234"Sizden ölüp geriye zevceler bırakanların zevceleri kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. İşte bu müddeti bitirdikleri zaman artık onların kendileri hakkında meşru bir şekilde yapacakları şeylerden dolayı size bir günah yoktur. Allah ne yaparsanız, hakkıyla haberdârdır" . Bu ayetle ilgili birçok mesele vardır: (......) kelimesi, "ölürler ve ruhları alınız" manasındadır. Bu manada Cenâb-ı Hak, "Allah, ölümü esnasında ruhları alır" (Zümer, 42) buyurmuştur. fiilinin esâs manası, bir şeyi tam ve eksiksiz olarak almak demektir. Ölen kimse de ömrünü eksiksiz ve tam olarak tamamlamış demektir. Birisi öldüğü zaman, denilir. Bu manada, diyen kimse, "Onun ruhu kabzolundu ve alındı" manasını; diyen kimse de, "O kimse ecelini tamamladı, rızkını ve ömrünü bitirdi" manasını kastetmiştir. Hazret-i Ali (k.v)'nin kıraati de yâ harfinin fethasıyla, şeklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın tabiri, "terkederler, geride bırakırlar" manasındadır. Bu fiilin, bunun yerine fiili kullanılmakla yetinilerek, mazisi ve masdarı kullanılmaz. Aynı şekilde "terketme" manasındaki, fiili muzarisinin mazisi ve masdarı da kullanılmaz. Bu iki fiifin hem muzarısi hem de emri mevcuttur. Meselâ, denildiği gibi, emir olarak, (onu bırak ve terket) denilir. Bu iki fiilin mazisi ve masdarı (konuşma dilinde) yoktur. Ayette geçen "ezvâc"tan maksad kadınlardır. Araplar erkeği "zevç", hanımını da "onun zevci" olarak ifâde ederler. Bazan da kadını "zevce" olarak isimlendirirler. Allahü teâlâ'nın, sözü mübtedâdır. Buna bir haber gerekir. Alimler, birkaç değişik görüş belirterek bunun haberi hususunda İhtilâf etmişlerdir: 1) (......) kelimesi muzafun ileyh olup, muzâafı mahzuftur. Bunun takdiri "ölenlerin hanımları" şeklindedir. 2) Ahfeş'in görüşü olup, buna göre ifâdenin takdiri, "O kadınlar kocalarından sonra beklerler.." şeklindedir. "Kocalarından sonra" ifâdesi, manada açık olduğu için sakıt olmuştur. Bu, "iki ölçek yağ bir dirheme..." sözünde, (satılır ifâdesinin düşmesi) gibidir. Cenâb-ı Allah aynı şekilde, "Sabreden ve bağışlayanlar için (mükafaatlar vardır). Şüphesiz bu azmolunacak şeylerdendir" (Şura, 43) buyurmuştur. 3) Bu, Müberred'in görüşü olup, buna göre ifade, "Sizden ölüp geriye zevceler bırakanlar var ya, onların zevceleri beklerler..." takdirindedir. O, "Mübtedanın takdir edilmesi garip birşey değildir" demiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "De ki:"Şimdl bundan daha kötü bir şeyi size haber vereyim mi: Cehennem" (Hacc, 72);yani "O, cehennemdir" buyurmuştur. Yine Hak teâlâ "ve güzel bir sabır" (Yûsuf, 83) yani "O, güzel bir sabırdır" buyurmuştur. Buna göre eğer, "Siz burada muzaf olan bir mübtedâ takdir ettiniz. Bu aynı şey olmayıp, farklı iki şeydir. Kendisinde takdirler olduğunu söylediğiniz misaller ise, aynı manadadır" denilir ise deriz ki: Kur'an-ı Kerim'de müfred mübtedanın takdiri bulunduğu gibi, muzaf olan mübtedanın takdiri de bulunmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kâfirlerin diyar diyar gezip dolaşması seni aldatmasın. (Bu), azıcık bir faidedir" (Al-i İmran. 