239

"Eğer korkarsanız, o zaman da yürüyerek, yahut binekli olarak... Emin olduğunuz vakit iser yine Allah'ı size bilmediğiniz şeyleri nasıl öğretti ise, o şekilde anınız.." .

Bil ki Allah'ı Teâlâ, namaza devam etmeyi, namazın rükün ve şartlarıyla, onu edâ etmeyi sürdürmeyi vâcib kılınca, bundan sonra bu şekilde namazı sürdürmenin, korku esnasında değil, emniyet bulunduğu zaman farz olduğunu beyan ederek buyurmuştur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) ifâdesinin, (......) şeklinde okunduğu rivayet edilmektedir.

İkinci Mesele

Vahidi (r.h.) şöyle demiştir; "Âyetin takdiri, "Eğer düşmandan korkarsanız..." şeklindedir. Ancak, bilindiği için, mefûl hazfedilin iştir.Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Eğer sizde düşman ve benzeri şeylerin korkusu bulunursa..." takdirindedir. Bu görüş daha sahihtir. Çünkü ister düşman, isterse başka şeylerden korkulsun, bu hüküm mutlak olarak korku sırasında câridir. Burada üçüncü bir görüş daha vardır ki, bu da mânanın şöyle olmasıdır: "Harbi bitirinceye kadar namazınızı tehir ettiğinizde, namazın geçeceğinden korkarsanız, yürüyerek yahut binekli olarak (kılınız)..." Bu takdire göre âyet, kıyamı, rükû ve sücûdu terkederek namazı kılmaya müsaade edilinceye kadar, vaktin farzının eksiksiz kılınması gerektiğine delâlet etmektedir.

Üçüncü Mesele

(......) sözü hakkında iki görüş vardır:

a) (......) kelimesi, (......) kelimesinin, (......) kelimesinin (......) şeklinde çoğul gelmeleri gibi, (......) kelimesinin çoğuludur. ister yürüsün, ister dursun, ayakları üzerinde duran kimsedir. (......) kelimesinin çoğulunun, (......) ve, (......) şeklinde olduğu da söylenmiştir.

b) Kaffâlın zikretmiş olduğu şu husustur: (......) kelimesinin, "cem'u'l-cem" olması caizdir. Çünkü, (......) kelimesi, (......) şeklinde çoğul yapılmış, sonra, (......) kelimesi de, (......) şeklinde "cem'u'l-cem" yapılmıştır. (......) kelimesi de, (......) kelimesinin, (binici, süvari) şeklinde çoğul yapılması gibi, (......) kelimesinin çoğuludur. Kaffâl sözüne devamla, "Deve üzerinde olan kimseye, ata binmiş olana da, (......) denilir. Allah en iyisini bilendir.

Dördüncü Mesele

(......) kelimesi, hal olduğu için mansûbtur. Âmili ise hazfedilmiştir. Buna göre ayetin takdiri, şeklindedir.

Beşinci Mesele

Korku namazı iki çeşittir:

a) Savaşırken kılınan namaz.. Bu âyetle, işte bu namaz kastedilmiştir.

b) Savaş halinin dışında kılınan korku namazı.. Ki bu da Nisa suresinde Cenâb-ı Hakk'ın "Sen içlerinde bulunup da kendilerine namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir kısmı seninle birlikte dursun..." (Nisa, 102) âyetinde zikredilen husustur. Bu iki âyetin siyakında iki görüşün farklılığının beyânı bulunmaktadır.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Savaş kızışıp, kimsenin savaşı terketmesi mümkün olmadığı zaman, Şafiî'nin mezhebine göre şu yapılır: "Savaşta bulunan kimseler binekli ve yaya olarak, kıbleye veya aksi istikâmetlere doğru yönelerek namaz kılarlar.. Rükû ve sücûdlarını ima ile îfa ederler. Secdelerini yaparken başlarını biraz daha fazla eğerler. Nara atmadan sakınırlar. Çünkü bu zorunlu değildir."

Ebu Hanife'ye göre ise, yaya olan kimse (savaş sırasında) namazını tehir eder. Şafiî (r.h.), bu âyetle iki bakımdan ihticâc etmiştir:

1) İbn Ömer şöyle demiştir:" "kıbleye yönelmiş olarak veya yönelmemiş olarak..." demektir." Nâfi, İbn Ömer'in bunu, ancak Hazret-i Peygamber'den rivayet ettiğini zannediyorum" demiştir.

