247

"Onlara peygamberleri, "Muhakkak ki Allah size bir hükümdar olarak Tâlût'u göndermiştir" dedi. Dekiler ki: "Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken ve ona bol mal da verilmemiş ikenr nasıl olur da bizim başımızda hükümdarlık onun olabilir?" Peygamber de: "Muhakkak ki Allah, size onu seçti. Ona bilgice ve vücutça bir üstünlük verdi. Allah mülkü (idareyi) kime dilerse ona verir. Allah'ın (nimeti) boldur. Allah hakkıyla bilicidir" .

Bil ki Allahü Teâlâ birinci âyette onların isteklerine icabet ettiğini, daha sonra ise onların yüz çevirdiğini beyan edince, onların itk inkâr ettikleri şeyin Tâlût'un hükümdarlığı meselesi olduğunu açıklamıştır. Bu böyledir, çünkü onlar peygamberlerinden, Allahü Teâlâ'dan kendilerine bir melik tayin etmesini istemesini talep etmişler, Allahü Teâlâ da bu isteğe, onlara hükümdar olarak Tâlût'u göndermek suretiyle icabet etmiştir. Keşşaf sahibi, Tâlût'un Câlût ve Dâvüd kelimeleri gibi, Arapça olmayan bir isim (ism-i a'cemi) olduğunu; ma'rife ve ucmeliğinden dolayı gayr-ı munsarif olduğunu söylemiştir. Nahivciler ise, Allahü Teâlâ'nın onu, vücut bakımından güçlü ve kuvvetli olarak nitelemesinden dolayı, Tâlût kelimesinin, (uzunluk, büyüklük, genişlik) kelimesinden olduğunu; vezninin de, vezni olup, kelimenin aslının, şeklinde olduğunu öne sürmüşlerdir. Ne var ki bunun gayr-ı munsarif oluşu, onun bu kökten iştikak etmesine mânidir. Ancak bu kelimenin, lâfzının, lafzıyla uyuşması gibi, bir Arapça kelimeye uygunluk arzeden İbranîce bir isim olduğu söylenebilir. Bu açıklamaya göre onun gayr-ı munsarif olmasını sağlayan sebeplerden birisinin, bu kelime İbranîce bir kelime olduğu için, ucmeliği (Arapça olmaması) olması mümkündür. Sonra Allahü Teâlâ Tâlut'u onların hükümdarı olarak tayin ettiğinde, onlar ona itaat etmemeyi ve hükümlerinden yüz çevirmeyi açıkça dile getirerek, "Bizim başımızda hükümdarlık nasıl onun olabilir?" deyip, Tâlût'un kendilerine hükümdar olmasını mümkün görmemişlerdir. Müfessirler bu kabul etmeyişin sebebini şöyle açıklamışlardır: Peygamberlik, İsrailoğullarının boylarından bir boya tahsis edilmişti. Bu da, Lâvi İbn Yakûb'un boyudur ki, Hazret-i Musa ve Harun da bu boydandır. Hükümdarların soyu da, Yehûzâ'nın soyuna dayanır ki, Dâvûd ve Süleyman (aleyhisselâm)'ın soyuda buraya dayanır. Halbuki Tâlût'un soyu bu iki soydan hiçbirisine dayanmıyor, bilâkis Bünyamin'in oğullarının soyuna dayanıyordu. İşte bundan dolayı onlar, Tâlût'un kendilerine kral olmasını yadırgamışlar, kendilerinin hükümdarlığa Tâlût'dan daha lâyık olduğunu iddia etmişler, daha sonra da bu şüphelerini bir başka şüphe ile te'kid ederek, "Ve ona, bol mal da verilmemiştir" demişlerdir. Bu ifâde de, Tâlût'un fakir bir kimse olduğuna işaret eder.

Âlimler Tâlût'un mesleğinin ne olduğu hususunda ihtilâf ederek Vehb, onun bir debbağ olduğunu; Süddî onun at ve deve kiralayarak kervancılık yaptığını, başkaları da onun sucu olduğunu söylemişlerdir.

