230

"Erkek hanımını tekrar boşarsa ondan sonra kadın kendisinden başka bir adamla nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. Bununla beraber eğer bu koca da onu boşarve onlar Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarına inanırlarsa tekrar birbirlerine dönmelerinde her ikfsine de günah yoktur. Bunlar bilen ve anlayan kimseler için, Allah'ın açıkladığı sınırlardır ".

Bil ki bu, talâkla ilgili beşinci hükümdür. Bu âyet üçüncü talâkın kocanın kadına ric'at (geri dönme) hakkını sona erdirdiğini ortaya koymaktadır. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Allah'ın, "veya güzellikle salıvermektir" buyruğunun üçüncü talâka işaret olduğunu söyleyenler, "Erkek hanımını tekrar boşarsa..." âyetinin, âyetini tefsir ettiğini söylerler. Bu Mücahid'in görüşüdür. Fakat biz sözünden maksadın üçüncü talâk olmamasının evlâ olduğunu izah etmiştik. Çünkü ikinci talâktan sonra karı-koca arasında şu üç durum söz konusudur:

a) Kocanın hanımına geri dönmesi (müracaatı). Bu, "ya iyilikle tatmak" ayetinden kastedilendir.

b) Kocanın hanımına geri dönmeyip, iddeti bitip aralarında beynûnet (tam ayrılık) meydana gelinceye kadar onu bırakmasıdır. Bu "veya güzellikle salıvermek..." ayetiyle anlatılan durumdur.

c) Kocanın hanımını üçüncü talâk ile boşaması ki, bu da, "Erkek hanımını tekrar boşarsa" cümlesi ile ifâde edilmiştir. Binaenaleyh üç durum bulunup, Allahü teâlâ da, bu üç ifâdeye yer verince, bunlardan her birini, ifâde ettikleri bu üç mânâya hamletmek gerekir. Fakat biz, Hak teâlâ'nın, (......) âyetinin üçüncü talâka işaret ettiğini kabul edersek, iki ifâdeyi tekrar olarak tek mânâya vermiş olur, üçüncü durumu ihmal etmiş oluruz. Binaenaleyh birinci anlayışın daha evlâ olacağı malumdur.

Bil ki hul' ile ilgili âyetin bu iki âyet arasına girmesi, değişik bir şey gibidir. Halbuki âyetler arasındaki tenâsüb (irtibatlı sıra) şu şekilde olur:

"Talâk iki defadır. (Ondan sonrası) ya iyilikle tutmak veya güzellikle salıvermektir. Erkek hanımını (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın başka bir erkekle nikâhlanmadıkça o (birinci eşine) helâl olmaz."

Buna göre eğer: "Âyetin doğru sırası bu olduğuna göre, araya hul' âyetini sokmanın sebebi nedir?" denirse, biz deriz ki, bunun sebebi şudur: Ric'at ve hul' ancak üçüncü talâktan önce söz konuşudurlar. Üçüncü talâktan sonra ne hul' ne ric'at kalır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah önce ric'atın hükmünü zikredip, peşine hul'un hükmünü getirmiş, daha sonra da bu konuda zikredilen bütün hükümlerin adetâ bir sonu olduğu için üçüncü talâkla ilgili hükmü zikretmiştir. Allah en iyisini bilendir.

Boşanan Kadının Başka Bir Evlilikten Sonra İlk kocası İle Evlenmesi

Müçtehidlenn ekserisinin mezhebine göre, üç talâkla boşanmış kadın ancak şu beş şart yerine geldiği zaman ilk kocasına helâl olur.

1) Boşayan kocadan dolayı iddet beklemiş olması.

2) İkinci koca ile nikahlanmış olması.

3) İkinci koca ile cinsi münasebette bulunmuş olması.

4) İkinci kocanın da onu boşamış olması.

5) Bu ikinci kocadan dolayı iddet beklemiş olması Sa'id b. Cübeyr ile Sa'id b. el-Müseyyeb, bu kadının evvelki kocasına, sonraki koca ile sadace nikâh akdi yapıp boşanmış olmasıyla da helâl olacağını söylemişlerdir.

