurû'da da bulunması vâcib olur. Binaenaleyh, tam üç kurû'un, hayız halinin kendisi olması gerekir. Kurû'u temizlik mânasına alırsak bu durumda vâcib olan ise, iki tam kuru ve bir kurû'un da bir kısmı olur.

4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Cariyenin talâkı iki talaktır. İddeti ise, İki hayızdır" İbn Mace. Talâk, 30 (1/672). buyurmuştur. Âlimler, cariyenin iddetinin, hür olan kadının iddetinin yarısı kadar olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu sebeple, hürrün iddetinin, hayız hali olması gerekir.

5) Cariyeleri satın alırken, rahimlerinin temiz olup olmadığının, hayız ile olduğu hususunda ittifak ettik. İşte bunun gibi iddet de, hayız ile olur. Çünkü "istibrâ" ve iddetten, aynı şey kastedilmiştir.

6) İddette asıl maksat, rahmin "berâeti" dir. Kadınların rahimlerinin kendisiyle temiz olması istenen şey temizlik hali değil, hayız halidir. Binaenaleyh, temizlik haline değil, hayız haline itibar edilmesi gerekir.

7) "Kuru" un hayız hali olduğuna hükmetmek, bir ihtiyaç ve haram tarafı (helâl tarafa) tağlib etmektir. Çünkü boşanan kadın üzerinden, içerisinde boşandığı temizlik müddetinin kalan kısmı geçip, o kadın üçüncü hayıza girdiği zaman, bu durumda biz kurû'u hayız anlamına alırsak, bu durumda başkasının onunla evlenmesi haram olur. Eğer "kurû"u temizlik mânasına alırsak, bu durumda başkasının o kadınla evlenmesi helâl olur. Hâlbuki haramlık tarafını gözetmek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in"Bir şeyin haram ve helâl olduğu hususunda tartışıldığında, mutlaka haramlık tarafı helâllik tarafına gâlip gelir" hadisinden dolayı, daha evlâdır. Bir de, ferclerde aslolan, onların haram olmalarıdır. Bir diğer husus da, bu görüş ihtiyata daha yakındır. Böylece de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Şüpheliyi bırak, şüphesiz olana geç" Buhâri. Büyü 3. hadisinden dolayı evlâdır. İşte bu konudaki görüşlerin tamamı bundan ibarettir.

Bil ki bu görüşler birbiriyle çelişince, tercih yapmak güçleşir. Herkes hakkındaki Allah'ın hükmü, her bir müçtehidi içtihadının ulaştırmak olduğu netice olur.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın, kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz" kavline gelince bil ki, İddetin bitimi, hayız görenler hakkında kurû'un sona ermesine, hamileler hakkında da çocuğunu doğurmasına bina edilip, bunu bilmek de erkekler için mümkün olmayınca, iddeti hususunda kadın kendisine güvenilir kılınmış ve mümkün bir müddet içerisinde kurû'unun sona erdiğini iddia ettiği zaman, kadının sözüne itibar edileceği belirtilmiştir. Bu müddet, Şafiî mezhebine göre otuziki gün ve bir saattir. Çünkü kadının durumu, onun temiz olarak boşandığına ve bir saat sonra hayız olduğuna, daha sonra da o kadının, hayzın en az müddeti olan bir gün bir gece hayız olduğuna; müteakiben de, temizliğin en azı olan onbeş gün temizlendiğine; daha sonra da bir gün bir gece hayız olup, sonra da onbeş gün temizlenip, en sonunda da hayız görmesine hamledilince, böylece kadının iddeti üç tuhûr (temizlik) ile bitmiş olur. Buna göre kadın, bu kadarını veya bundan daha fazlasını iddia ettiği zaman, onun sözü kabul edilir. Ve yine böylece o kadın hamile olup da, çocuğunu düşürdüğünü söylerse (iskât), onun sözüne itibar edilir. Çünkü aslolan, kadının emin olduğunun kabul edilmesidir.

