229

"Boşama iki defadır. (Ondan sonrası) ya İyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır..."(Bakara, 229),

Bil ki bu, talâkla ilgili üçüncü hükümdür. Bu ela, kendisinde rıc'at (geri dönme) mümkün olan talâktır. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır

Birinci Mesele

Câhiliye devrinde adamlar hanımını boşuyor, daha sonra iddeti bitmeden ona müracaat ediyor (tekrar nikahlıyorlardı) Bir adam hanımını bin kere de boşasa, yine iddet içinde ona müracaat edebiliyordu. İşte bunun üzerine bir kadın Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha)'ye gelerek, kocasının kendisini boşadığını ve zarar vermek maksadıyla (başkasıyla evlenmesini engellemek için) kendisine ric'at ettiğini şikâyet etti. Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha) de bu durumu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e anlattı. Bundan dolayı, ayet'i nâzil oldu.

İkinci Mesele

Müfessirler bu ayetin, yeni bir hüküm mü ifâde ettiği, yoksa önceki âyetlerle ilgili bir ayet mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir:

1) Bazıları bunun yeni bir hüküm olduğunu, manasının ise şu şekilde olduğunu söylemişlerdir: "Şeriata uygun olan boşamanın, birden değil ayrı ayrı, yani bir talâktan sonra diğer bir talâk şeklinde olması gerekir. Salıverme ise bir kere olur." Bu izah, üç talâkı bir defada vermenin haram olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. Ebu Zeyd ed-Debûsî, "el-Esrâr" adlı kitabında, bunun Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, İmrân b. Huseyn, Ebu Musa el-Eş'arî, Ebu'd-Derdâ ve Huzeyfe (radıyallahü anha)m)'nin görüşü olduğunu ileri sürmüştür.

2) Bu âyetin tefsiri ile ilgili ikinci görüş şudur:"'Bu ayet yeni bir hüküm ifâde etmeyip, kendisinden önceki âyetlerle ilgilidir. Buna göre mânâsı şöyledir:"Ric'i talâk iki keredir. Üçüncü talâktan sonra ric'at olmaz." Bu tefsir, üç talâkın bir defada verilmesini caiz görenlerin izahıdır. Bu, İmam Şafiî'nin mezhebidir.

Birinci görüşte olanların delili şudur: lâfzı, istiğrak manasını ifâde eder. Çünkü elif-lam "ahd" için olmadığı zaman istiğrak ifâde eder. Buna göre ayetin takdiri: "Bütün talâk iki defadır ve üçüncü defası.." şeklinde olur. Eğer Cenâb-ı Hak, bu şekilde demiş olsaydı, meşru olan talâkın ayrı ayrı olduğunu ifâde etmiş olurdu. Çünkü "defalar, kereler" lâfızlarının icmaya göre manası, ancak talâklar ayrı ayrı verildiği zaman olur.

Buna göre eğer, "Bu âyet, sünnete uygun boşanma şeklini beyân etmek için gelmiştir. Bana göre tek bir defada üç talâkı vermek sünnete uygun değilse de mubahtır?" diye sorulursa, biz deriz ki, "Ayette sünnete uygun talâkın nasıl olacağı anlatılmamıştır. Aksine bu, talâkın aslının izahıdır."Sonra birinci görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Ayetin lâfzı her nekadar bir haber cümlesi şeklinde İse de, emir manasını ifâde etmektedir. Yani, "iki kere boşayınız" demektir. Daha önce de belirttiğimiz gibi emir manasını, haber olan lâfızlarla ifâde etmek, o manayı te'kid ettiği için, emir lâfzı yerine haber cümlesi kullanılmıştır. Böylece bu âyetin, talâkların tek tek verileceğine ve bunun mutlaka böyle yapılması gerektiğine delâlet ettiği sabit olur." Sonra bu görüşte olanlar, şu iki şekilde ihtilâf etmişlerdir:

a) Din âlimlerinin çoğunun tercihi olan görüşe göre, bir kimse hanımını "iki veya üç talâkla boşsun" dediği zaman bu tek bir talâk sayılır. Bu görüş, kıyasa en uygun görüştür. Çünkü nehiy, nehyedilen şeyin râcih bir zararı kapsadığına delâlet eder. Bir defada iki veya üç talâkın olabileceğini söylemek, bu zararın meydana gelmesine gayret etmek olur. Bu ise caiz değildir. Binaenaleyh bir defada iki veya üç talâk verilmiş olsa da, bunu tek talâk saymak gerekir.

b) Ebu Hanife (radıyallahü anh)ınin görüşüdür. Bu görüşe göre, her nekadar bir defada bir kaç talâk kadar bir defada bir kaç talâk birden vermek haram ise de, bu verildiği zaman o sayıda talâk sayılır. Bu, nehyin bir zararı kapsamadığı kaidesine bina edilmiştir.