Âlimler bunun için ikinci kocayla cinsi münasebette bulunmuş olmanın şart olduğu hususunda kitap veya sünnete dayanarak ihtilâf etmişlerdir. Ebu Müslim el-İsfehâni her iki hususun (yani nikâh ve cinsi münasebetin) da kitapta malum olduğunu söylemiştir ki tercih edilen görüş de budur. Bu husustaki delili iyice incelemeye geçmeden önce, bir giriş yapmak gerekir. Osman İbn Cinnî şöyle demiştir: "Ebu Ali'ye, Arapların, sözlerinin mânâsını sordum O "Araplar kelimeleri değişik mânâlarda kullanırlar. Mesela, dekiklerinde, falan adamın falanca kadınla nikâh akdi yaptığını; dediklerinde ise "O hanımıyla veya kadınıyla cinsi münasebette bulundu" manasını kastederler" dedi. Ben de derim ki: Ebu Ali'nin bu sözü, aklen de doğrudur. Çünkü iki şey arasında meydana gelen bir alaka, o iki şeyin kendisinden başkadır. Meselâ, nildiğinde, bu nikâh koca ile hanımı arasında bulunan bir iş olur. Binaenaleyh bu nikâh kocadan ve hanımdan başka bir şeydir. Sonra "Zevce" (eş, hanım) lâfzı, kadının zâtından ötürü ismi olmayıp, evlilikte tavsif edilmiş olması şartıyla onun zâtının ismidir. Bundan dolayı, "eş", "hanım" lâfzı hem kadının zatından, hem de evlilikten meydana gelmiş mürekkeb bir mahiyettir. Bu sebeble müfred, mürekkebden öncedir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca diyoruz ki: "Falanca, hanımı ile nikâh yaptı" dediğimizde.bu ifâdede"nikâh yapan", "karı-kocalık" manasından sonradır. Karı-kocalık, o kadının eş olması bakımından, eş oluş manasından da öncedir. Böylece müfred lâftz, mürekkeb lâfızdan önce olur. Durum böyle olunca o nikah'ın evlilikten başka bir manada olduğuna kesin olarak hükmetmek gerekir. Bu husus, böyle sabit olunca Hak teâlâ'nın, "başka bir koca ile nikâhlanmadıkça" ayeti, buradaki "nikâh" tabirinin "evlenme" manasından başka olmasını gerektirir. Bu görüşte olan herkes, ayetteki nikâhın cinsi münasebet manasında olduğunu söylemiştir. Ayetin, bunun cinsi münasebet manasına geldiğine delâlet ettiği sabit olur. Binaenaleyh ayetteki, nikahlanınca lâfzı, cinsi münasebet manasına; "koca ile" kelimesi de nikâh akdine delâlet eder. Ayetin cinsi münasebete delâlet etmediğini, aksine bu durumda cinsi münasebet yapılmış olmasının şart oluşunun sünnet ile sabit olduğunu söyleyenlerin görüşü zayıftır. Çünkü âyet birinci kocaya o kadın helâl olmamasının, bir zamana kadar sürmesini ifâde eder ki, o zaman da ayetteki, sözüdür. Bir şey, bir hükme gaye (nihâi sınır) olunca, o şey bulunduğu zaman o hükmün sona ermesi gerekir. Binaenaleyh kadın ile ikinci koca arasında cima yapıldığında, birinci kocaya haram oluşun sona ermesi gerekir. Buna göre şayet "nikâh" lâfzının manası sadece "akid yapma" (Nikahlanma) olsaydı, ayet ikinci koca ile nikâh akdi yapıldığı zaman söz konusu olan haramlığın sona ermesine delâlet etmiş olurdu. Ayetin ifâde ettiği bu hükmü, hadîse dayanarak kaldırmak, Kur'an'ı haberi vahid ile neshetmek olur ki bu caiz değildir. Fakat "nikâh" lâfzını "cinsi münasebet" manasında, ayetteki, "koca" lâfzını ise nikâh akdi yapma manasında aldığımızda ortaya bir problem çıkmaz.

