231"Ve kadınları boşadıniz da iddetlerini bitirdiler mi artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle bırakın. Onları, sırf zulmetmek için zararlarına olarak tutmayın. Kim böyle yaparsa kendisine zulmetmiş olur. Allah'ın ayetlerini oyuncak yerine koymayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için İndirdiği kitap ile hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah herşeyi hakkıyla bilendir" . Bil ki bu ayetle ilgili bazı meseleler vardır: Sırf İşkence Etmek İçin Kadını Nikah Altında Tutmak Haramdır Bu âyet hakkında ilk ileri sürülecek şey, birisinin şöyle demesidir: "Bu ayet ile, "Talâk defadır (ondan sonrası) ya iyilikle tutmak veya güzellikle salıvermektir..." (Bakara, 229) âyeti arasında (mânâ bakımından) bir fark yoktur. Bundan dolayı o âyetten sonra bu âyetin getirilmesi, aynı sözün aynı yerde lüzumsuz bir tekrarı olur ki bu caiz değildir." Buna şöyle cevap verilir: Ebu Hanife'nin talebeleri, âyetini, üç talâkı birden vermenin meşru olmayacağı mânasına hamletmişlerdir. Meşru olan, bu talâkların ayrı ayrı verilmesidir. Buna göre bu suâl düşer. Çünkü o âyet, talâkları birden veya ayrı ayrı vermeyi izah etmektedir. Bu ayet ise, ric'at'ın nasıl olacağını ortaya koyar. Şafiî'nin müntesipleh o ayeti ric'at'ın nasıl olduğuna hamleden kimselerdir. Bu sebeple, bu suâl onlar için söz konusudur. Bunlar şöyle diyebilirler: Bir kimse, birçok şekilleri içine alan bir hüküm zikreder ve bu hükmün o şekillerin bazısında bulunduğunu söylemek daha mühim olursa, bu tekrar, bu surette diğerlerinde bulunmayan bir önem ve ihtimamın bulunduğuna delâlet etsin diye, bu umûmî hükümden sonra o hususî suretin tekrar edilmesi tuhaf sayılmaz. Burada da böyledir; çünkü Hak teâlâ'nın, (Bakara. 229) âyetinde, iddet süresinde, şu iki husustan birisinin mutlaka bulunması gerektiğinin izahı bulunmaktadır. Bu âyette de, iddetin sona ereceği zaman, mutlaka şu iki husustan birine riâyet etmek gerektiğinin izahı söz konusudur. İddet sona ererken şu iki husustan birini gözetmenin vâcib olmaya, bu vakitten önce olan diğer vakitlerden evlâ olduğu herkesin malûmudur. Bu böyledir, çünkü eziyyet çeşitlerinin en büyüğü, hanımını boşayıp, sonra da iddetinin bitimine doğru ona ikinci kez müracaat edip, böylece onu dokuz ay iddet bekletmesidir. Böylece bu hal, zarar çeşitlerinin en büyüğü olunca, bu şeklin zarar ihtiva etme bakımından şekillerin en büyüğü ve mükellefin kendisinden kaçınmasının evlâ ve en uygun hareket olacağına dikkat çekmek için, Allahü Teâlâ'nın bu şeklin hükmünü tekrarlaması yerinde olmuştur. Hak teâlâ'nın, "onları iyilikle tutun" emri, kocanın hanımına müracaat edebileceğine işarettir. Ulemâ, müracaatın nasıl olacağı hususunda ihtilâf etmiştir. Buna göre Şafiî (radıyallahü anh), "Nikâh ve talâk, ancak sözlü ifâde ile olunca, müracaat da ancak sözle olur" demiştir. Ebu Hanife ve Sev-rî (radıyallahü anh) ise, müracaatın cinsî münasebetle de sahih olacağını söylemişlerdir. İmâm-ı Mâlik (radıyallahü anh) de, "Kişi yaptığı cinsî münasebetle müracaata niyet ederse, bu müracaat olur, aksi halde olmaz" demiştir. Şafiî (radıyallahü anh)'nin delili şudur: Rivayet edildiğine göre Abdullah İbn Ömer (radıyallahü anh), hanımı hayızlı iken onu boşayınca, Hazret-i Ömer bu durumu Hazret-i Pegyamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "Ona emret, hanımına dönsün, sonra onu tutsun" Nesâî. Talâk. 