196-197); yani "Onların dolaşmaları azıcık bir fâidedir" buyurmuştur. 4) Kisâi ve Ferrâ'nın görüşüdür: Buna göre ayetteki, kısmı mübtedâdır. Fakat burada maksad, ölen kocalarla ilgili bir hükmü değil, onların geride bıraktıkları eşlerine âit bir hükmü açıklamak olduğu için Cenâb-ı Hak, bu mübtedaya bir haber getirmemiştir. Bu görüşü Müberred ve Zeccâc yadırgamışlardır. Çünkü haberi olmayan mübtedanın gelmesi imkânsızdır: Biz daha önce, (......) fiilinin manasını açıklamış ve âyetteki, (......) lâfzının faydasını beyân ederek, (......) ifâdesi lâfzen haber olsa da ondan emir mânâsı kastedildiğini ve emir manasında haber üslûbunun kullanılmasının faydasını söylemiştik. Bundan murad, olduğu halde, lâfzı müennes olarak getirilmiştir. Bunun sebebi hususunda âlimler birkaç izah zikretmişlerdir: 1) Tağlib yoluyla gündüzleri değil de, geceleri kastetmek.. (Çünkü, (......) kelimesi müennestir). Bu böyledir çünkü, aylar geceden başlar. Geceler ayların başlangıcı olunca, tağlib yoluyla onlar kastedilmiştir. Çünkü başlangıç olan şeyler, ikinci olarak gelen şeylerden (gündüzler) daha kuvvetlidir. İbnu's-Sıkkît şöyle demiştir: Araplar, "Aydan beş (gece) oruç tuttum" diyerek, geceleri gündüzlere tağlib ediyorlar. Çünkü Araplar, "günler" lâfzını zikretmiyorlar. "Günler"i açıkça zikrettiklerinde, Beş gün oruç tuttuk" diyorlar. 2) Bu günler, hüzün ve hoşnutsuzluk günleridir. Böyle günlere, istiare yoluyla, "geceler" ismi verilir. Nitekim Araplar, "Fitne gecelerinde (günlerinde) çıktık, gittik" ve "Haccâc'ın emirlik gecelerinde (günlerinde, zamanında) geldik" diyorlar. 3) Müberred'in zikrettiğine göre, (......) kelimesi, bundan murad "müddet" olduğu için müennes olarak getirilmiştir. Bunun mânası, (......) dır. Bu müddet ve süre, içinde gündüz ve gecelerin bulunduğu bütün müddettir 4) Bazı fakihler ayetin zahirî mânasına itibar ederek, "Böyle bir kadın için dört ay on gece tamamlandığı zaman, onun başkasıyla evlenmesi helâl olur" demişler, buradaki, tabirini de geceler manasıyla tevil etmişlerdir. Evzâi ve Ebu Bekr el-Esamm bu görüştedirler. Ebu'l-Aliye'den rivayet edildiğine göre, Cenâb-ı Allah kocası ölmüş kadının iddetini bu müddet ile sınırlandırmıştır. Çünkü, çocuğa dört ay on gün sonra rûh üflenmektedir. Bu görüş, Hasan el-Basri'den de rivayet edilmiştir. Bil ki, şu iki durum dışında, kocası ölen her kadının bu iddeti beklemesi vâcibtir: 1) O kadının câriye olması hâli... Çünkü o câriye, fukâranın çoğuna göre, hür kadının beklemesi gereken iddetin yarısını bekler. Ebu Bekr el-Esamm, âyetin zahirine sarılarak, "Cariyenin iddeti de, hür kadınların iddeti kadardır. Cenâb-ı Allah hâmile olan kadın için çocuğunu doğurmasını bu müddete bedel olarak addetmiştir. Hem sonra, çocuğu doğurma hem câriye hem de hür kadınlar için aynıdır. Bundan dolayı, bu müddete itibar edilmesi hususunda, hür ve köle kadınların müşterek olması gerekir" demiştir. Diğer fakihler ise: "Bu müddeti ikiye bölmek mümkündür. Ama çocuğu doğurma müddetini, câriye hakkında yarım olarak hesaplamak mümkün değildir. Böylece ikisi arasındaki fark ortaya çıkmıştır" demişlerdir. 