3) Âyetin tefsiri ile ilgili üçüncü görüş şöyle dememizdir: Âyet, kendi başına yeni bir hüküm ifâde etmeyip makabli ile ilgilidir. Çünkü Allahü teâlâ bir önceki âyette, kocanın ric'at etme hakkının olduğunu beyan buyurmuş, fakat bu hakkın devamlı veya belli bir yere kadar olacağından bahsetmemiştir. Binaenaleyh bu husus, açıklanmaya muhtaç bir mücmel veya muhassise muhtaç olan umûmî bir lâfız gibi olmuş olur. Böylece bu ayette Hak teâlâ, koca için ric'at etme hakkı bulunan talâkın sadece ilk iki talâk olduğunu beyan buyurmuştur. Fakat iki talâktan sonra, âyetteki, lâfzının lam-ı tâ'rifinir daha önce bilinen birşeye işaret etmiş olmasından ötürü, ric'at hakkı kesinlikle söz konusu değildir.Yani kendisinde ric'atın olacağını söylediğimiz o talâk, iki kere olan talâktır. Bu, ayetin nazmına uygun, güzel bir açıklamadır. Şu sebepler bu izahın daha evlâ olduğuna delâlet eder:

a) Hak teâlâ'nın "Kocaları, onları geri almaya daha müstehaktırlar.." ayeti eğer umûmî bir ifâde ise, bir muhassise muhtaç olur. Eğer umûmî değil ise, o zaman da mücmel demektir. Çünkü bu ifâdede, ric'at hakkını gerektiren şartın beyânı yoktur. Bundan dolayı da açıklanmaya muhtaç bir ayet olmuş olur. Binaenaleyh bu ayeti, mâkablindeki ayetle ilgili kabul edersek, tahsis görmüş âmm bir lâfızla birlikte onu tahsis eden âyet de zikredilmiş olur, veyahut da mücmel ayetle birlikte onu beyân eden ayet de bulunmuş olur. Bu, böyle olmamaktan daha evlâdır. Çünkü gerekli açıklamayı, hitap vaktinden sonraya bırakmak caiz ise de, tercihe şayan olan onun geriye bırakılmamasıdır.

b) Bu âyeti, yeni bir hüküm ifâde eden bir ayet kabul ettiğimizde, "Boşanma iki defödır" ifâdesi, talâkın hepsinin sadece iki kere olduğunu gösterir ki, bu mânâ icmâ ile bâtıldır. Allahü teâlâ'nın üçüncü talâktan bahsetmiş oluşu, bunun da, "veya güzellikle salıvermektir" ifâdesi ile gösterildiği, böylece de ayetin takdirinin, "Boşama iki defadır ve bir defa danadır.. ' şeklinde olduğu söylenemez. Çünkü biz şöyle diyoruz: "Ayetteki "veya güzellikle salıvermektir" cümlesi, "Boşanma iki defadır" cümlesiyle değil, "Ya iyilikle tutmak" ifadesiyle ilgilidir. Bir de, "Veya güzellikle salıvermektir" sözünde talâkı ihsas ettiren herhangi birşey yoktur.

Üçüncü bir husus da şudur: "Veya güzellikle salıvermektir" ifâdesini üçüncü bir talâk kabul edersek, Hak teâlâ'nın, "Eğer onu boşarsa" (Bakara, 230) cümlesi dördüncü bir talâk olur ki bu da caiz değildir.

c) Bu âyetin nüzul sebebi olarak bize rivayet edilen şeydir. Çünkü ayet, kocasının kendisini boşadığını ve (başkasıyla evlenmesine mâni olarak) zarar vermek maksadıyla kendisine iddet içinde tekrar tekrar müracaat ettiğini Hazret-i Aişe'ye şikâyetlenen bir kadın sebebiyle inmiştir. Âlimler, âyetin nüzul sebebinin, âyetin ifâde ettiği umûmî hükmün dışında kalamayacağı hususunda ittifak etmiştir. Binaenaleyh âyetin bu sebebten dolayı nazil olması, ayetin hükmü dışında ve ona yabancı başka bir hükümden dolayı indirilmesinden evlâ olur.

Cenâb-ı Allah'ın, "(Ondan sonrası) ya İyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır, ." ayeti ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyeteki, "imsak" (tutmak), salıvermenin zıddıdır. (mızrağın tutulacak yeri) ve, (kulp) kelimeleri de, bu kökten birer isimdirler. Adam cimri olduğu zaman, denilir. Ferrâ, "O kölelerine karşı cimri değildir" manasında, ödenir. Veya denilip onun kuvveti kastedilir."Teşrih" kelimesi, salıvermek manasınadır. Saçları birbirinden ayırıp saldığın zaman buna, denilir. İnsan hayvanları otlamak üzere otlağa saldığında, denilir.