Sünette meşhur olan haber şudur: Rivayet edildiğine göre Temime binti Abdurrahman el-Kurazi, amcası oğlu Rifa'a b. Vehb el-Kurazi'nin nikâhı altında idi. Rifa'a bu hanımını üç talâkla boşadı. Bunun üzerine kadın da Abdurrahman b. Zübeyr el-Kurazi ile evlendi. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip, "Ben Rifaa'nın nikâhı altında idim, o beni üç talâkla boşadı. Sonra Abdurrahman b. Zübeyr el-Kurazi ile evlendim. Onun uzvu elbisemin saçağı gibi. O benimle cinsi münasabette bulunmadan beni boşadı. Ben amcam oğlu Rifa'a'ya tekrar dönebilir miyim?" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de tebessüm ederek. "Yani sen Rifa'a'ya dönmek mi istiyorsun? Hayır, sen onun balçığından o da senin balçığından tadmadıkca olmaz" Ibn Mâce, Nikâh, 32 (1/622). buyurmuştur. Peygamberimizin ifâdesindeki "balçık" kelimesinden maksad, cinsi münasebettir. O (sallallahü aleyhi ve sellem), cimâdaki lezzeti bala benzetmiştir. Bunun üzerine Temime (radıyallahü anhnha), bir müddet bekleyip, yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, "Kocam yaşlıdır" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu doğru kabul etmeyerek, "Birinci defasında yalan söyledin. Onun için İkinci sözünü de doğru kabul etmiyorum" dedi. Bu kadın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edinceye kadar bekledi. Sonra Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'e gelerek, bu hususta ondan izin istedi. O da, "Hayır. Rifa'a'ya dönemezsin" dedi. O, Hazret-i Ebu Bekir vefat edinceye kadar tekrar bekledi. Hazret-i Ömer (halife olunca ona)'e gelip, bu hususta İzin istedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de, "Şayet ona dönersen seni recmederim" dedi. İşte, âyeti Rifa'a hâdisesi ile ilgili olarak indi.

Onların kıyastan deliline gelince, helâl olmayı du şarta bağlamadan maksat, kocayı talâk vermekten men etmektir. Çünkü genelde koca, hanımının bir başka erkekle aynı yatakta yatmasını istemez. İşte bundan dolayı, ilim erbabından bazıları, Allahü Teâlâ, kendisinde bir aşağılanma bulunduğu için, Peygamber'in hanımlarının başkasıyla evlenmesini yasaklamıştır. Kocayı, hanımını boşamaktan men etmenin, ancak helâlliğin o kadının başka bir erkekle evlenmesine ve cinsi münasebette bulunma şartına bağlanmasıyla meydana geleceği malûmdur. Ama, sadece akid yapmaya gelince, bunda nefret uyandıracak fazla bir şey yoktur. Dolayısıyla, sadece akdi, kocayı talâk vermekten men eden ve onu engelleyen bir husus olarak görmek doğru olmaz.

Üçüncü Mesele

Şafiî şöyle demiştir: "Koca, hanımını bir veya iki talâkla boşadığında, kadın da sonra bir başka kocaya varıp, o koca da onunla cinsi münasebette bulunur da, sonra da kadın yeni bir nikâhla birinci kocaya dönerse, o kocanın o kadın üzerinde tek bir talâk hakkı vardır. Bu da, ilk boşanmadan geriye kalan talâktır..." Ebu Hanife ise, "kadının üç talâktan sonra bir başka kocaya nikâhlanması hafinde olduğu gibi, evvelki kocası o kadına tekrar üç talâkla mâlik olur" demiştir. Şafiî'nin delili şudur: Bu, üçüncü talâktır. Böylece, en büyük haramlığın meydana gelmesi gerekmiştir. Biz, bunun, üçüncü talâk olduğun söyledik, çünkü bu, iki talâktan sonra verilmiş bir talâktır. Üçüncü talâk, Hak teâlâ'nın, "Eğer erkek hanımını tekrar boşarsa, ondan sonra... helâl olmaz:" âyetinden dolayı, en büyük haramlığı gerektirir. Hak teâlâ'nın, "Eğer erkek hanımını boşarsa'" cümlesi, kocasının onu, daha önce bir başkasıyla evlenmiş veya evlenmemiş olarak üçüncü talâkla boşamasını da içine alır. O halde hepsi, bu mefhûmun içinde mündemiçtir.

Dördüncü Mesele

Şafiî (radıyallahü anh)'nin mezhebi şudur: Bir kimse, başkasının üç talâkla boşadığı bir kadınla evlenip, cinsi münasebette bulunmak suretiyle kadını ilk kocasına helâl kılmak istediğinde, bu ikisi arasında nikâh bulunmaz. Çünkü bu, bilinmeyen bir süre ile yapılmış olan bir mut'a nikâhıdır ki, bu da bâtıldır. Ama bir kimse, başkasının üç talâkla boşanmış hanımıyla, onu ilk kocasına helâl kılmak isteyip, onu boşamamak şartıyla evlenirse, bu hususta iki görüş vardır:

a) Bu sahih olmaz.