2) Bundan murad şudur: Eğer o kadın hâmile ise, o kadının iddeti, çocuğunu doğurmasıyla sona erer. Kocasının vefatından bir saat sonra dahi çocuğunu doğursa, başkasıyla evlenmesi helâl olur. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den, "Kadının bu iki müddetten en uzun olanını beklemesi" gerektiği görüşü rivayet edilmiştir. Bunun delili, Kur'an ve sünnettir. Kur'an'dan delili, Allahü teâlâ'nın "Hamile kadınların iddetleri ise, yüklerini bırakmaları ile biter" (Talak, 4) âyetidir. Bazı âlimler, bu âyet-i kerimenin, ayeti kerimesinin umûmî manasını tahsis ettiğini kabul etmişlerdir. İmâm-ı Şafiî, iki sebepten dolayı bunu söylememiştir: a) Bu iki âyetten her biri, bir bakıma diğerinden daha umumî, bir bakıma da daha hususidirler. Çünkü, hamile kadının kocası ölmüş de olabilir, ötmemiş de olabilir. Aynı şekilde kocası ölen kadın, hâmile olabilir de, olmayabilir de. Durum böyle olunca, bu ayetten birinin diğerini tahsis ettiğini söylemek imkânsızdır. b) (Talâk, 4) âyeti, boşanmış kadınlarla ilgili âyetin peşinden gelmiştir. Bir kimse: Bu âyet, boşanmış kadınlar hakkındadır, yoksa kocası ölmüş kadınlar hakkında değil!.'diyebilir. İşte bu iki sebepten dolayı İmâm-ı Şafiî bu meselede Kur'an'a dayanmadı da, sünnete dayanmıştır. Sünnetten delili de, Ebû Davud'un senediyle rivayet etmiş olduğu şu hadistir: Sebî'a bintu'l-Hars el-Eslemiyye, Sa'd İbn Havle'nin hanımı idi. Sebî'a hâmile iken, Sa'd veda haccı sırasında vefat etti. Onun vefatından yarım ay sonra, Sebî'a çocuğunu doğurdu. Lohusalığı bittiği zaman kendisine tâlib olunması için süslendi.. Bunun üzerine bazı müslümanlar ona, "Dört ay on gün geçmedikten sonra, sen evlenemezsin" dediler. Sebî'a da, "Bunu Hazret-i Peygamber'e sordum.. O bana, çocuğumu doğurduğum zaman evlenmemin helâl olacağını söyledi.. Ve bana, bir tâlib çıkarsa onunla evlenmemi emretti" dedi. Bu esâsı anladığın vakit bil ki, bu asıl kaideye bazı talî hükümler dayanmaktadır: 1) Kocası ölen kadın, ister genç ister yaşlı olsun, iddet hususunda bir fark yoktur. İbn Abbas (radıyallahü anh), cimâdan önce kocası ölen kadına iddet düşmediğini söylemiştir. Bu görüş ise, kabul edilmemiştir. Çünkü âyet, bu durumdaki bütün kadınlar hakkında umûmî bir hüküm ifâde eder. 2) Dört ay on gün bittiği zaman, bu esnada kadın hayız görmese bile, onun iddeti bitmiş olur. İmâm-ı Mâlik, "Bu günler esnasında o kadın, âdeti olan hayız görünceye kadar iddeti sona ermez. Meselâ, eğer o kadın her ay bir kere âdet görüyorsa, onun, kocasının ölümünden dolayı beklemiş olduğu iddet esnasında dört hayız görmesi gerekir. Eğer o kadın, her iki ayda bir âdet görüyorsa, bu iddet süresinde iki kere hayız görmesi gerekir. Eğer o kadın, dört ayda bir kere hayız görüyorsa, bu müddet esnasında bir kere hayız görmesi gerekir. Eğer o kadın, beş ayda bir kere hayız görüyorsa, bu durumda ona bu aylar (beş ay) kadar iddet beklemesi yeter..İmâm-ı Şafiî(r.h)'nin delili şudur: Bu âyet, Allahü Teâlâ'nın, kocası ölen kadına bu müddet kadar iddet beklemesini emrettiğine ve bu miktara herhangi bir ilâvede bulunmadığına delâlet etmektedir. Bundan dolayı dört ay on günün yeterli olması icâb eder. İmâm-ı Şafiî sonra şöyle demiştir: "Eğer kadın şüphe ederse, kendisini şüpheden temizler. Aynı şekilde, hayız gören kadın şüpheye düşerse ona gereken, ihtiyatlı davranmasıdır." 