İkinci Mesele

Âyetin takdiri şöyledir: "Kendisinde kocanın ric'at hakkı bulunduğunu söylediğimiz talâk iki kere olur. Bu iki talâktan sonra gereken, ya o hanımı iyilikle tutmak veya güzellikle salıvermek (tamamen boşamaktır)."İyilikle tutmanın manası, kocanın o kadına zarar vermek maksadıyla değil, aksine onun halini ıslah etmek ve ona faydalı olmak gayesiyle onunla beraber yaşamaya dönmesidiradıyallahü anhyetin manası hakkında şu iki izah şekli daha vardır:

a) Üçüncü talâk'ın verilmesi ve kadının tamamen boşanmasıdır. Rivayet edildiğine göre, ayeti nazil olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e üçüncü talâk nerede? diye soruldu. Bunun üzerine O (sallallahü aleyhi ve sellem), "Üçüncü talâk, ayetteki veya güzellikle salmaktır" hükmüdür" buyurmuştur.

b) "Veya güzellikle salmaktır" âyetinin manası, "Kadının iddeti bitip, böylece bâin (ric'ati olmayan) bir talâkla boşanmış hale gelinceye kadar, ona ric'at etmemek (geri dönmemek) tir" şeklindedir. Bu görüş, Dahhâk ve Süddî'den rivayet edilmiştir. Bil ki bu izah şu sebeplerden ötürü doğruya daha yakındır:

1) Allahü teâlâ'nın "Eğer onu (tekrar) boşarsa" cümlesindeki fâ harfi, üçüncü talâkın, "güzellikle salmak" tan sonra olmasını gerektirir. Eğer "güzellikle salmak"tan maksad üçüncü talâk olsaydı, "Eğer onu boşarsa... " âyeti dördüncü talâk olurdu ki bu caiz değildir.

2) Şayet biz "güzellikle salma "yi, erkeğin hanımına ric'at etmemesi (dönmemesi) manasına alırsak, ayet bütün durumları içine almış olur. Çünkü ikinci talâktan sonra koca hanımına ya müracaat eder, ki bu, "ya iyilikle tutmak" buyruğu ile kastedilendir, veyahut ona müracaat etmeyip, iddeti bitip aralarında beynûnet-i suğra (yeni;bir nikâh ile hanımına dönebileceği ayrılık) meydana gelinceye kadar bırakmasıdır ki bu, "veya güzellikle salıvermektir" âyeti ile kastedilen manadır, veyahut da kocanın hanımını boşamasıdır ki bu da, "Eğer onu boşarsa" ayeti ile ifâde edilen mânâdır. Böylece âyet, bütün bu durumların izahını içine almış olur. Fakat "güzellikle salıverme" ifâdesini üçüncü talâk sayarsak, o zaman bu üç durumun birisinin bırakılması ve cümlesinin bir tekrar olmuş olması gerekir ki bu caiz değildir.

3) "Teşrih" (salıvermek)in zahirî manası, bırakmak ve ihmal etmek demektir. Binaenaleyh bu lâfzı, kadına müracaat etmeme mânâsında anlamak, boşamak manasına anlamaktan daha uygundur.

4) Cenâb-ı Hak, "Teşrih" lâfzını zikrettikten sonra, "Onlara verdiğiniz mihri geri almanız helâl değildir" buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın bundan muradı "hul" dur. Kocanın hanımını üçüncü talâkla boşadıktan sonra, "hul' " yapılamayacağı herkesin malûmudur. Eğer "veya güzellikle salıvermek" âyetinin üçüncü talâkı ifâde ettiğini gösteren hadis sahih değil ise, bütün bu izahlar açık ve güzeldir. Fakat o hadis sahih ise, ona ilâvede bulunmak doğru olmaz.

Bil ki ayette geçen "İhsan" (güzellikle..) dan murad, koca hanımını boşadığı zaman, ona mali yönden bütün haklarını ödemesi ve hanımından ayrıldıktan sonra onun hakkında aleyhte konuşmayıp insanları ondan nefret ettirmemesidir

Üçüncü Mesele

Kocanın ric'at (geri dönme) hakkının bulunduğunun söylenmesindeki hikmet şudur: İnsan, arkadaşı ile birlikte olduğu zaman, ayrılışının ona zor gelip gelmeyeceğini bilemez. Fakat ondan ayrıldığında bu anlaşılabilir. Buna göre şayet Allahü teâlâ, birinci boşamayı kocanın hanımına dönmesine manî kılsaydı, ayrıldıktan sonra muhabbetin ortaya çıkması hâlinde, bu durum insana çok güç gelirdi. Sonra, tam tecrübe birinci defada elde edilemeyeceği için, şüphesiz Hak teâlâ ikinci kez ayrıldıktan sonra da erkeğin tekrar dönme (ric'at, müracaat) hakkının bulunduğunu beyan buyurmuştur. İşte bu durumda insan, bu ayrılık hususunda kendi kendini denemiş ve kalbinin durumunun ne olduğunu iyice anlamış olur. Böylece hem kendisinin hem de hanımının faydasına olanın, onu tutup boşamamak oduğuna karas verir ise ona tekar müracaat eder ve onu tutar. Eğer kendisi için faydalı olanın, onu salıvermek, tamamen boşamak olduğuna karar verir ise onu en güzel şekilde salıverir. Cenâb-ı Hak tarafından olan bu sıralama, O'nun kullarına son derece merhametli ve şefkatli olduğunu gösterir.

