243

"Sayılan binlere ulaştığı halde, ölüm korkusuyla yurtlarını bırakıp çıkanları görmedin mi? Allah onlara "ölün" dedi sonra kendilerini diriltti. Muhakkak Allah insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler"

Bil ki Allahü teâlâ'nın, Kur'an'daki âdeti, ahkâmdan bahsettikten sonra, muhataplara bir va'z-u nasihat olsun ve bu onları isyan, ve inadı bırakmaya; Allah'a karşı olan huşu ve inkiyadlarını artırmaya sevketsin diye geçmiş kavimlerin kıssalarından bahsetmektir. Bundan dolayı 'Yurtlarını bırakıp çıkanları görmedin mi?.." buyurmuştur.

Cenâb-ı Allah'ın, "görmedin mi?" tabiri ile ilgili birkaç mesele vardır.

Elem Tera Hitabı İle İlgili Açıklama

Bil ki "ru'yet" (görme), bazan basiret ve kalbin görüşü manasına gelir ki bu 'bilmek" demektir. Bu aynen, "(Ey Rabbimiz!), bize ibâdet edeceğimiz yerleri bildir" (Bakara, 128) yani "öğret" ve, "İnsanlar arasında Allah'ın sana bildirdiği, yani öğrettiği şekilde hükmedesin diye.." (Nisa, 105) âyetlerinde olduğu gibidir.

Sonra "ru'yet" (görme) kelimesi, bazan muhatabın önceden bildiği şey hakkında, bazan da bilmediği şey hakkında kullanılır. Mesela birisi başkasına, yeni bildirmeyi kastederek, "Falanın başına geleni biliyor musun?" der. Bu ifâde, "Falanın başına şu geldi" manasında ilk olarak o şeyi haber vermektir. Bu izaha göre, âyetin muhatabı olan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bahsedilen hadiseyi, bu âyet ile öğrenmiş olması mümkün olduğu gibi, âyetin nüzulünden önce de biliyor olması ve Allahü teâlâ'nın onun bilgisine uygun olarak bu âyeti indirmiş olması da mümkündür.

İkinci Mesele

Âyetin zahirine göre, bu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılan bir hitaptır. Fakat bundan, hem onun hem de ümmetinin muhatap tutulmuş olması mümkündür. Bununla beraber hitab Hazret-i Peygamberedir. Bu "Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman, iddetlerine doğru boşayınız" (Talak, 1) âyetinde olduğu gibidir. (Yani asıl muhatap olanlar mü'minlerdir).

Üçüncü Mesele

(......) tabiri içinde, harf-i cerrinin muhataplarca "intiha" (son noktayı) bildiren bir edat olabileceği için yer almış olması muhtemeldir. Bu tıpkı, "falancadan falancaya" ifâdesinde olduğu gibidir. Binaenaleyh bu, bir öğretenin öğretmesi ile öğrenen kimseyi, bu öğreten o bilgilere ulaştırmış ve onu o noktaya getirmiş demektir. İşte bu izahtan dolayı, bu âyette harf-i cerrinin gelmesi yerindedir. Bunun bir benzeri de, "Rabbine bir bakmadın mı? O, gölgeyi nasıl uzatmış" (Furkan, 45) âyetidir.

Ölüm Korkusuyla Yurtlarını Bırakıp Kaçanlar

Cenâb-ı Allah'ın, yurtlarını bırakıp çıkanlara.." âyeti ile ilgili birkaç rivayet var:

1) Süddî şöyle demiştir: "Bir beldede veba salgını başladı. Belde halkı kaçtı. Kaçmayıp kalanların çoğu öldü. Geri kalanların çoğu da hastalık ve musibetlere dûçâr oldular. Veba salgını ve hastalıklar sona erince, kaçanlar sağ selâmet geri döndüler. Bunun üzerine hastalıklardan kıvranmış olanlar: "Bu kimseler, bu memlekette kalmayı bizden daha çok istiyorlardı. Eğer biz de onlar gibi yapsaydık, hastalık ve belâlardan kurtulmuş olurduk. Eğer bu memlekete bir daha veba gelirse, biz de çıkıp gideriz" dediler. Yine veba salgını oldu ve böyle söyleyenler de beldeyi bırakıp kaçtılar. Sayıları otuzbin civarında idi. Vadilerinden çıkınca, vadinin üstünden ve altından birer melek onlara, "ölünüz" diye seslendi. Bunun üzerine hepsi öldü ve cesedleri çürüdü. Adı Hazkil olan bir peygamber onların cesedlerine rastladı. Onları görünce durup, onlar hakkında tefekkür etti ve Cenâb-ı Allah ona, "Onları nasıl dirilteceğimi sana göstermemi mi istiyorsun" diye vahyetti. Oda "Evet" dedi. Ona, "Ey kemikler! Cenâb-ı Allah toplanmanızı emrediyor" diye seslenmesi söylendi. O seslenince kemikler birbirine doğru uçuşmaya başladılar ve (herkesin kemiği) tamamlandı. Daha sonra Allahü teâlâ, ona, "Ey kemikler! Allahü teâlâ, et ve kan giymenizi emrediyor" şeklinde seslen" diye vahyetti. O böyle seslenince, kemikler et ve kana büründü. Sonra ona, "Allahü teâlâ canlanıp, kalkmanızı emrediyor" diye seslenmesi söylendi. O seslenince, cesetler canlanıp kalktılar ve şöyle diyorlardı: "Ey Rabbimiz! Seni tesbih eder ve sana hamdederiz. Senden başka ilah yoktur." Onlar böyle dirildikten sonra beldelerine geri döndüler. Ölmüş olduklarının işareti yüzlerinde belli idi. Bundan sonra onlar, ecellerine göre geri kalan ömürlerini yaşadılar.

2) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "İsrâiloğulları krallarından biri, askerlerine savaşmalarını emretti. Onlar savaşmaya yanaşmadılar ve krallarına, "Savaşacağımız yerde veba var. Veba kesilinceye kadar oraya gitmeyiz" dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onların hepsinin canını aldı. Onlar cansız olarak sekiz gün kalıp şiştiler. İsrailoğullarına bu askerlerin ölüm haberi ulaşınca, onları gömmek için oraya gittiler. Ölenlerin sayısı çok olduğu için, bunu da tam yapamadılar. Hepsini biraraya toplayıp etraflarını duvarla çevirdiler"Allahü teâlâ, sekiz gün geçtikten sonra onları diriltti. Bu koku hem onlar üzerinde kaldı, hem de evlâdlan üzerinde bu güne kadar devam etti." Bu görüşte olanlar, bu âyetin peşisıra gelen "Allah yolunda savaşınız..." âyetini delil getirmişlerdir.

3) Hazkil (aleyhisselâm), kavmini cihada teşvik etti. Fakat onlar, bunu hoş görmeyerek korktular. Bunun üzerine Allahü teâlâ onlara ölümü gönderdi. İçlerinde ölüm çoğalınca, ölümden kurtulmak için memleketlerinden kaçtılar. Hazkil (aleyhisselâm) bunu görünce"Ey Ya'kûb'un ve Musa'nın ilahı Allah'ım, kullarının şu isyanını görüyorsun. Onlara, kendileri üzerinde kudretinin nelere yeteceğini ve senin kudret elinden kurtulamayacaklarını gösteren bir mucize gönder" dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ kaçanlara da ölümü gönderdi. Sonra Peygamber onların ölümlerine dayanamayarak, onlar için dua edince, Allah onları diriltti.

Hak teâlâ'nın, 'Sayıları binlere ulaştığı halde, ." buyruğu ile ilgili iki görüş vardır

Birinci Görüş: Bundan murad, onların ne kadar olduklarını beyân etmektir.Âlimler bunların sayılarının ne kadar olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Vahidi (r.h), "Onlar üçbinden az, yetmişbinden çok değildiler" demiştir. Âyetin lâfzına göre izah edilecek olur ise, onların onbinden fazla olması gerekir. Çünkü ayetteki (binlerce) kelimesi, cem-i kesrettir. Binaenaleyh on tane veya on taneden daha az bin için, denmez.

İkinci Görüş: (......) kelimesi, (......) kelimelerinde olduğu gibi, (......) kelimesinin çoğuludur. Buna göre, tabirinin manası, "Kalbleri birbirlerine karşı sevgi ve muhabbet dolu olduğu halde..." demektir. Kâdî şöyle demiştir: "Birinci görüş daha uygundur. Çünkü onlar çok kalabalık oldukları halde ölümün onlara gelmesi, durumlarından daha fazla ibret alınmasını gerektirir. Çünkü büyük bir topluluğun alışılmadık şekilde bir defada ölüvermesi, büyük bir ders verir. Fakat ölümün, ferdleri arasında sevgi ve bağlılık bulunan topluluğa normal olarak gelişi ile aralarında ihtilâf olan bir topluluğa gelişi arasında, ibret verme açısından bir fark ve değişiklik olmaz." Bu suale şöyle cevap verilmesi mümkündür: "Bundan murad, onlardan herbirinin kendi hayatını sevmesi ve bu dünyaya muhabbet duymasıdır. Buna göre ayetin ifâde ettiği mana, Cenâb-ı Hakk'ın onların niteliği hakkında söylemiş olduğu, "Andolsun ki sen onları, insanların hayata en düşkünü bulursun" (Bakara, 96) âyetindeki manayı ifâde etmiş olur. Sonra onlar, hayatı son derece sevmeleri ve onu anlamalarına rağmen, insanın dünya hayatına olan ihtirasının onu ölümden kurtaramayacağı bilinsin diye, Allah onları öldürmüştür. Bu görüşe göre yapılan bu izah, fazla tuhaf görülecek bir açıklama değildir.