76, (6/212-213)- buyurdu. Hanımı hayızdan temizlenince Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İbn Ömer 'e hanımına mutlak olarak dönmesini emretti. Emrin derecelerinden birisinin de cevaz olduğu söylenmiştir. Buna göre biz deriz ki, İbn Ömer'e hayız zamanında hanımına müracaat edilmesine müsaade edilmiştir. Hayız zamanında cinsi münasebette ric'at etmeye izin verilmez. Binaenaleyh, cinsi münasebette bulunmanın ric'atı ifâde etmemesi gerekir. Ebu Hanife (radıyallahü anh)'nin delili ise şudur: Allahü Teâlâ, buyurmuş, sadece tutmayı, alıkoymayı emretmiştir. Kocası hanımıyla cinsi münasebette bulunduğunda, hanımını tutmuş (imsak) olur. Binaenaleyh, bunun yeterli olması gerekir. Şafiî (radıyallahü anh), ric'atın mutlaka sözle yapılacağını söyleyince, O'nun mezhebinin zahirine göre, kocanın hanımına ric'at ettiğine dair şahid bulundurması müstehap olup, vâcib değildir. İmâm-ı Malik ve Ebû Hanife (radıyallahü anh)'nin görüşleri de böyledir. Şafiî, "el-İmlâ" adlı eserinde, şahid tutmanın vâcib olduğunu da söylemiştir. Bu, Muhammed İbn Cerir'in de tercih ettiği görüştür. Onun bu husustaki delili, Cenâb-ı Hakk'ın, emridir. Kocanın hanımına tekrar dönmesi ise, ancak başkası tarafından bilindiği zaman maruf olur. Şahidden başkasının bilmesinin vâcib olmadığında ittifak ettik. Binaenaleyh, şahidin bunu bilmesinin vâcib olması gerekir. Birinci görüştekiler buna şöyle cevap vermişlerdir: Âyette geçen, lâfzından murad, görüp gözetmek, hayru hasenatı ulaştırmak demektir; yoksa sizin söylediğiniz değil... Bir kimse şöyle diyebilir: Allahü Teâlâ iddet müddeti bitince müracaat edilebileceğini bildirmiştir. Sürenin sona ermesi de, iddetin sona ermesinden ibarettir. Halbuki iddet sona erdiği zaman, müracaat hakkı bulunmaz. Bu soruya şu iki bakımdan cevap verebiliriz: a) Sürenin sona ermesinden murad, süresinin sona ermeye yaklaşması, bizzat sona ermesi demek değildir. Bu, (......) kelimesinin çoğunluğa verildiği mecaz kabilindendir. Meselâ bir kimse şehre yaklaştığı zaman, "şehre vardık!" demesi de buna benzer. b) zamana verilen isimdir. Buna göre biz bunu, kendisinde ric'atın gerçekleşebileceği, geçince de ric'atın mümkün olamıyacağı bir sürenin sonu olan bir zamana da hamledebiliriz. Bu açıklamaya göre, bunun bir mecazî ifâde olduğunu söylememize de hacet kalmaz. Hak Tealâ'nın."Onton zararlarına olarak tutmayın" hitabında iki mesele söz konusudur: Bir kimse şöyle diyebilir: Allahü Teâlâ'nın, demesiyle, buyurması arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü bir şeyi emretmek, onun zıddını nehyetmek demektir. O halde, bu tekrardaki fayda ne olabilir? Cevap: Emir, tek bir kerreyi ifâde eder. Bu sebeple de emir, bütün vakitleri içine almaz. Nehye gelince, nehiy bütün vakitleri içine atır. Belki de, kocası onu şu anda iyilikle tutacak (imsak) ama, kalbinde gelecekte kadına zarar vermek niyeti taşıyabilir. Buna göre Hak teâlâ, buyurunca, bütün şüpheler bertaraf olup her türlü ihtimal ortadan kalkmış olur. Kaffâl şöyle demiştir: "Dırâr, zarar vermek demek- tir. Nitekim Hak teâlâ, "Zarar vermek için... bir mescki edinenler..." (Tevbe, 107) buyurmuştur. Yani, "Mü'minlere zarar vermek için, bir mescidi zarar verme mekânı edindiler..." Buna göre dırâr'ın mânası düşmanlık uyandırmaya, aradaki ülfet ve uyumu gidermeye, araya nefret ve korku gibi şeyleri sokmaya vb. şeylere yöneliktir. Müfessirler "dırâr"ın ne olduğu hususunda şu açıklamaları yapmışlardır: a) Rivayet edildiğine göre câhiliyye döneminde, koca karısını boşar, onu yapayalnız bırakır; üçüncü kurû'un bitmesi yaklaşınca ona müracaat eder; kadını dokuz ay veya daha fazla bir süre iddet içinde tutarak, bu işi yapmaya devam ederdi.. b) Dırâr'dan maksat, kötü muameledir. c) Kadının nafakasını kısmaktır. Bil ki onlar, hanımının fidye verip "hul" yapmasını ümid ederek, câhiliyyede bu işlerin daha fazlasını yapıyorlardı. Hak teâlâ'nın, "Zarar vermeniz için..." buyruğu hakkında da iki açıklama bulunur: a) Bundan maksat, "Onlara zarar vermeyiniz.. Böyle yaparsanız, haddi aşmış olursunuz.. Yani, yaptığınız şeyin neticesi bu olur" demektir. Bu, Hak teâlâ'nın