"Onlara verdiğinizden bir şeyi geri almanız size helâl olmaz. Erkekle kadın, Allah'ın sınırlarına riâyet edemtyeceklerinden korkarlarsa müstesna... Eğer siz onların, Allah'ın sınırlarına riâyet edememelerinden korkarsanız, o zaman kadının fidye vermesinde ikisine de bir günah yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Onlan aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte o kimseler zâlimlerin ta kendileridir" .

Bil ki bu, talâkın hükümlerinden dördüncüsüdür. Bu da, "un ne demek olduğunu izah etmektir. Allahü Teâlâ, "teşrih" in güzellikle olması gerektiğini beyân buyurunca, bu âyette de, erkeğin hanımını boşadığı zaman, ona verdiği mihir, elbise ve erkeğin kendisiyle kadına üstünlük sağladığı diğer şeyleri geri almamanın "ihsan" cümlesinden olduğunu açıklamıştır. Bu böyledir, çünkü erkek ona verdiği bu şeyler mukabilinde kadının "bıd" (tercine) ına mâlik olmuş ve ondan istifâde etmiştir. Binaenaleyh, kadından herhangi bir şey alması caiz olmaz. Bu nehye, kadını fidye vermeye mecbur etmek için, boşama işini güçleştirme hususu da dahildir. Nitekim Hak teâlâ, Nisa suresinde, "Kendilerine verdiğiniz şeylerin bir kısmını ele geçirebilmeniz için, kadınları zorlamayın" (Nisa. 19) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın buradaki, "Erkekle kadın, Allah'ın sınırlatma riâyet edemiyeceklerinden korkarlarsa müstesna..." istisnası Hak teâlâ'nın oradaki, "Ancak arayı açacak bir fuhuş irtikab etmiş olmaları müstesna.." (Nisa. 19) istisnası gibidir. Böylece, arayı açacak bir fuhuş işlemenin, bazan edebsizlik ve kötü huy ile olacağı ortaya çıkmış olur. Bunun bir benzeri de, "Onlan evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasmlar. Ancak apaçık bir kötülük yaparlarsa müsfesnâ..." (Talâk. 1)âyetidir. Âyetlerde bahsedilen apaçık kötülükten, kadınların kocalarına karşı edebe uygun olmayacak bir tarzda davranmaları da kastedilmiş olabilir. Yine Cenâb-ı "Ondan hiçbir şeyi almayınız.. Bir iftira ve bir günah ile onu alır mısınız?" (Nisa, 20) buyurmuştur. Böylece kadınlarla cinsi münasebette bulunduktan sonra, onlara verilen şeylerden herhangi bir şey almak büyük bir günah addedilmiştir.

Buna göre, eğer, "Hak teâlâ'nın, "...bir şeyi almanız size helâl olmaz" âyetindeki hitabı kimedir? Eğer kocalara ise, bu Hak teâlâ'nın, "Eğer siz, onların Allah'ın sınırlarına riâyet edememelerinden korkarsanız..." cümlesiyle bir uyum arzetmez. Eğer bu hitabın, devlet reislerine ve hâkimlere olduğunu söylersen, onlar kadınlardan herhangi bir şey alamazlar" denilirse, biz deriz ki:

Bu iki husus da caiz olabilir. Âyetin başının kocalara, sonunun da idareci ve hâkimlere yöneltilmiş olan birer hitâb olması caizdir. Bu durum, Kur'an-ı Kerim için garip sayılmaz. Yine âyetin hepsinin, idareci ve hakimlere birer hitap olması da caizdir. Çünkü bu kimseler, olay kendilerine intikâl ettiği zaman, alıp verme gibi şeyleri emredecek olan kimselerdir. İşte buna göre sanki onlar, alıp veren kimseler gibi görülmüş ve öyte kabul edilmişlerdir.

Hak teâlâ'nın, "Erkekle kadın, Allah'ın sınırlarına riâyet edemiyeceklerinden korkarlarsa müstesna..." istisnasına gelince, bil ki Allahü Teâlâ, boşadıktan sonra erkeğin hanımından, verdiklerinden herhangi bir şey almasını yasaklayınca, Cenâb-ı Hak "hul' " meselesini bu hükümden ayırmıştır. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Hul' Hakkında Hükmün Nüzul Sebebi