b) Sahih olur, şart da geçersiz olur. Ebu Hanife de, bu ikinci görüştedir. Bir kimse, böylesi bir kadınla, onu ilk kocasına helâl kıldığı zaman onu boşayacağına inanarak, mutlak olarak evlenirse, nikâh sahih, fakat hâdise mekrûh.kişi de bu fiiliyle günahkâr olur. İmâm-ı Mâlik, Sevri, Ahmed İbn Hanbel böyle bir nikâhın bâtıl olduğu kanaatindedirler. Bizim delilimiz şudur: Âyet, haramlığın kendisinden önce bir akid bulunan cinsi münasebetle sona ereceğine delâlet eder ki, bu husus da tahakkuk etmiştir. Binaenaleyh, yasağın sona erdiğine hükmetmek gerekir.

Nikâhın fasit olduğuna hükmettiğimize göre, cinsi münasebette bulunmakla bu kadın ilk kocasına helâl olur mu olmaz mı? hususunda iki görüş vardır. En sahih olanı, bu cinsi münasebetle helâlliğin meydana gelmeyeceğidir.

Allahü Teâlâ'nın (ikinci), cümlesinin mânası, "üçüncü talâktan sonra onunla evlenen kocası, onu boşarsa.." demektir. Çünkü Hak teâlâ bunu, "Ondan başka bir adamla nikâhlanmadıkca... Onlara... günah yoktur" kavliyle beraber zikretmiştir. Yani, "boşanan kadınla ilk kocasına, yeni bir nikâhla birbirlerine varmalarında günah yoktur" demektir. Allahü Teâlâ böylece nikâh lâfzını, "tekrar birbirine varmak" lafzıyla zikretmiştir. Çünkü, karı-koca hâli, bundan önce aralarında mevcut idi. Binaenaleyh, bunlar tekrar nikâhlandıklarında, böylece daha önceki nikâhlarına dönmüş olurlar. Bu, lûgavi bakımdan bir müracaattır, geri dönüştür. Geriye, âyetle ilgili iki mesele kalmıştır:

Birinci Mesele

Âyetin zahiri, ikinci koca, karıyı boşadığında, kadının evvelki kocasına tekrar varmasının helâl olmasını gerektirir. Ne var ki bu husus, Hak teâlâ'nın, "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler" (Bakara. 228) âyetiyle tahsis edilmiştir. Çünkü iddetten maksat, rahmin temizliğini temindir. Böyle bir mâna, burada da mevcuttur. İşte bu, karı ilk kocasına, sadece mücerred nikâh akdiyle helâl olur, diyen Sald İbn Müseyyeb'in dayanağı budur. Çünkü, cinsi münasebette bulunmak eğer muteber olsaydı, kadının iddet beklemesi vâcib olurdu. Bu âyet, iddetin düştüğüne delâlet eder. Çünkü Hak teâlâ'nın, cümlesindeki harfi, müracaatın helâl olmasının ikinci kocanın talâkının hemen peşinden meydana geldiğine delâlet eder. Ne var ki cevâp, bizim daha önce söylediğimizdir.

İkinci Mesele

Halil ve Kisaî, Hak teâlâ'nın, (......) tabirinin mahallinin, harfi cerrin takdiriyle mecrûr olduğunu, takdirin ise, "Müracaat etmeleri hususunda..." şeklinde olduğunu söylerlerken Ferrâ, bu sözün mahallinin, harfi cerrin hazfedil meşinden dolayı mansüb olduğunu söylemiştir.

Hak teâlâ'nın, "Eğer karı-koca, Allah'ın sınırlarına riâyet edebileceklerini zannederlerse..." buyruğu ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Müfessirlerden pek çoğu, (......) sözünün mânasının, "Karı-koca, Allah'ın kanunlarına riâyet edeceklerine kesinlikle inanırlarsa..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş birkaç bakımdan zayıftır:

a) (......) diyemezsin, ancak sen, "Bildim ki, Zeyd ayağa kalkıyor" diyebilirsin...

b) İnsan, kaderinde ne olduğunu bilemez, ancak o konuda zanda bulunur...

c) Bu ifâde, Hak teâlâ'nın, "Kocaları bu bekleme müddeti içerisinde, barışmak isterlerse, onları geri almaya daha çok müstehaktırlar" (Bakara. 228) buyruğu gibidir. Çünkü orada nazarı itibara alınan, zandır. Burada da böyledir. Bu görüş bâtıl olunca, bu ifâdeden maksadın, zannın kendisi olduğu ortaya çıkar. Yani, böyle bir zan bulunup ve o ikisi için, Allah'ın kanunlarını yerine getirmeye dair bir azm ü sebat bulunursa, bu geriye dönüş (müracaat) güzel olur. Ama, böyle bir zan bulunmaz ve onlar müracaat ettiklerinde, (bir araya geldiklerinde) kadının geçimsizliğinden yahut da kocanın kadına zarar vereceğinden korkarlarsa, bu durumda müracaat etmeleri haram olur.