tıpkı, "Bunun üzerine firavunun adamları neticede kendileri için bir düşman ve bir tasa olması için bulup aldılar" (Kassas, 8) âyeti gibi. Yani, "Bu onlar için neticede... oldu" demektir. Böylesi lâm harfine "lâmü'l-âkibe" (netice lamı) denilir. b) Mânânın, "Onlara, haddi aşmak niyetiyle, zarar vermeyin... Bu durumda siz, Allah'a isyan etmiş ve bu ma'siyeti kasd-ı mahsûsla yapan kimseler olmuş olursunuz. Hiç şüphe yok ki bu da, en büyük günah çeşitlerinden biri olurdu" şeklinde olmasıdır. Hak teâlâ'nın, "Kim böyle yaparsa, kendine muhakkak ki zulmetmiş olur" buyruğu hakkında da şu görüşlere yer verilmiştir: a) Kişinin nefsine karşı zulmü, onu Allah'ın azabına duçar kılmasıyla olur. b) Kişinin nefsine zulmetmesi, gerek dünyevî, gerekse dinî menfeatleri kaçırmış olmasıyla olur. Dünyevî menfaatleri şu şekilde kaçırmış olabilir: Bu kimse halk arasında bu kötü davranışlarıyla meşhur oldu mu, hiç kimse onunla evlenmeye ve onunla iş yapmaya istekli olmaz.Dinî menfaatları kaçırmış olması da şu şekilde mütâlâa edilebilir: Çoluk çocuğuyla iyi geçindiği ve Allah'ın hükümlerini ve tekliflerini gönül hoşluğu ile kabul ettiği zaman elde edeceği sevabı elde edememesidir. Hak teâlâ'nın, "Allah'ın âyetlerini oyuncak yerine koymayın" âyeti hakkında da şu açıklamalar yapılır: a) Kendisini, emre itaat eden kimse yerinde gördükten sonra, itaat etmeyi unutup itaat etmeyen kimse hakkında, "O bu şeyle alay ediyor ve onunla oynuyor" denilir. İşte bunun gibi, Allah'a ve Resulüne itaat etmesinin vâcib olduğu bildirilen, iddet, ric'at, hul' ve kadına zarar vermemek gibi tekliflerin kendisine ulaşmış olduğu herkes, bu hususları yerine getirmek için kolları sıvamazsa, o bunlarla adeta alay ediyor gibi olur. Bu, ehl-i kıblenin âsî ve günahkârları için büyük bir tehdit ifâde eder. b) Bundan murad, "eğlence ve boş şeyler hakkında "adam sen de!" denildiği gibi, Allah'ın teklifleri hakkında da, "sakın böyle davranmayın" şeklindedir. c) Ebu'd-Derdâ şöyle demiştir: Câhiliyye çağında bir kimse hanımını boşuyor ve, "Boşadım, oynuyorum!" diyordu. Azâd ediyor, evleniyor, yine aynı şeyi söylüyordu. Bunun üzerine Allahü Teâlâ bu ayeti indirdi.. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de âyeti okuyarak, "Kim karısını boşar, kim bir köle azad eder ve kim de nikâhlar ve bütün bu hususlarda eğlendiğini iddia ederse, bilsin ki bütün bunlar ciddi olmuştur" Muvatta. Nikâh. 56 (II/15). buyurur. Atâ da şöyle demiştir: "Bu âyetin mânası, "aynısını veya benzerini yapmada ısrarlı olduğu hâlde günahından tevbe eden kimse, Allah'ın ayetleriyle alay eden kimse gibidir" şeklindedir. Doğruya en yakın olan birinci görüştür. Çünkü Hak teâlâ'nın, buyruğu bir tehdittir. Tehdit de, tekliflerden sonra zikredildiğinde, bu tehdit, başka bir şeyden dolayı değil, mükellefiyetleri terketmeden dolayı olmuş olur. Bil ki Allahü Teâlâ gerekli tehdidi belirterek, mükellefiyetleri yerine getirme konusunda insanları teşvik ettiği gibi, onlara çeşitli nimetlerini vereceğini söylemek ve hatırlatmak suretiyle de onları mükellefiyetleri işlemeye teşvik etmiş, bunları ilk önce kısaca zikretmeye başlayarak, "Allah'ın size olan nimetini hatırlayınız." buyurmuştur. Bu, gerek dünyevi gerekse dinî bakımdan Allahü Teâlâ'nın kuluna lütfettiği nimetlerin hepsini içine alır. Allahü Teâlâ bu mücmel emrinden sonra, dinî nimetleri zikretmiştir. Dinî nimetler dünyevî nimetlerden daha yüce ve daha üstün olduğu için, Cenâb-ı Allah sadece onları zikrederek, buyurmuştur. Bunun mânası, "Allah kendisiyle size öğütler versin diye, kitabı ve hikmeti indirmiştir" şeklindedir Daha sonra Allah, "Bütün emirlerim hakkında korkunuz ve nehiylerim hususunda bana muhalefet etmeyiniz ve biliniz kir Allah her şeyi bilendir" buyurmuştur. |
﴾ 231 ﴿