Bu ayetin, Cemile binti Abdullah İbn Ubey ile kocası Sabit İbn Kays İbn Şemmâs hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Kadın, kocasını alabildiğine sevmezken, kocası onu son derece seviyor...Böylece kadıncağız Allah'ın Resulüne gelir ve, "Beni ondan ayır. Çünkü ben ona buğzediyor, onu sevmiyorum. Çadırın ucunu kaldırdığım zaman, onu bazı kimselerin arasında gelirken gördüm; o, o insanların en kısa boylusu, en çirkin yüzlü olanı ve en esmer olanı idi. Öte yandan ben, İslâm'a girdikten sonra, küfrü de istemiyorum" der. Bunun üzerine Sabit: "Ey Allah'ın Resulü, ona emret de, kendisine verdiğim bahçemi bana iade etsin" der. Hazret-i Peygamber de Cemileye dönerek: "Ne diyorsun?" dediğinde Cemile: "Evet, fazlasını da veririm..." der. Bu cevap üzerine Hazret-i Peygamber: "Hayır, sadece bahçesini geri ver..." dedi. Sonra da, Sâbit'e dönerek: "Ona ne verdinse geri al ve yolunu aç..." buyurdu. Bunun üzerine Sabit de böyle yaptı. Böylece bu hâdise, İslâm'daki ilk "hul' " hâdisesi oldu. Ebu Davud'un Sünen'inde bu kadının Hafsa binti Sehl el-Ensâriyye olduğu zikredilmektedir.

İkinci Mesele

Âlimler, Allahü Teâlâ'nın, buyruğunun istisnâ-i muttasıl mı, istisnâ-i munkatf mı olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu ihtilâfın neticesi fıkhî meseleler de ortaya çıkmaktadır. Bu fıkhî mesele de şu şekilde ortaya çıkmaktadır: Müçtehidlerin çoğu, "Korku ve kızgınlık hâli dışında da, "hul' " caizdir" demişlerdir. Ezherî, Nehaîve Dâvûd ise, "Hul' " ancak kızgınlık halinde ve Allah'ın sınırlarına riâyet edememeden korkma durumunda mubahtır. Binaenaleyh, eğer bu durumların dışında hul yapılırsa, bu yanlış ve fasittir" demişlerdir. Bunların delili şudur: Bu âyet, koca için, hanımından boşandığı zaman, ondan bir şey alamıyacağını göstermesi bakımından sarîh bir ifâdedir. Sonra Cenâb-ı Allah, buyurarak, belli bir. .durumu bundan istisna yapmıştır. Bu sebeple âyet, korkunun dışındaki herhangi bir durumda kocanın karısından birşey almasının caiz olmadığını açıkça göstermektedir. Müçtehidlerin çoğunluğu şöyle demişlerdir: Hul', korku halinde de, korku halinin dışında da caizdir.. Buna delil, Cenâb-ı Allah'ın, "Eğer kadınlar, mehirden bir kısmını gönül hoşluğu ile size bağışlarlarsa, o zaman onu gönül huzuru ile, afiyetle yeyin" (Nisa, 4)âyetidir. Bu âyete göre kadının mehrini, mukabilinde bir şey almaksızın hibe etmesi caiz olunca, bu, kendisi vesilesiyle kendi hürriyetini elde edeceği "hul' " da haydi haydi caiz olur. Bu ayetteki, ' istisna edatı, Allahü Teâlâ'nın, "Bir mü'-minin başka bir mü'mini, yanlışlıkla olması dışında, öldürmesi yakışmaz" (Nisa, 92) âyetinde olduğu gibi, istisnâ-i munkatı, mânasına hamledilmiştir... Yani, "Fakat öldürme hatâen olursa, "Katilin, ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir" (Nisa, 92).

Üçüncü Mesele

Bu âyette bahsedilen korkunun, bildiğimiz mânada hoşlanılmayan şeyin başa gelmesinden korkulması anlamındaki korkuya hamledilmesi veyahut da zanna hamledilmesi mümkündür. Bu böyledir çünkü, korku hususî ve psikolojik bir durumdur. Korkunun meydana gelmesinin sebebiyse, kişinin, iterde istemediği bir şeyin meydana gelebileceğini zannetmesidir. Ma'lûlun ismini illete vermek, meşhur bir mecazdır. İşte bundan dolayı kişinin bu zannına, korku ismi verilmişin Bu, çokça bilinen bir mecazdır. Bazan bir kimse bir başkasına, "Senin uşağın, senin iznin olmaksızın çıktı" diyebilir. Buna mukabil o kimse de, "ben de öyle sandım, bu hisse kapıldım" mânasında, der. Ferrâ şu beyitleri nakletmiştir:

"Öldüğümde beni bir üzüm asmasının yanına göm de, asmanın kökleri, ölümümden sonra kemiklerimi sulasın... Sakın beni göle gömme ey sevgili; çünkü ben, öldükten sonra onu tadamıyacağımı hissediyorum!..."

Sonra bu te'vili, müteakiben gelen şu ifâde de te'kid eder: "Eğer bu koca da onu boşar da onlar, Allah'ın sınırlarına riâyet edebileceklerini zannederlerse, onların tekrar birbirlerine dönmelerinde, İkisi için hiçbir günah yoktur" (Bakara, 230).