Bil ki Allahü Teâlâ'nın "Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığı şey..." tabiri hakkında müfessirlerin üç görüşü bulunmaktadır:

1) Bu, yaratılan şey hem çocuk hem de hayız olabilir Çünkü, kadının bu iki şeyi gizlemede birçok gayeleri bulunmaktadır. Hamileliğini gizlemedeki maksadı, onun kurû'a göre iddetinin sona ermesi, çocuğunu doğurması ile iddetinin sona ermesinden daha kısa sürede olmasıdır. Buna göre kadın, hamileliğini gizlediğinde iddet müddeti kısaltmış olur, bu sebeple de kocaya varması çabuklaşır. Yine o kadın, birinci kocasının kendisine başvurmasını çoğu kez yadırgayarak, başka bir koca ile evfenmek isteyebilir. Veyahut da o kadın, bu çocuğun ikinci kocasından olduğu zannını vermek isteyebilir. İşte bu maksatlardan dolayı, kadın hamileliğini gizlemiş olur.

Kadının hayzını gizlemesinden maksadı ise şu olabilir: O kadın hayız görebilen kadınlardan olduğu halde, kocası onu boşadığı zaman, bu kadın, birinci kocası kendisine müracaat etmesin diye bazen iddetini uzatmak, bazen da, kocasının kendisine başvurmasını temelsiz bırakabilmek için iddetini kısaltmak ister. Bu da ancak, bazı zamanlar kadının hayzinın bir kısmını gizlemesiyle mümkün olur. Çünkü o kadın, önce hayız olup, bunu erkeğinden saklayıp, ikinci hayızda yeni hayız olduğunu söylerse, böylece o kadın iddetini uzatmış olur. Kadın üçüncü hayzinın da meydana geldiğini gizlerse, aynı durum söz konusudur. Yine kadın hayzinın devam ettiğini gizlediğinde, bu durumda kocasına geri dönme yolunu kesmiş olur. Binaenaleyh kadının hamileliğini gizlemede bir maksadı olduğu gibi, hayızını gizlemede de bir maksadının olduğu ortaya çıkmış olur. Bu sebeple de, âyet-i kerimedeki nehyi bu iki şeyin ikisine de hamletmek gerekir.

2) Bundan maksat, kadının sadece hamileliğini gizlemesini yasaklamaktır. Bu görüşte olanlar, görüşlerine şunları delil getirmişlerdir:

a) Hak teâlâ, Rahimlerde, sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur" (Al-i imran, 6) buyurmuştur.

b) Hayız rahimden dışarı çıkar. O, rahimde yaratılmış değildir.

c) Hak teâlâ'nın, "Allah'ın, rahimlerinde yarattığı şey..." tabirini, şerefli bir cevher olan çocuğa hamletmek, onu, son derece âdî ve pis olan bir şeye hamletmekten daha evlâdır. Bil ki bu görüşler zayıftır. Çünkü âyetin amacı, kadını, kimsenin muttali olamtyacağı ve kendisiyle nikâhın haram veya helâl olabileceği durumla saklamasından men etmek olunca, lâfzı bütün bunlara hamletmek gerekir.

3) Bundan maksat, kadının hayzını gizlemesini yasaklamaktır. Çünkü bu ayet lâfzının peşinden zikredilmiştir. Hâlbuki, daha önce hamilelikten bahsedilmemiştir. Bu görüş de zayıftır. Çünkü Hak teâlâ'nınbuyruğu makabline nisbet edilmeksizin kendi başına müstakil ve müste'nef bir sözdür. Binaenaleyh rahimde yaratılan her şeye hamledilmesi gerekir.