Hak teâlâ'nın, "ölüm korkusuyla" tabirindeki (......) kelimesi mef'ûlün leh olduğu için mansubtur, "ölümden korktukları için" demektir. Her insanın ölümden korktuğu malûmdur. Allahü Teâlâ ölüm korkusunu özellikle burada zikredince, ölüm sebebinin, ister veba sebebi ile olsun, ister savaş yüzünden olsun, bu hadisede daha fazla bulunduğu anlaşılmış oldu.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah onlara "ölün" dedi”'ayetine gelince, Allah'ın onlara "ölün" demesi hakkında iki izah şekli vardır

1) Bu ifâde, "Bir şeyin olmasını murad ettiğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" demektir. O da hemen oluverir" (Nahl, 40) ayetinin yerini tutmaktadır. Daha önce bu ifâdeden muradın, Cenâb-ı Hakk'ın bir söz söylediğini belirtmek değil, aksine Allah onu istediği zaman, o şeyin önüne geçilemez ve geciktirilemez bir şekilde tahakkuk ettiğini bildirmek olduğu geçmişti. Bu tür tabirler Arapçada yaygındır. Buna Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra kendilerini diriltti" sözü de delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın sözü ile diriltme hâdisesi gerçekleşince, öldürme hususundaki sözü de bunun gibi olur.

2) Allahü teâlâ, o peygamberine, kavmine "ölünüz" demesini ve onları diriltmesi esnasında da, Süddî'den rivayet ettiğimiz sözü söylemesini emretmiştir. Yine bunu söyleyenin melekler olduğuna dair rivayet ettiğimiz görüş de muhtemeldir. Birinci görüş, doğru olmaya daha yakındır.

Allahü teâlâ'nın, "Sonra kendilerini diriltti" sözünde birkaç mesele vardır:

Kaçanların Öldükten Sonra Diriltilmeleri

Âyet-i kerime onlar öldükten sonra, Cenâb-ı Hakk'ın onları dirilttiğine delâlet etmektedir. Binaenaleyh buna kesin inanmak gerekir.Çünkü diriltme hadd-i zatında mümkündür. Doğru haber de onun meydana geldiğini bildirmektedir. Bu sebeple, onun vuku bulduğuna inanmak gerekir. Diriltmenin mümkün oluşu şunlardır: Çünkü çeşitli unsurların, belli bir şekil üzere biraraya gelmeleri mümkündür. Aksi halde o şey önceden de bulunmazdı. Bu unsurların yeniden diriltme için bir araya getirilmesi ihtimali mümkündür. Aksi halde bu ihtimal, daha önce de bulunmazdı. İşte bu durum her ne zaman sabit olursa, ölümden sonra diriltme imkânı da bulunmuş olur. Doğru haberin bunu bildirmesi ise, bu ayetin bildirmesi ile olmuştur. Cenâb-ı Hak ne zaman, aklen mümkin olan bir şeyin meydana geldiğini haber verirse, onun kafi olarak meydana gelmiş olduğuna inanmak gerekir.

İkinci Mesele

Mu'tezile şöyle demiştir: "Ölüyü diriltmek harikulâde bir olaydır. Böyle birşeyin Cenâb-ı Hak tarafından meydana getirilmesi, ancak o şey bir peygamber için mucize olacağı zaman caiz olur. Onun bir peygamberin mucizesi olmaksızın meydana gelmesi caiz olsaydı, peygamberliğe delâlet etmesi bâtıl olurdu."

Bizim âlimlerimiz ise, velinin kerametini izhâr etmesi ve diğer gayeler için olağanüstü şeylerin meydana gelmesinin caiz olacağını söylemişlerdir. Böylece harikulade hâdiselerin sadece nübüvvete delâlet ettiği görüşü bâtıl olmuş olur.

Sonra Mu'tezile şöyle demiştir: "Rivayet edildiğine göre bu diriltme işi, peygamber olan Hazkîl (aleyhisselâm) zamanında, onun duasının bereketiyle meydana gelmiştir. Bu da, bu gibi hadiselerin ancak peygamberlerin bir mucizesi olarak meydana gelebileceği görüşümüzü sağlamlaştırmaktadır. Hazkil (aleyhisselâm)'in, Zülkifl (aleyhisselâm) olduğu söylenmiştir. Onun "Zülkifl" diye isimlendirilmesinin sebebi, yetmiş peygambere kefil olup, onları ölümden kurtarmasından dolayıdır. Yine Hazkil (aleyhisselâm)'in, o peygamberler ölü iken onlara rastladığı ve onlar hakkında hayretle düşünmeye başladığı, bunun üzerine Allahü teâlâ'nın ona, "Eğer sen istersen, onları diriltirim ve bunu senin için bir mucize yaparım" diye vahyettiği, Hazkil'in de "Evet" deyince, Cenâb-ı Hakk'ın.onun duası ile onları dirilttiği söylenmiştir.