Eğer, " tabiriyle tabirinin başındaki bu iki vâv arasında ne fark vardır?" denilirse deriz ki: Birinci vâv hâl vavıdır. İkinci vâv da cümleyi, hâl vaki olan cümleye atfeden vâvdır. Buna göre mâna şöyle olur: "O bize nasıl hükümdar olabilir ki? Halbuki, kral olmaya ondan daha lâyık kimseler bulunduğu için, o kral olamaz... Yine, o fakirdir. Hükümdarlığını destekleyecek mal ve mülkün bulunması gerekir.." Allahü Teâlâ onların öne sürdükleri şüphelere şu şekillerde cevap vermiştir:

Birinci Şekil: Allahü Teâlâ'nın, "Muhakkak ki Allah, size onu seçti' sözüdür. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyetin mânası, "Allahü Teâlâ melikliği ve hükümdarlığı Tâlût'a tahsis etmiştir" şeklindedir.Bil ki İsraîloğulları o peygamberin nübüvvetini ikrar edince, peygamberin, "Allahü Teâlâ'nın Tâlût'u onlara hükümdar tayin ettiğini bildirmesi" Tâlût'un melikliğinin sübûtu hususunda kesin bir hüccet olmuştur. Çünkü peygamberlerin yalan söylemelerini caiz görmek, onların sözlerine güven duyulmamasını gerektirir ki, bu da onların nübüvvet ve risâletlerini zedeler.. Haber veren kimsenin (peygamberin) doğruluğu sabit olunca, Allahü Teâlâ'nın hükümdarlığı Tâlût'a vermiş olduğu da sabit olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca da, Tâlût'un itaat edilmesi vacib olan ve kendisine itiraz edilmemesi gereken bir melik olduğu ortaya çıkmış olur.

İkinci Mesele

Hak teâlâ'nın, tabirinin mânâsı, "Hükümdarlığı başkasından alarak ona verdi; onu seçti ve"onu özellikle kendisi için seçti" anlamında seçip beğendi" demektir. Zeccâc bu kelimenin kökünün, (temizlik, duruluk, arılık) den geldiğini, aslının ise, olduğunu, sâd harfinden tî harfini söylemek kolay olduğu için, te harfinin tî harfine çevrildiğini söylemiştir. Kelimenin iştikakı nasıl olursa olsun, bundan murad bizim söylemiş olduğumuz husus olur ki, bu da Hak teâlâ'nın hükümdarlık ve krallığı Tâlût'a tahsis etmesidir. İşte bu izahtan dolayı Allahü Teâlâ kendisini, "Peygamberleri seçmekle", peygamberleri de "Seçilmiş hayırlılar" (Sad, 47) olarak; Hazret-i Peygamber'i de, "Mustafa" (seçilmiş) diye tavsif etmiştir.

Hükümdarlıkta Veraset Değil, Liyakat Esastır

Bu âyet imametin (halifeliğin) veraset yoluyla geçtiğini söyleyenlerin görüşünün bâtıl olduğunu gösterir. Çünkü İsrailoğulları, kendi krallarının kral soyundan gelmemesini yadırgamalardır. Fakat Cenâb-ı Allah da onlara, bunun yersiz olduğunu ve hükümdar olmaya, Allah'ın bunun için seçtiği kimselerin müstehak olduklarını bildirmiştir. Bu, "(Allah'ım!) Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, dilediğinden de mülkü geri alırsın" (Al-i İmran, 26) âyetinde ilâde edilen hususun bit benzeridir.

İkinci Şekil Cevap: Cenâb-ı Allah'ın, "Ona bilgice ve vücutça bir üstünlük verdi" ifadesidir. Bu cevabın izahı şöyledir: Onlar Tâlûtun melik olmasını şu iki bakımdan tenkid etmişlerdi:

a) O, krallar soyundan değildir.

b) Ve o fakirdir. Allahü teâlâ, onun hükümdarlığa ehil olduğunu açıklamış ve bu ehliyeti de onda iki sıfatın bulunmasına bağlamıştır: İlim ve güç.. Bu iki vasıf, hükümdarlığa hak kazanmak için ilk iki vasıftan daha üstündür.

Bu birkaç bakımdan açıklanabilir:

1) İlim ve kudret, gerçek kemâl vasıflarındandır. Mal ve makam ise böyle değildir.

2) İlim ve kudret, insanın kendi cevherinde bulunan mükemmelliklerdendir. Mal ve makam ise, insanın zatından ayrı İki şeydir.

3) İlim ve kudreti insandan koparıp almak mümkün değildir. Mal ve makamı ise insandan soyup almak mümkündür.