Dördüncü Mesele

Bil ki bu âyetin zahiri, bu husustaki şartın, kadın ve erkeğin korkmalarının söz konusu olması olduğuna delâlet eder. Burada, konuyu daha iyi incelemek gerekiyor. Buna göre biz deriz ki, bu konuda mümkün olan taksimat, dört çeşittir. Çünkü bu korku, ya sadece kadın tarafından veya erkek tarafından hissedilir, yahut da ikisi de bu korkuyu hissetmez, ya da her ikisi de bu korkuyu duyar.

Birinci kısım: Bu, korkunun sadece kadın tarafından hissedilmesidir. Bu da, kadının geçimsiz olması ve kocasına buğz etmesi şeklinde kendini gösterir. İşte burada kocanın kadından, onu boşaması karşısında mal alması helâldir. Bunun delili ise, Cemile ve Sabitin kıssasına dair anlattığımız husustur. Çünkü Cemîle, kocasına buğzettiğini söylemiş; Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) de kadın için hul'ü; Sabit hakkında fidyeyi almayı caiz görmüştür.

Buna göre, "Allahü Teâlâ bu âyette her ikisinin de endişelenmeleri şartını koşmuştur. O hâlde, daha nasıl sadece kadının endişelenmesinin kâfi gelebileceğini söylediniz?" denilirse, biz deriz ki: Bu korkunun sebebi şudur: Böyle bir korkunun başlangıcı kadından olsa da, ne var ki bazen bu korkuya koca tarafından duyulan endişe de iştirak eder. Çünkü kadın, kocası hakkında Allah'a isyan etmek hususunda, kendi nefsi için bir endişe duyar. Koca da, hanımı kendisine itaat etmediği zaman, onu döveceğinden ve onu kınayacağından, böylece de çoğu kez hakkı olan haddi ve ölçüyü aşacağından endişe eder. Bu sebeple, korku her ikisi için de söz konusu olmuş olur. Bazen, kadındaki bu korkunun sebebi, kocasıyla ilgili bir şeyden ileri gelebilir. Kocası fakir, siması çirkin olursa veyahut da kocanın kendisinden nefret edilen bir hastalığa yakalanmasından dolayı kadının, kocasıyla olan beraberliğini sürdürmeyi istememesi caizdir. Bu açıklamaya göre kadının, kocasına itaat etmemeden dolayı Allah'a isyan etmekten endişelenmesi; kocanın da kadının bazı haklarını yerine getirmede kendisinden bir kusurun sudur etmesinden dolayı Allah'a isyan etmekten çekinmesi söz konusu olur.

İkinci kısım: Böyle bir endişenin, sadece koca tarafından hissedilmesi. Bu, kadını fidye vermeye mecbur edinceye kadar, erkeğin onu dövmesi suretiyle tahakkuk eder. Bu şekilde elde edilen mal, gerek bu âyetin öncesindeki ifâdelerin deliliyle, gerekse Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerine verdiğiniz şeylerden bir kısmını ele geçirebilmeniz için, kadınları zorlamaymız... "(Nisa, 19) "Ona Verdiğiniz şeyi, bir iftira ve apaçık bir günah ile alır mısınız" (Nisa, 19-20) âyetlerinin delaletiyle, haramdır. Bu, böyle bir malı almanın ne kadar haram olduğunu bildirme hususunda pek etkili bir ifâdedir.

Üçüncü kısım: Böyle bir endişenin, ne koca ne de kadın tarafından duyulmamasıdır. Biz, müctehid imamların ekserisinin görüşünün, "Bu nevi hul' caiz, alınan mal ise helâldir" şeklinde olduğunu söylemiştik. Bazı kimseler ise, bunun haram olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Dördüncü kısım: Bu endişenin, karı ve koca tarafından beraberce hissedilmiş olmasıdır. Böylece elde edilecek mal da haramdır. Çünkü yukarıda geçen âyetler, bu sebep koca cihetinden mevcut olduğu zaman; yukarda yazılmış olan âyetler, bu malın alınmasının haram olduğuna delâlet eder. Bu âyetlerin ifâde ettiği hükümlerde, bu sebebin kadın cihetinden olup olmayacağı kaydı yer almamaktadır. Bir de Hak teâlâ bu kısım hakkında müstakiilen, "Eğer aralarının açılmasından endişeye düşerseniz, o zaman erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden de bir hakem gönderin. Bunlar barışmak isterlerse, Allah onların arasını uzlaştırır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilicidir, hakkıyla haberdardır" (Nisa, 35) âyetini getirmiş ve bu âyette, kadından fidye almanın helâl olduğuna yer vermemiştir. Bu dört kısmın açıklaması, işte bundan ibarettir. Bil ki bizim anlatmış olduğumuz bu kısımlar, mükelleflerle Allah arasında olan şeylerdir. Ama, âyetin zahirine göre bu caizdir. İşte fukahânın görüşü de budur.