3) Koca öldüğü zaman, o öldüğü aydan geriye on günden fazla bir gün kalmışsa, ikinci, üçüncü ve dördüncü aylar, ister eksik olsun isterse tam olsun, hilâllere göre hesaplanır. Sonra birinci aydan kalan günler, beşinci aydan otuz güne tamamlanır, daha sonra buna on gün ilâve edilir. Eğer koca öldüğü zaman, o aydan geriye on günden daha az bir gün kalmışsa, bundan sonraki dört ay hilâllerle (kamerî aylara göre) hesaplanır, sonra bu on gün altıncı aydan tamamlanır. Fakihler, bu ayet-i kerimenin, her ne kadar Mushaf'ın tertibinde önce gelse de, kocası ölen kadının bir sene bakılıp gözetilmesini ifâde eden (Bakara, 240) âyetini neshettiği hususunda ıcmâ etmişlerdir. Sadece Ebu Müslim el-İsfehanî bu görüşte değildir. O, bu âyetin nâsih olduğunu söylemiştir. İnşâallah ilerde, onun görüşünü anlatacağız. Bir âyet-i kerimenin Mushaf'ta önce yer almış olması, daha sonra nazil ölmüş olmasına mâm değildir. Çünkü Mushaf'ın tertibi nüzul sırasına göre değildir. Âyetlerin Mushaf'taki tertibi, Cebrail (aleyhisselâm)'in, Allah'ın emriyle yapmış olduğu bir tertiptir. Âlimler, bu iddetin sebebinin ölüm mü, yoksa ölümden haberdar olma mı olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları kocasının vefatından haberdarolmayan kadın için geçen bu günlerin iddet sayılmayacağını söylemişler ve buna da şöyle delil getirmişlerdir:Allahü Teâlâ "Kendi kendilerine beklerler" buyurmuştur; bu ise ancak, bu bekleme kasıtlı ve iradî olduğu zaman tam olur. Beklemede kasıt ve niyet ise, ancak kadının bu vefattan haberdar olmasıyla meydana gelebilir. Ekseri âlimler ise, bunun sebebinin ölüm olduğunu söylemişlerdir. Buna göre, bu iddet müddeti veya daha fazla bir zaman geçer, kadına da kocasının öldüğü haberi ulaşırsa, geçen zamanın iddetten sayılması gerekir. Bu görüşte olanlar, "Bunun delili, bilgisi olmayan küçük yaştaki kadının iddetinin sona ermesinde bu müddetin geçmesinin kifayet etmiş olmasıdır" demişlerdir. Kadının kendi kendine iddet beklemesinden maksad, onun nikâhtan, kocasının öldüğü evden çıkmaktan ve süslenip püslenmekten kaçınmasıdır. Bu lâfız, âdeta mücmel bir ifâdedir. Çünkü bu ifâdede kadının hangi hususta bekleyeceği açıklanmamıştır. Ancak biz diyoruz ki, kadının evlenmekten kaçınması, ulemâ arasında ittifakla kabul edilen bir husustur. Evinden çıkmamasına gelince, zaruret ve ihtiyaç durumları hariç, evinden çıkmaması da vâcibtir. Süslenmeyi terketmesine gelince, bu da vâcibtir. Çünkü Hazret-i Aişe ve Hafsa'dan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kadın için, kocası hariç, herhangibir ölüye üç geceden fazla yas tutması helâl olmaz. Ancak kocaya, dört ay on gün yas tutabilir" Nesai, Talâk, 64 (6/203). (Aynı manada, benzer bir hadis.). Hasan el-Basrî ile Şa'bî, bunun vâcib olmadığını söylemişlerdir. Çünkü hadis, yas tutmanın vâcib olduğunu değil, helâl olmasını gerektirmektedir, Allah en iyisini bilendir. Bunlar, Esma binti Uneys'ten rivayet edilen şu hadisle