Hak teâlâ'nın"Eğer onlar' Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa" âyetinden maksat, bu yasağın, o kadının mü'min olması şartına bağlanmış olması değildir. Aksine bu, senin zâlim olan bir kimseye, "Eğer mü'min olsaydın, imanının bana zulmetmene mâni olması gerekirdi" mânasını murad ederek, demen gibidir. Şüphe yok ki bu, kadınlar için çok şiddetli bir tehdittir. Bu, Hak teâlâ'nın tıpkı şehâdet konusunda"Kim o şehâdeti gizlerse, muhakkak ki onun kalbi günahkârdır" (Bakara, 283) buyurması."Eğer birbirinizden emin olduysanız, kendisine emânet edilen adam, emânetini eksiksiz ödesin ve Rabbi olan Allah'tan korksun" (Bakara, 283) buyurması gibidir. Âyet, bir şey hususunda kendisine güvenilen, daha sonra da o şeye hiyânette bulunan herkesin hâlinin, Allah katında çok zor ve çetin olduğuna delâlet eder.

"Kocaları, bu bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse, onları geri almaya herkesten daha müstehaktır. Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki haklan gibi kadınların da onlar üzerinde haklan vardır. Erkekler onlar üzerinde (daha üstün) bir dereceye sahiptirler. Allah aziz ve hakimdir" .

Bil ki bu, talâkla ilgili olan üçüncü hükümdür. Bu hüküm de, talâkın "ric'î oluşudur. Ayette geçen ifadesi hakkında iki görüş vardır:

a) Bunun, ve kelimeleri vezninde, (......) kelimesinin çoğulu olmasıdır. Bu kelimenin sonunda tâ harfi, çoğulluktan dolayı kabul edilen müennesliği te'kid etmek için ziyâde olarak getirilmiş olan bir harftir. Bunu cemi olan her isimde getirmek caiz değildir. Aksine dilcilerin, Araplardan naklettikleri kelimelerin sonuna getirilir. Meselâ coğulunda.çoğulunda denilmez. Bil ki ismi, karı koca için kullanılan müşterek bir lâfızdır. Kadına, çoğu lûgatlerde. lügatlerin en fasîh olanında, denildiği gibi, aynı şekilde ona, de denilir. Karı kocaya denildiği de denilir. Söylendiğine göre, (......) kelimesinin aslı efendi ve mâlik demektir. Arapçada, "Sahibi kim?" denildiği gibi, de denilir: "Bu devenin sahibi kimdir?" putperestlerin rab edinmiş oldukları putun ismidir de... Kadınlar, kocalarını, (efendim..) diye de çağırırlar.

b) Masdardır. Erkek koca olduğu zaman, hanımıyla cinsi münasebette bulunduğu zaman da, ulu denilir. Hadisde de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) teşrik günleri hakkında, "Onlar, yemer içme ve cinsi münasebet günleridir" Müslim, Sıyâm, 144. buyurmuştur. Kocası ile iyi geçindiği zaman kadın için, denilir.Şu hadîs-i şerif de bu manadadır:"Siz kocalarınıza karşı muameleyi güzel yaptığınız zaman..." Bu izaha göre ayetin manası, "Kadının kocasının tarafı daha lâyıktır..." şeklinde olur.

Allahü teâlâ'nın kavlinin manası "Onlar bu bekleme müddeti içerisinde hanımlarına dönmeye daha müstehaktırlar" şeklindedir. Bununla ilgili birkaç soru bulunmaktadır:

Birinci Soru: Bu hususta kocadan başkasının bir hakkı olmadığı halde, daha müstehak, denilmesinin faydası nedir?

Cevap: Buna iki yönden cevap verilir:

1) Allahü teâlâ, bundan önce, "Allah'ın, kendi rahimlerinde yarattıklarını gizlemeleri onlara helâl olmaz" buyurmuştur. Bu sözün takdiri şöyledir: "Eğer o kadınlar, bir başka koca ile evlenmek için, rahimlerinde olan çocukları saklarlarsa, işte bunu yaptıkları zaman ilk koca o kadınlara müracaat hususunda, ikinciden daha müstehaktır." Çünkü ikinci koca için sadece zahirî bir hak bulunmaktadır. İşte bundan dolayı, Allahü teâlâ, birinci kocanın ikinciden daha fazla hak sahibi olduğunu beyân etmiştir. Yine kadın "kuru" larının bittiğini iddia edip de, sonra da kocasının aksini bildiğini söylerse, iddet içerisinde kadına müracaatta birinci koca, ikincisinden daha müstehak olmuş olur.