İkinci Mesele

“İn” edatı, şart için kullanılır. Şarta bağlanan şey şart bulunmadığı zaman bulunmaz. Buna göre âyetin zahiri, böyle bir zan bulunmadığı zaman, müracaat edilmemesini gerektirir. Ne var ki durum böyle değildir.. Çünkü, ister böyle bir zan bulunsun isterse bulunmasın, "müracaat" edilebilir. Ne var ki biz şöyle diyoruz: Bundan maksat, bunun, müracaat etmenin sıhhati için bir şart olmadığıdır. Aksine bundan maksat, Allah'ın hukukunu gözetmek, O'nun kanunlarını ve emirlerini bîhakkın yerine getirmek maksadıyla, müracaat etmeleri halinde, onlara yeni bir nikâhın gerekmiş olmasıdır. Daha sonra Hak teâlâ, 'Bunlar, bilip anlayan kimseler için, Allah'ın açıkladığı sınırlardır" buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hak teâlâ'nın, (......) buyruğu bu âyetlerde açıklamış olduğu mükellefiyetlere işarettir. (beyan ediyor) sözü ise, geleceğe matuftur. Bu iki ifâdeyi bağdaştırmak bizim için bir tenakuz teşkil eder. Bana göre, daha önce geçen nasların pek çoğuna, pekçok tahsisler arız olmuştur. Tahsis eden nasların en çoğu ise, sünnet ile ortaya konulmuştur. Binaenaleyh, en iyisini Allah bilir ya daha önce geçen hükümlerden maksat, Allah'ın kanunları (hudûd); Allah'ın daha sonra açıklayacağı hükümlerden maksat ise, Nebisinin lisanında ifâdesini bulan, mükemmel beyân ve açıklamalardır. Bu Hak teâlâ'nın tıpkı "Kendilerine indirileni insanlara beyân edesin diye... (Nahl. 44) âyeti gibidir.

İkinci Mesele

Âsim, Ebân'ın rivayetine göre nün ile, şek linde okumuştur ki, bu nûn tazim ifâde eden nûndur. Diğer kıraat imamları ise, "Allah" lâfzına râci olmak üzere, şeklinde ile okumuşlardır.

Üçüncü Mesele

Âlimler bu tabirle ilgili olarak özellikle şunu zikretmislerdir:

a) Bu kimseler, Allah'ın âyetlerinden istifâde eden kimselerdir. Bunların dışındakiler İse, kendilerine itibar edilmeyen kimseler gibi kabul edilmişlerdir. Bu Hak teâlâ'nın tıpkı, "Müttakiler için bir hidayet rehberi..." (Bakara, 2) âyeti gibidir.

b) Allahü Teâlâ özellikle bu kimseleri zikretmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "ve meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikaîl'e..." (Bakara, 98) buyruğu gibidir.

c) Arapçayı bildikleri için, Allah bununla Arapları kasdetmektedir.

d) Allah, bununla aklı ve İlmi olan kimseleri murad etmektedir. Bu da Hak teâlâ'nın, "Bunları, âlim olanlardan başkası anlamaz.. (Ankebût, 43) âyeti gibidir. Bundan maksat, "Allah ancak mükellef tuttuğu şeyleri anlayabilecek, akledebilecek kimseleri sorumlu tutar" demektir. Çünkü böyle olunca, mükellefin hiçbir mazereti kalmaz.

e) Hak teâlâ'nın, buyruğundan maksad, daha önce bahsetmiş olduğu hükümleridir. Yani, "Allahü Teâlâ bu hükümlerini, O'nun emriyle amel edip, nehyettiklerinden de kaçınmaları için, Allah'ın kitap indirdiğini ve peygamberler yolladığını bilen kimselere açıklar" demektir.

230 ﴿