4) Harb sanatını iyi bilmek ve savaşa son derece dayanıklı olmak gibi şeylerden, ülkenin menfaatini korumada ve düşmanın kötülüklerini yok etme hususlarında elde edilecek istifâde, işleri zabt-u rabt altına alacak liyâkati ve düşmanı geri döndürecek gücü olmayan, fakat asil ve zengin bir kimseden elde edilecek istifâdeden çok daha fazla ve mükemmeldir. Anlatmış olduğumuz hususlar ile, hükümdarlığın âlim ve muktedir bir kimseye verilmesinin, asil ve zengin bir kimseye verilmesinden daha uygun olduğu ortaya çıkmış olur. Sonra burada birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âlimlerimiz, Ona bilgice ve vücutça bir üstünlük verdik" ayetini, kulların amellerinin yaratılması meselesine delil getirmişlerdir. Çünkü bu ifâde, insanlarda meydana gelen ilimlerin ancak Allahü teâlâ'nın yaratması ve icadı ile meydana geldiğine delâlet etmektedir.

Mu'tezile ise şöyle demiştir: "Aklı veren ve delilleri koyan Allahü teâlâ olduğu için, âyette bahsedilen bilgice üstünlük verme Allah'a nisbet edilmiştir." Âlimlerimiz buna karşı, nisbet edilmede esas olanın, sebep olma değil bizzat yapma olduğunu söyleyerek cevap vermişlerdir.

İkinci Mesele

Âlimlerden bazıları vücutça üstünlükten maksadın, boy uzunluğu olduğunu, Tâlût'un, insanların ancak omuzuna yetişebilecekleri kadar uzun olduğunu ve boyunun uzunluğundan dolayı "Tâlût" diye isimlendirildiğini söylemişlerdir. Vücutça üstünlükten maksadın güzellik olduğu ve Tâlût'un İsrâiloğulları arasında en yakışıklı erkek olduğu söylenmiştir. Yine bundan muradın güç ve kuvvet olduğu söylenmiştir. Buna göre bu son görüş daha doğrudur. Çünkü düşmanları mağlûp etmede güç ve kuvvetten istifâde edilir, boy uzunluğu ve yakışıklılıktan değil...

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ ilimce üstünlüğü, vücutça üstünlükten önce zikretmiştir. Bu Allah'ın, rûhî üstünlük ve meziyetlerin, bedenî üstünlüklerden daha yüce, daha şerefli ve daha mükemmel olduğuna bir işaretidir.

Üçüncü Şekil Cevap: Allahü teâlâ'nın, "Allah, mülkünü kime dilerse ona verir" buyruğudur. Bu cevabın izahı şöyledir: Mülk Allah'ındır. Kullar da Allah'ındır. Allah mülkünü dilediğine verir ve yaptığı şeylerden dolayı Allah'a kimse itiraz edemez. Çünkü mâlik mülkünde bir tasarrufta bulunduğu zaman o hususta ona hiç kimsenin itiraz hakkı yoktur.

Dördüncü Şekil Cevap: Allahü Teâlâ'nın, "Allah vâsi (nimeti) boldur. Allah hakkıyla bilicidir" buyruğudur. Bu ifâde hakkında üç görüş vardır:

a) "Allahü teâlâ'nın lûtfu, rızkı ve rahmeti geniştir. O'nun rahmeti herşeyi kuşatmıştır." Bu manaya göre ayetin takdiri, "Siz fakir olduğu için Tâlût'u kınadınız. Allahü teâlâ'nın ise lûtfu ve rahmeti geniştir. Allahü teâlâ ona mülkü verdiğinde, bu hükümranlığın ancak mal ile yürüyebileceğini bilir ise, o zaman ona mal hususunda genişlik verir, bol rızık kapısını açar" şeklindedir.

b) "Genişleten" manasına olmak üzere, "Allah geniştir." Yani "Allah dilediğine bol nimet verir." Bu sözün kendisinden önceki ifâde ile alâkası, yukarıda anlattığımız şekildedir.

c) Allah, "genişlik sahibi" manasında geniştir. Ayetteki ismi faili, "genişlik sahibi" manasındadır. Bu, tıpkı (Hakka, 21) yani "hoşnut olunulan bir hayat.." ayetindeki, (......) kelimesi gibidir (yorgunluk ve belâ dolu keder) manasında da, denilmektedir.

Daha sonra Cenab-ı Hak, "Hakkıyla bilicidir" kelimesi ile, fakir olanı zengin etmeye muktedir olması yanında, bu mülkün yönetilmesi hususunda ihtiyaç duyulacak şeylerin miktarını, ve bu mülkün şimdiki ile gelecekteki durumunu bildiğini, bundan dolayı işlerin bütün neticelerini bildiği için, o mülkü ayakta tutmaya yarayacak en uygun şeyleri seçtiğini beyân etmiştir.

Tâlût'un Hükümdarlığının Delili

247 ﴿