istidlal etmemişlerdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Üç gün bekle, daha sonra istediğini yap" buyurmuştur. Kâfirlerin, dinin fürûundan sorumlu olmadıklarını söyleyenler, Hak teâlâ'nın buyruğunu delil getirmişler ve bunu şöyle açıklamışlardır: Hak teâlâ'nın, sözü mü'minlere yapılmış bir hitaptır. Binaenaleyh bu, İslâm dininin füruûndan sorumlu olmanın sadece mü'minlere has olduğuna delâlet eder. Bunların bu görüşüne şu şekilde cevâp verilir: Dinin fürûu ile sadece mü'minler amel ettiği için, özellikle onlar zikredilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah, Hazret-i Peygamber'e, "Bütün âlemler için uyarıcı olsun diye... "(Furkan, 2) âyetinin deliliyle her ikisini inzâr edici olduğu halde, "Sen ancak, kıyametten korkanı inzâr edicisin" (Naziat, 45) buyurmuştur. Cenâb-ı Allah'ın, buyruğu "iddet süresinden ibaret olan bu müddet bitince, size günah yoktur" anlamındadır. Bu âyetteki hitabın, nikâh akdini üstlendikleri için, hitabın velîlere veyahut da, hakimlere veya salih müslümanlara olduğu da söylenmiştir. Bu böyledir, çünkü kadınlar iddet müddeti içerisinde evlenirlerse, bu velî ve salih müslümanlardan her birinin, güçlerinin yetmesi halinde, onları bu akidden men etmeleri vacib olur. Eğer men'e güçleri yetmezse, o zaman yöneticiden yardım istemeleri gerekir. Bu böyledir, çünkü bu iddetten maksat, kadının rahminin ilk kocasının menisinden hâlî olduğundan emin olamamaktır. Âyetle ilgili bir üçüncü açıklama daha vardır. Bu da, tabının takdirinin, "Kadınlara ve size bir günah yoktur" şeklinde olmasıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onların kendileri hakkında meşru bir şekilde yapacakları şeylerden dolayı..." buyurmuştur. Yani, "Aklen ve şer'an güzel olan hususlarda..." demektir. Çünkü ma'rûf, güzel olmayan münker'in zıddıdır. Bu da, sıhhatinin şartları mevcut olduğunda, kadının evlenmesinin helât olduğudur. Daha sonra Cenâb-ı Allah, bu ayeti bir tehditle bitirerek, "Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır" buyurmuştur. Geriye, bu âyetle ilgili birkaç mesele kalmaktadır: Bazı âlimler, kadının yas tutmasının vâcib olduğu hususunda âyetiyle istidlal etmişlerdir. Çünkü bu ifâdenin zahiri, kadının müstakillen hareket edebileceği hususlar olmasını iktiza eder. Nikâh böyle değildir; çünkü nikâh, ancak başka bir kişi ile tamam olur. Bundan dolayı bu ifâdenin, kadının süslenme ve güzel kokular sürünme vs. gibi müstakillen hareket edebileceği hususlara hamledilmesi gerekir. Ebu Hanife'nin taraftarları, velisiz evlenmenin caiz olduğu hususunda bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Kadın kendi başına evlendiğinde, ifâdesinden ötürü, bunun caiz ölmesi vâcib olur. Fiilin, failine izafeti, bizzat mübaşerete (o işi yapmaya) hamledilir. Çünkü, lâfızdaki hakiki mâna budur. Şafiî (radıyallahü anh)'nin taraftarları da, bu nikâhın velisiz caiz olmayacağı hususunu savunmuşlardır. Çünkü Hak teâlâ'nın, buyruğu velîlere hitaptır. Eğer bu akidde velinin izni şart olmasaydı, sözü ile Cenâb-ı Hak onlara hitap etmez (onları bu işe dahil etmezdi). Muvaffakıyyet Allah'tandır. |
﴾ 234 ﴿