2) Kadın, iddet beklediği zaman, iddetin bitiminde nikâhını sona erdirme hakkı vardır. Kadınlar için, kocanın hakkını iptali tazammun eden böyle bir hak söz konusu olunca; kocalar için de kadına dönme (ric'a) hakkı, onların iddetlerini iptal etme hakları olması bakımından Cenâb-ı Hakk'ın, buyurmuş olması caizdir.

İkinci Soru: Ayetteki, (......) kelimesinin manası nedir?

Cevab: (döndüm) manasında, denilir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur'an'da bir yerde "Eğer ben Rabbime döndürülürsem" (Kehf, 36): bir başka yerde de, "Eğer döndürülür isem..." (Fussilet, 50) buyurmuştur.

Üçüncü Soru: İddetli olduğu müddetçe, daha önce olduğu gibi, onun hanımı sayıldığı halde, ric'i talâkla boşanmış kadın hakkında, ayetteki "Onları geri almaya.. " ifadesinin manası nedir?

Cevap: Redd ve ric'at iddet beklemenin iptalini gerektirir. Binaenaleyh o kadın iddetli olduğu müddetçe kocanın hakkını iptal etme hususunda bir câriye gibi olur. Koca da o kadına geri dönmekle bu cariye gibi oluş durumunu ortadan kaldırmış olur. İşte bundan dolayı ric'at (geri dönme), ayette "redd" kelimesiyle ifadeedilmiştir. İmam Şafiî (radıyallahü anh)'nin mezhebi, o kadından istifade etmeyi, ancak erkeğin ric'atinden sonra helâl sayar. Şafiî'nin mezhebine göre "redd" hususunda şu iki şey vardır:

a) Bu, kadını iddet bekleme halinden, beklememe halini döndürmedir.

b) Kadını, haram olmaktan helâl hale döndürmektir.

Dördüncü Soru: Cenâb-ı Allah'ın, Bu (müddet)içinde.." demesinin faydası nedir?

Cevap: Erkeğin, hanımına müracaat etme hakkı, ancak o iddet bekleme vaktinde söz konusudur. Bu vakit sona erdiğinde, kocanın dönme ve müracaat etme hakkı geçersiz olur.Hak teâlâ'nın buyruğunun manası, "eğer o kocalar arayı düzeltmeyi ister, zarar vermek istemezler ise, müracaat etmeye daha lâyıktırlar" şeklindedir. Bunun bir benzeri de, "Kadınları boşadınız da onlar da iddetlerini bitirdiler mi artık onları ya İyilikle tutun, ya iyilikle bırakın. (Fakat) onları, sırf zulmedebilmeniz için, zararlarına olarak tutmayın. Kim böyle yaparsa, muhakkak kendine zulmetmiş olur" (Bakara. 231) ayetidir.

Boşanma Hakkında Ayetin Nüzul Sebebi

Bu ayetin sebebi nüzulü şudur: Câhiliyye devrinde Araplar, boşadıklan hanımlarına tekrar dönüyor ve böyle yapmak ile, onlara tekrar dönüp onları boşadıklarında o kadınlara zarar vermek istiyorlardı. Çünkü boşanan kadın, böylece yeni bir iddet beklemeye mecbur kalıyor idi. İşte bu sebeple, jmüslümanlar böyle yapmaktan nehyedildiler de, kadınlara müracaat (geri dönme) nin helalliği şartı, arayı düzeltme isteğine bağlandı. Bu da ayetteki, (......) cümlesidir.