Beşinci Mesele

Hamza, harfinin zammesiyle, şeklinde; diğerleri ise yâ'nın fethasıyla, (......) şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Hamza, bedel-i istimal olmak üzere, ifâdesini, lâfzındaki nâibi fail olan eliften bedel yapmıştır. Bu senin, Zeyd'den yani, Zeyd'in Allah'ın sınırlarını yerine getirmemesinden korkulur" sözün gibidir. Bu mana Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh)' şeklindeki kıraati ve ayetteki, labt libaresiyle de kuvvet bulur. Cenâb-ı Allah burada, libt. (O ikisi korktu) dememiş ve böylece korkuyu karı ile kocadan başkasına izafe etmiştir. Ekseri kıraat âlimleri korkuyu karı-kocaya nisbet ederek, (......) şeklinde okumuşlardır. Çünkü yukarıda da beyân ettiğimiz üzere kadın kendi nefsinden dolayı fitneden endişelenir; koca da, kadının kendisine itaat etmemesi hâlinde ona zulmedebileceği endişesini taşır.

Altıncı Mesele

Âlimler, "hul" yapılabilecek mal miktarı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Şa'bi, Zühri, Hasan el-Basrî, Atâ ve Tavus, kocanın kadına verdiği şeylerden fazlasını almasının caiz olmadığını söylemişlerdir. Bu Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin görüşüdür. Sa'id İbnu'l-Müseyyeb, kocanın kadına üstünlüğü devam etsin diye, kadına verdiği şeylerden daha az bir miktarı almasının gerektiğini söylemiştir. Diğer fakihler ise, hul'ün, kocanın verdiği maldan fazla, eksik veya o mal miktarında olabileceğini söylemişlerdir. Birinci görüşte olanların Kur'an, hadis ve kıyastan delilleri vardır.

"Kur'an'dan delilleri, Onlara verdiğiniz bir şeyi geri almanız helâl değildir" (Bakara, 229) âyetidir. Cenâb-ı Allah böyle buyurduktan sonra, "Fidye vermelerinde ikisi üzerinde de vebal yoktur" buyurmuştur. Bu sebeple, bu ifâdenin kocanın kadına verdiği şey hakkında olması gerekir. Durum böyle olunca Allah'ın mubah kılması hükmüne, ancak kocanın kadına vermiş olduğu miktar dâhil olur.

Bu görüştekilerin hadisten delilleri şudur: Sabit (radıyallahü anh) Cemileden ona mihr olarak vermiş olduğu bahçesini geri vermesini isteyince, Cemile, "Daha fazlasını da veririm" demiş, bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hayır, sadece bahçesini ver" buyurmuştu. Eğer mihirden fazlasıyla hui' yapmak caiz olsaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Cemile (radıyallahü anhnha)'yi daha fazlasını vermekten menetmesi caiz olmazdı.

Bunların kıyastan delilleri ise şudur: Koca, verdiği mihir ile kadının tercinin kendisi için helâl olmasını sağlamıştır. Eğer koca hul' için, hanımından verdiği mihrin daha fazlasını alırsa, bu kadını zarara ve ziyana sokmak olur ki caiz değildir.İkinci görüşte olanların delili ise şudur: Hul' bir mu'âvaz (karşılıklı bedel verme) akdidir. Bu sebeple bunun belirli bir miktarla sınırlı olmaması gerekir. Nikâh akdi yapılırken, kadın bu akde çok büyük bir mihir karşılığında razı olabileceği gibi, kocanın da hul'a çokça mal karşılığında razı olması caizdir. Özellikle kadın kocasına karşı kızgınlığını ve hoşnutsuzluğunu ortaya koyarak kocasını hafife almak isterse, bu haydi haydi caiz olur.

Bu, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet edilen şu hususla da kuvvet kazanır: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e geçimsiz bir kadın mahkeme olmak üzere başvurdu. Hazret-i Ömer onu tutuklatıp, çöplük olan bir evde iki gece hapsetti. Sonra ona, "Nasılsın?" diye sordu. O, "Bu iki gece kadar güzel bir gece geçirmedim" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer onun kocasına, " Küpesi ne karşılık olsa bile hul' yap" dedi. Bundan Hazret-i Ömer'in kastı, "bir tek küpe bile alsan hul' yap" manasıdır. İbn Ömer (radıyallahü anh)'den üzerindeki iç çamaşırları hariç bütün elbiseleri ve herşeyi karşılığında kocasından hul'u kabul eden bir kadın kendisine geldiğinde bunu yadırgamadığı rivayet edilmiştir.

Hul'un Talak Olup Olmadığı Meselesi

Hul', talak-ı bâindir. Bu Hazret-i Ali, Hazret-i Osman, İbn Mes'ud, Hasan el-Basri, Şa'bi, Nehâi, Atâ, İbnu'l Müseyyeb, Şureyh, Mücâhid, Mekhûl, Zührî, Ebu Hanife, Süfyân ve iki görüşünden birine göre İmam Şafiî'nin görüşüdür. İbn Abbas, Tavus ve İkrime, "Bu, nikâh akdini feshetmedir" demişlerdir. Bu görüş Şafiî'nin ikinci görüşüdür. İmam Ahmed, İshak ve Ebu Sevr'in görüşü de böyledir.