2) Bulunduğu zaman, yaya hâlde, yürürken, binitli vaziyette ve koşarken namaz kılmanın caiz olduğu korku varken devamlı olarak kıbleye yönelmek mümkün değildir. Böylece âyetteki, "Yürüyerek, yahut binekli olarak..." ifadesi, kıbleye yönelmeme hususunda bir ruhsatın olduğuna delâlet eder. Yine bu ifâde, rükû ve secdenin yerine imâ yapmaya ruhsat olduğunu da gösterir. Çünkü, düşmandan ötürü olan şiddetli korku esnasında insan canından emin olamaz. Olduğu yerde duruyor olsa bile, rükû ve secde etmesi mümkün olmaz. Bundan dolayı, yaptığımız izaha göre. tabirinin kıbleye yönelmeme ile rükû ve secdede imâ yapılabileceği hususlarına delâlet ettiği sabit olur.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, korku esnasındaki namazda, hangi rükünlerin düşüp hangilerinin düşmediğinden bahsedelim. Biz deriz ki: Şüphesiz namaz şu üç şeyin bir arada bulunmasıyla tamam olur:

a) Kalbin fiili (hali) ki bu insanın namaza niyetidir. Niyet rüknü hiçbir zaman düşmez. Çünkü bu, korku esnasında da değişmez.

b) Dilin fiili ki bu da kıraattir. Bu rükün de, korku esnasında düşmez. Herhangi bir zaruret olmadığı için, insanın korku namazı esnasında namazı bozacak bir söz söylemesi veya nara atması caiz değildir.

c) Uzuvların fiili. Biz deriz ki kıyam (ayakta durma) ile ku'ûd (tahiyyatta oturma), şüphesiz ki korku namazında düşerler. Kıbleye yönelme şartı da, anlattığımız gibi düşer. Rükû ve secdeye gelince, imâ onların yerini alır. Binaenaleyh secde yerine geçecek îmâ'nın, rükû'nun yerine geçecek imâdan daha fazla eğilerek yapılması gerekir. Çünkü bunu yapmak mümkündür. Korku sebebiyle namazın taharetini (abdest ve guslü) bırakmak caiz değildir. Çünkü o kimsenin su veya toprakla abdest ve teyemmümü mümkündür. İhtilâf, insanın su bulduğu halde onunla abdest alması mümkün olmadığında, binekli olarak bulabileceği toz ile teyemmüm etmesinin caiz olup olmaması hususundadır. Daha sahih görüşe göre bu caizdir. Çünkü susama korkusu olduğu zaman, su olduğu halde teyemmüm etmeye ruhsat vardır. Kişinin canından korkması, bu hususta ruhsat verilmeye daha uygundur. İmam Şafiî (r.h)'nin görüşünün geniş izahı budur.

Netice olarak diyebiliriz ki: İmam-ı Şafiî bu konuda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Size bir şey emrettiğimde, onu gücünüz yettiğince yapın Müslim, Fezail, 130(4/1830). hadisine dayanmıştır.

Ebu Hanife ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hendek Günü'nde namazı tehir etmiş olmasını delil getirerek, bunun bizlere de gerekli olduğunu söylemiştir.

Ebu Hanife'ye şöyle cevap verilir: Hendek Savaşı'nda korku bu dereceye ulaşmamıştır. Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yine de namazını tehir etmiştir. Binaenaleyh bu âyetin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in o davranışını neshetmiş olduğunu anlarız.

Altıncı Mesele

Âlimler böyle bir ruhsatın verilmesini gerektiren kor- kunun, ne derecede bir korku olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bunu şöyle diyerek ortaya koyabiliriz: Korku ya savaş esnasında, ya da savaş dışında olur. Savaş esnasındaki korku, ya vâcib, ya mubah, yahut haram bir savaş esnasında olur. Vâcib olan savaş, kâfirlere karşı yapılan savaştır.

Korku namazında asıl olan, bu tür savaştır ve âyet işte bu tür savaş hakkındadır. Âsilerle savaş da, bu tür savaş hükmüne girer. Nitekim Hak teâlâ, "O tecâvüzkâr olan kavimle, onlar Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın" (Hucurât, 9) buyurmuştur. Mubah olan savaş hususunda el-Kâdi Ebu'l-Muhâsin et-Taberî, "Şerhu'l Muhtasar" adlı eserinde şöyle demiştir: "İnsanın kendisini müdafaa etmesi (nefsi müdafa'a) vâcib değil mubahtır. Fakat eğer saldıran kâfir ise, bu müstesna.. Bu durumda, İslâm'ın hakkı ihlâl edilmesin diye, nefsi müdafaa vacibtir."