Üçüncü Mesele

Mükelleflerin imânî bilgilerinin, ölüme yaklaştığı ve ölümün korkuları ile şiddetlerini müşahede etmeye başladığında, zarurî (kesin) bir hale geleceği delillerle sabit olmuştur. Allahü Teâlâ'nın öldürüp sonra yeniden diriltmiş olduğu bu kavmin ise, ya kendisi sebebiyle imânî bilgilerinin zarurî hale geleceği ölüm korku ve hallerini müşahede etmiş oldukları veyahut da bu korkulardan hiçbirini müşahede etmeksizin Cenâb-ı Hakk'ın onları, bu korkuları müşahede etmeksizin meydana gelen bir uyku gibi, ansızın öldürmüş olduğu söylenebilir. Şayet doğru olan görüş birinci görüş ise, Allahü teâlâ onları dirilttiği zaman, onların bu çektikleri korku ve dehşetler ile Rablerini indisi vesilesi ile zaruri olarak tanıdıkları hadiseyi unuttuklarını söylemek imkânsızdır. Çünkü akıllı bir kimsenin büyük ve mühim olayları unutması mümkün değildir. Bundan ötürü, meydana gelen zarurî bilginin, diriltilmelerinden sonra da onlarda bulunması gerekir. Bu zaruri bilgilerin bulunmaya devam etmesi ise, dünyada mükellefiyetin ortadan kalkmasını gerektirir. Nitekim ahirette (her şey belli olduğundan) orada mükellefiyet yoktur. Ya da şöyle denilebilir: Onlar diriltildikten sonra artık mükellef değildirler. Âyetle bu manaya mâni herhangi birşey yoktur. Yahut da şöyle denilebilir: Allahü teâlâ, onları öldürdüğü zaman, bilgilerinin zaruri hale gelmesine sebep olacak büyük hadiselerden herhangi birini onlara göstermemiştir. Böylece bu ölüm, ölüm yaklaştığı zaman dehşet verici korkular yaşayan diğer mükelleflerin ölümü gibi olmamıştır. Herşeyin hakikatini en iyi bilen Allah'tır.

Dördüncü Mesele

Katâde, "Allah onları, geri kalan ömürlerini tamamlasınlar diye dıriltmıştır" demiştir. Bu görüş hakkında, söylenebilecek çok şey ve yapılabilecek uzun izahlar vardır.

Hak teâlâ'nın, "Muhakkak Allah insanlara karşı lütuf sahibidir" âyetiyle ilgili birkaç izah vardır:

a) Bu, Allahü teâlâ'nın öldürmüş olduğu bu topluluğu onları yeniden diriltmek suretiyle yaptığı lûtuftur. Bu böyledir. Çünkü onlar günahtan dolayı, bu dünya hayatından çıkmışlar. Allahü teâlâ onları tekrar bu hayata döndürerek, onlara tevbe imkânı ve hatalarını onarma fırsatı vermiştir.

b) Ahirett inkâr eden Araplar, birçok meselede yahûdilerin sözlerine itibar ediyorlardı. Allahü teâlâ yahûdilerin dikkatini, kendilerince malûm olan ve âhireti inkâr eden Araplara anlattıkları bu hâdiseye çekince, görünen odur ki, âhireti inkâr eden bu Araplar, sırf inkârdan ibaret olan bâtıl dinlerinden, ölümden sonra diriltilme ve hasrı tasdikten ibaret olan nak dine dönüyorlar, böylece de cezadan kurtulup sevaba müstehak oluyorlardı. Bundan dolayı bu kıssayı anlatmak, Cenâb-ı Hakk'ın bu inkarcılara bir lütfü ve ihsanı olmuş oluyor.

c) Bu kıssa, ölümden korkmanın ölüme karşı bir faydası olmadığına delâlet etmektedir. Binaenaleyh, insanı her halükârda, Allah'a ibâdete teşvik eder ve kalbten ölüm korkusunu çıkarır. Bundan dolayı bu kıssanın hatırlatılması, kulun günahlardan uzaklaşmasına, büyük sevablar elde edeceği taatlara yaklaşmasına vesile olur ki bu da Allah'ın, kuluna bir lûtfu ve keremi olmaktadır.

Cenâb-ı Hak sonra, "Fakat insanların çoğu şükretmezler" buyurmuştur. Bu ifâde "Fakat insanların çoğu, ancak nankörlük ederek diretirler" (Furkan, 50) âyeti gibidir.

243 ﴿