Eğer, lâfzı şart manasını taşır. Şart ise, kendisi bulunmadığı zaman, hükmün olmamasını gerektirir. Binaenaleyh erkekte ıslah etme (barış, arayı düzeltme) maksadı bulunmadığı zaman, o kadına müracaat hakkının olmaması gerekir?" denirse, şöyle cevap veririz: İrâde (isteme), bilmemiz mümkün olmayan bâtını (insanın gönlündeki) bir sıfattır. Binaenaleyh şeriat, kadına müracaat etmenin doğruluğunu, o irâdeye bağlamaz. Aksine müracaatın câiz olması, müracaat eden erkek ile Allah arasındaki bu irâdeye (ıslahı istemeye) bağlanmıştır. Öyle ki bir koca, boşadığı kadına zarar vermek maksadıyla müracaat ederse günahkâr olur.

Allahü Teâlâ'nın, ... "Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki haklan gibi kadınların da onlar üzerinde hakları vardır" ayetine gelince, bil ki Allahü teâlâ, müracaat etmekten (tekrar evlenmekten) maksadın, o kadına zarar vermek olmayıp onun durumunu ıslah olması gerektiğini beyân edince, karı kocadan herbirinin diğeri üzerinde bir hakkının bulunduğunu beyânbuyurmuştur.

Karı-Kocanın Karşılıklı Hakları

Bil ki karı ve kocadan herbirinin maksad ve gayesi, ancak birbirlerinin haklarını gözettikleri zaman tam ve mükemmel olur. O müşterek haklar pek çoktur. Onlardan bazılarına işaret edelim:

a) Koca, bir reis ve bir çoban gibidir. Kadın ise, kocanın memuru ve idare ettiği kimse gibidir. Koca, bir reis ve çoban olması sebebiyle, kadının haklarını ve menfaatlerini yerine getirmesi gerekir. Buna mukabil kadının da, kocasına karşı itaat ve inkıyadını ortaya koyması gerekir.

b) İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hak teâlâ'nın, (......) beyanından dolayı, hanımım nasıl benim için giyinip kuşanıyor ise, ben de onu için giyinip kuşanırım."

c) Kadınların, kocaları üzerindeki haklarından birisi de, kocalarının kendilerine müracaat (geri dönme)de, onların durumlarını düzeltme İsteği üzere olmalarıdır. Aynı şekilde kadınların da, Allah'ın, rahimlerinde yarattığı şeyleri gizlememeleri gerekir. İşte ayetin baş tarafına en uygun düşen açıklama budur.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Erkekler, onlar üzerinde (daha üstün) bir dereceye sahiptirler" âyeti ile ilgili iki mesele vardır

Birinci Mesele

Çok kuvvetli adam manasında, ne o ikisinin en kuvvetlisi manasına, ve yürümeye dayanıklı at manasına da, denilir. Ayak, yürümeye dayanıklı olduğu için, diye isimlendirilmiştir. Yine düşünce ve tefekküre ihtiyaç duymaksızın söz söyleyebilen kimse için, (irticalî konuştu) ve, günün ışığı kuvvetli olduğu zaman da, denilir.

"Derece"makam ve mertebe manasındadır. Bu kelimenin aslı, birşeyi dürüp büktüğün zaman söylediğin, ifâdeleridir. "Yok olup gittiler" demek olan, denilir. Yani "O kavim, ömürlerini azar azar tükettiler." Yine iki konak arasındaki yolun orta noktasına da, denilir. Çünkü o, iki konağı birbirine yaklaştırır. Yolun konaklarından herbirine de, denilir. Merdivene de, denilir.