Bunu anladığın zaman biz deriz ki, "İnsanın kendisini ve öldürülmesi haram olan her canlıyı müdafaa için yapılan savaşta, korku namazı kılmak caizdir. Fakat insanın matının alınması ve halinin bozulması kastı ile yapılan savaşta, kişinin korku namazı kılıp kılamayacağı hususunda iki görüş vardır:

a) En doğru görüşe göre bu caizdir. Şafiî, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Malı uğrunda öldürülen kimse şehid olur Buhâri, Mezâlim, 33; Müslim, İmân. 226 (1/125), hadıs-i şerifine dayanır. Böylece bu, malı savunmanın nefsi müdafaa gibi olduğuna delâlet eder.

b) Bu esnada korku namazı kılmak caiz değildir. Çünkü bu iki şeyden ikincisinin hürmeti daha büyüktür. Haram olan savaş esnasında ise korku namazı kılmak caiz değildir. Çünkü korku namazı bir ruhsattır. Ruhsat ise bir ilâhi yardımdır. Âsî olan kimse ilâhî yardıma lâyık değildir. Savaşın dışında olan, yangın, boğulma, ve vahşi hayvan gibi şeylerden kaçmadan dolayı bulunan korkular ve alacaklı kimsenin borcunu istemesinden ötürü, borçlunun güç durumda olduğu, fakat bunu belirleyen delilleri ortaya koyamayacağı için hapsedilmesi korkusu gibi korkulardan dolayı, insan yine korku namazı kılabilir. Çünkü ayetteki, "Eğer korkarsanız..." ifâdesi, bütün bu korkuları içine alan mutlak bir ifâdedir.

Buna göre eğer, "Ayetteki, "yürüyerek yahut binekli olarak "tabiri bu korkudan muradın, savaş esnasında düşmandan dolayı duyulan korku olduğuna delâlet eder" denilir ise, biz deriz ki: "Farzet ki bu böyledir. Fakat âyette bir zararı defetme hükmü yer aldığına göre, bu durum, diğer korkularda da vardır. Binaenaleyh onlar için de bu hükmün bulunması gerekir."

Yedinci Mesele

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cenâb-ı Allah, Peygamberinizin lisanı ile, namazı mukîm iken dört, seferde iken iki, korku esnasında ise bir rekat olarak farz kılmıştır." Âlimlerin çoğu mukim iken namazların dört rekat, seferde iken ise, korku olsa da olmasa da iki rekat olarak kılınacağı ve İbn Abbas'ın sözüne göre amel edilemeyeceği görüşündedirler. Allahü teâlâ'nın, emrinin mânâsı, "bu ruhsata sebep olan korku ortadan kalktığı için emin olduğunuz vakit ise, yine Allah'ı, size bilmediğiniz şeyleri nasıl öğretti ise, o şekilde anınız" şeklindedir. Ayetteki bu ifâde ile ilgili iki görüş vardır:

a) (......) lâfzı, "Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah için tam bir huşu ile kıyamda durun" âyeti ile Allah'ın size öğretip şartlarını ve rükünlerini beyân ettiği şekilde namazınızı kılınız" demektir. Çünkü ruhsatın sebebi ortadan kalkınca, bu husustaki farziyet, önceki şekliyle aynen döner. Namaz, "Allah'ı zikre (namaza) koşun" (Cum'a, 9)âyetinden dolayı bazan "zikir" diye adlandırılmıştır.

b) "Allah'a, size emniyet nimetini vermesinden dolayı şükrediniz" manasındadır.

Kâdi bu görüşü tenkid ederek şöyle demiştir: "Bu âyetteki "zikir", korkudan sonra emniyetin bulunması demek olan belli bir şarta bağlanınca, bu lâfız aynı şart üzere hem korku hem de emniyetle birlikte bulunması gereken bir zikir yani şükür manasına hamledilemez. Şükrün, emniyet esnasında yapılması gerektiği gibi korku esnasında da yapılması gerektiği herkesçe bilinir.Çünkü her iki hâlde de Cenâb-ı Allah'ın nimetleri devam etmektedir. Buradaki korku Allah'tan dolayı değil, kâfirlerden dolayıdır. Binaenaleyh, "Allah'ı zikrediniz" emrini bu duruma has olan Bir zikre hamletmek gerekir,

c) Bu hususta bir üçüncü görüş daha vardır: Buna göre, âyetteki, mefhumuna hem namaz hem de şükür girer. Çünkü şükür sebebi ile elde edilecek emniyet, namazı vaktinde kılma ile birlikte yapılması gereken bir şükür diye tarif edilmiştir.

Hak teâlâ'nın, "size nasıl öğretti ise..." buyruğu Allah'ın öğretme ve bildirme suretiyle bize in'am etmiş olduğunu, bunun ilâhi nimetlerden sayılıp, eğer O'nun hidayeti olmasaydı bizim bunlara ulaşamayacağımızı beyân etmektedir. Sonra âlimlerimiz Allah'ın öğretmesini, "ilmi yaratmak"; Mu'tezile ise "delilleri yerleştirme ve lütuf fiilleri ihsan etme" diye açıklamışlardır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "bilmediğiniz şeyleri..." tabiri Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilişinden önceki cehalet ve dalâlet zamanına işarettir.

Vefat Hakkındadır

239 ﴿