Hul'un talâk olduğunu söyleyenlerin delili şudur: Ümmet-i Muhammed, hul'un ya nikâhı fesh ya talâk olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hul'un nikâh akdini fesh olması hususu bâtıl olunca, onun bir talâk olduğu ortaya çıkmış olur. Biz hul'un akdi feshetme olmadığını söyledik. Çünkü o, alış-veriş akdini bozmada olduğu gibi, mihr-i müsemma (belirlenmiş mihir) den daha fazlası ile sahih olmaz. Yine hul' bir fesh olsaydı, erkek de kadınla hul' yapıp mihirden bahsetmeseydi, bu durumda kadının mihir kadar mal vermesi gerekirdi. Bu, bir alış-veriş akdini bozma gibidir. Alış-veriş bozulduğu zaman, para zikredilmese bile, o paranın iade edilmesi gerekir. Durum böyle olmayınca hul'un bir akdi feshetme olmadığı ortaya çıkmış olur. Hut'un akdi feshetme olduğu bâtıl olunca, onun bir talâk olduğu sabit olur.

Hul'un talâk olmadığını söyleyenlerin delilleri ise şunlardır:

1) Allahü teâlâ, "Allah'ın sınırlarını hakkıyla riayet edemeyeceklerinden korkarsanız, kadının fidye vermesinden ikisine de vebal yoktur" buyurmuş, daha sonra da "talâk" lâfzını zikrederek, "Eğer erkek hanımını tekrar boşarsa, ondan sonra kadın başka bir erkekle nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz" (Bakara, 230) buyurmuştur.

Şayet hul' bir talâk olsaydı, talâkların sayısı dört olurdu. Bu delili, Hattabî, Mealimü's-Sünen adlı kitabında İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet etmiştir.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Sabit İbn Kays İbn Şemmâs'a, hanımına hul' yapmasına izin vermiştir. Halbuki hayız esnasında veya kendisinde cima yapılmış olan temizlik esnasında talâk haramdır. Eğer hul' talâk olsaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu meselede durumu araştırması gerekirdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) durumu araştırmadan Sâbit'e hul' yapmasını mutlak bir şekilde emrettiğine göre bu, hul'un talâk olmadığına delâlet eder.

3) Ebu Davud, Sünen'inde, İkrime'den, onun da İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet ettiğine göre Sabit İbn Kays'ın hanımı kocasının hul'unu kabul edince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onun iddetini bir hayız müddeti kabul etmiştir. Hattabi şöyle der: "Bu, hul'un talâk değil de akdi feshetme olduğuna en açık bir delildir. Çünkü Allahü teâlâ, "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler" (Bakara. 228) buyurmuştur. Eğer hul' yapılan kadın boşanmış sayılsaydı, onun iddetinin bir hayız müddeti olduğunu söylemezdi.

Hak teâlâ'nın, "Bunlar Allah'ın sınırlandır" buyruğu, "Daha önce geçen talâk, ric'at ve hul' ile ilgili hükümler.." manasınadır hitabı ise, "Bu hükümleri tecavüz etmeyin" demektir. Sonra Cenâb-ı Allah bu şiddetli nehyin peşisıra ilâhi tehdidini getirerek. "Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir" buyurmuştur. Bu tehdid hakkında şu izahlar yapılmıştır:

a) Allahü teâlâ, bu zulümden, meselâ, "Haberiniz olsun ki Allah'ın laneti zalimlerin üstündedir" (Hud, 18) âyetinde olduğu gibi, başka ayetlerde de- bahsetmiştir. Burada zulmün zikredilmesi, zalimler için lanetin olduğunu hatırlatmak içindir.

b) Zalim, kınama ve hakaret mânâsı taşıyan bir vasıftır. Binaenaleyh bu ismin zekredilmesi, bir tehdid gibidir.

c) Allahü teâlâ, kişinin günah işlemek suretiyle kendi kendine kadının iddetini bitirmemesi veya karnında çocuk olduğunu gizlemesi; erkeğin de iyilikle tutmayı veya güzellikle salıvermeyi yerine getirmemesi; veyahut da kadın geçimsiz olmadığı halde erkeğin ondan mihir olarak verdiği şeyleri alması gibi hususlarla başkasına karşı işlediği zulme dikkat çekmek için bu ayette "zulüm" lâfzını getirmiştir. Bütün bu yerlerde insan başkasına zulmetmiş olur. "Zâlim" lâfzı mutlak olarak getirildiğinde bu tabir o kimsenin hem kendisine hem de başkasına zulmetmiş olduğuna delâlet eder ki, bu büyük bir tehdidi gösterir.

229 ﴿