İkinci Mesele

Bil ki erkeğin kadına olan üstünlüğü bilinen bir keyfiyettir. Fakat onun bu üstünlüğünün burada zikredilişinin şu iki sebebten dolayı olması mümkündür:

1) Erkek şunlarda kadından daha üstündür.

a) Akıl,

b) Diyet,

c) Miras,

d) Devlet başkanlığı, hakimlik ve şahidliğe uygun olması,

e) Hanımının üzerine evlenebilmesi ve ona karşı bir şahsiyet sahibi olması.. Kadının kocasına karşı aynı şekilde olması mümkün değildir.

f) Mirasta kocanın hissesinin, kadının hissesinden daha çok olması.

ğ) Kocanın, kadını boşayabilmesi. Koca, hanımını boşadıktan sonra, kadın istese de istemese de, koca kadına müracaat etme, yani tekrar nikahlama yetkisini haizdir. Fakat kadın kocasını boşayamayacağı gibi, boşandıktan sonra da erkeğine müracaat etme hakkı yoktur ve kocasını, kendisine müracaattan da alıkoyamaz.

h) Ganimet hissesinde de erkeğin payı, kadının payından daha çoktur. Bütün bu hususlarda erkeğin, kadından daha üstün olduğu sabit olunca; kadının, erkeğin elinde âciz bir esir gibi olduğu ortaya çıkar. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kadınlara iyi davranın. Çünkü onlar sizin yanınızda âcizdirler" Buhari, Enbiya, 1; Müslim, Ridâ. 62 (2/1091) (kısmen.). buyurmuştur. Bir başka hadiste ise, 'İki zayıf ve âciz kimse hakkında Allah'tan korkun: Onlar yetimler ile kadınlardır" buyurulmuştur. Buna göre âyetin manası şöyle olur: "Allah güç ve kuvvet bakımından erkekleri kadınlardan üstün yarattığı için, erkeklerin kadınların haklarına daha çok riayet etmeleri gerekir." İşte bundan dolayı burada erkeklerin üstünlüğünden bahsedilmiş olması, erkeklerin kadınlara zarar verme ve eziyet etme hususlarından, adetâ onlara bir sakındırma ve tehdiddir. Çünkü Allah'ın nimetleri kendisinde daha çok olan kimselerden günah sudur etmesi, daha çirkin olur ve bundan dolayı onun daha çok men edilmesi gerekir.

2) Bundan murad, her iki taraf arasında menfaat ve lezzetlerin müşterek olmasıdır. Çünkü evlilikten maksad, sükûnet, ülfet, sevgi, yeni nesiller meydana getirmek, yardımcılar ve ahbabın çoğaltılması, lezzetler elde etmektir. Bütün bunlar, iki taraf arasında müşterektir. Hatta bu hususlarda, kadının payının erkeğinkinden daha çok olduğu söylenebilir. Sonra erkek kadının haklarından bazılarını tek başına yüklenmektedir. Bu da, mihir ve nafakanın erkeğe âit olması, erkeğin kadını her türlü kötülükten koruması, kadının ihtiyaçlarını yerine getirmesi ve onu çeşitli afetler ile belâlardan koruyup muhafaza etmesi. Bundan dolayı, kadının kocasına karşı hizmeti yerine getirmesi daha gereklidir. Bu, Hak teâlâ'nın, "Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler. Bu, Allah onlardan kimini (erkekleri) kiminden (kadınlardan) üstün kılmış olması ve de (erkeklerin onlara) mallarından infâk etmeleri sebebiyledir" (Nisa, 34) ayetinde ifâde edildiği gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Eğer bir kimseye, Allah'tan başkasına secde etmesini emretseydim, kadının kocasına secde etmesini emrederdim" Tirmizi, Redâ, 10 (3/465). buyurduğu rivayet edilmiştir.Daha sonra Hak teâlâ ayetin sonunda, "Allah azîz ve hâkimdir" yani "karşısında durulamayan bir galiptir, hüküm ve fiillerinde isabetlidir ve bunlara abes, akılsızlık, yanlışlık ile bâtıllık gibi şeyler arız olamaz" buyurmuştur.

Ric'i Talâk

228 ﴿