249"Peygamberleri onlara şöyle dedi: "Onun hükümdarlığının açık alâmeti size o Tâbût'un gelmesi olacaktır. Onun içinde Rabbinizden bir sekine ve Musa hanedanı ile Harun hanedanının bırakmış olduğu bir bakiyye vardır. Onu melekler taşır. Elbette bunda sizin için kesin bir alâmet vardır, eğer İmân ederseniz... Tâlût ordusuyla ayrılıp çıktığı zaman "Şüphesiz Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan (kana kana) içerse, benden değildir. Ondan tutmayan ise bendendir. Eliyle bir avuç içenler müstesna, (onlara müsaade var)" dedi. Derken (ırmağa vardılar), içlerinden çok azı müstesna, onlar o ırmaktan kana kana içtiler. Nihayet Tâlût ve beraberindeki mü'minler ırmağı geçtikleri zaman, "Bugün bizim Câlût ve ordusuna karşı duracak gücümüz yok" dediler. Muhakkak (bir gün) Allah'a kavuşacaklarını (bilenler) iser "Nice az bir topluluk, daha kalabalık bir topluluğu Allah'ın izniyle yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir" dediler" . Bil ki önceki âyetin zâhiri, bu kavmin içlerinde bulunan peygamberin nübüvvetini kabul ettiklerine delâlet etmektedir. Çünkü Hak teâlâ'nın onlardan naklen söylemiş olduğu, "Hani onlar peygamberlerine, "Bize bir hükümdar yolla" demişlerdi" (Bakara, 246) ifâdesi, onların o peygamberin nübüvvetini kabul etmiş oldukları ve onun Allah tarafından gönderildiğini tasdik ettikleri hususunda açık bir delildir. Sonra bu peygamber onlara, "Muhakkak ki Allah size bir hükümdar olarak Tâlût'u göndermiştir" (Bakara, 47) deyince, bu ifâde Tâlût'un bir hükümdar olduğuna kafi bir delil olmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, mahlûkâtına olan rahmetinin kemâlinden dolayı bu delile, peygamberin bu sözünde doğru olduğunu ve yine Allah'ın Tâlût'u hükümdar tayin ettiğini gösteren bir başka delil ilâve etmiştir. Allahü teâlâ tarafından çokça delil gönderilmesi caizdir. Bundan ötürüdür ki Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizeleri çok olmuştur. Bu sebeble Cenâb-ı Allah: "Peygamberleri onlara şöyle dedi:' Onun hükümdarlığının açık alâmeti size o Tâbût'un gelmesidir" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Bu Tâbût'un, Allah katından bir mucize olabilmesi için, gelişinin harikulade ve o iddianın doğruluğuna delâlet edebilecek bir şekilde olması gerekir: 1) Haber rivayet edenler şunu nakletmişlerdir: Allahü teâlâ Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'e, içinde, zürriyetinden peygamber olacakların resimlerinin bulunduğu bir sanduka indirmişti. Hazret-i Adem'in zürriyeti, bu sandukayı Hazret-i Yakûb (aleyhisselâm)'a gelinceye kadar nesilden nesile miras yoluyla intikal ettirdiler. Sonra bu sanduka (Hazret-i Yakûb'un soyu olan) İsrailoğullarının elinde kaldı. Onlar bir meselede ihtilâf ettikleri zaman, o sanduka konuşuyor ve aralarında hükmediyordu. Savaşa gittiklerinde, onu elter üzerinde en önde taşıyorlar ve onun sayesinde düşmanlarına karşı zafer kazanmak istiyorlardı. Düşmanla çarpışırken, melekler onu askerin üstünde taşıyorlardı. Onlar bu sandukadan bir ses işittikleri zaman, muzaffer olacaklarını kesin olarak anlıyorlardı. İsrailoğulları isyan edip bozulunca Cenâb-ı Allah onlara Amâlika kavmini musallat kıldı ve bu Tâbût'a (sandukaya) rağmen onlar İsrailoğullarını yenip bunu onların elinden aldılar. İşte İsrailoğulları peygamberlerinden, Tâlût'un hükümdarlığına dâir bir delil isteyince O, "Tâlût'un hükümdarlığının delili bu sandukayı onun evinde bulmanızdır" dedi. Sonra bu sandukayı ellerinden almış olan kâfirler, onu hela olarak kullanılan bir yere atmışlardı. Bu peygamber o zamanda bu kâfirlere beddua etti. Allahü teâlâ da bu kâfirlere bir musibet verdi. Öyle ki bu sandukanın bulunduğu yerde, def-i hacette bulunan herkes bâsür hastalığına yakalandı. Bunun üzerine kâfirler, bu hastalığın sandukayı hafife almalarından dolayı olduğunu anlayıp onu oradan çıkarıp iki öküzün üzerine koydular. Bu iki öküz koşmaya başladı. Cenâb-ı Allah onlara dört melek vazifelendirdi Ve onlar öküzleri sürüp Tâlût'un evine kadar getirdiler. Sonra İsrailoğulları sandukayı Tâlût'un evinde gördüler. Böylece bunun, Talût'un hükümdarları olduğuna bir delil olduğunu anladılar. İşte, "Onun hükümdarlığının açık alâmeti, size o Tâbut'un gelmesidir" âyetinin ifâde ettiği husus budur. Buna göre Tâbût'un gelişi mecazîdir. Çünkü o gelmemiş, getirilmiştir. Bundan dolayı "gelme" fiili mecâzen ona nisbet edilmiştir. Nitekim Arapça'da mecazî olarak, "Paralar kazandı, ticâret zarar etti" denilir. 2) Tâbut, Musa (aleyhisselâm)'nın içine Tevrat'ı koyduğu tahtadan bir sandıktır. İsrailoğulları bu sandığı biliyorlardı. Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın vefatından sonra, İsrailoğullarına kızdığı için, Tâbut'u göğe çekip onlardan aldı. Daha sonra gelen bu peygamber, "Tâlût'un sizin hükümdarınız olduğunun alameti, gökten Tâbût'un size gelmesidir" demiştir. Bu Tâbût'u ne melekler ne de iki öküz taşımıştır. Aksine o gökten yeri inmiş, melek onu korumuş ve İsrailoğulları da o Tâbût'un, Tâlût'un yanına inişini seyretmişlerdir. Bu İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın görüşüdür. Bu izaha göre, "gelme" fiili, Tâbut hakkında hakiki manada Kullanılmıştır. Her iki görüşe göre de taşıma işi meleklere nisbet edilmiştir. Çünkü yolda birşeyi muhafaza eden kimse hakkında, her ne kadar onu bizzat taşımasada "taşıdı" tabirinin kullanılması caizdir. Nitekim bir insan, malı başkası taşımış olsa da, o malı koruduğu zaman, "Ben bu malı Zeyd'e taşıdım" der. Bil ki Allahü Teâlâ Tâbût'un gelişini bir mucize kılmıştır. Bu hususta iki ihtimal vardır: a) Tâbût'un gelişinin mucize olması ihtimali... Bu bizim daha önce izah ettiğimiz şeydir. b) Tâbût'un mucize olmayıp, onun içinde bulunan şeyin mucize olmasıdır. Bu, onların Tabût'u bomboş gördükten sonra, peygamberlerinin onu İsrailoğullarından bir topluluğun huzurunda bir eve koyup, evin kapısını kilitlemesi, daha sonra da peygamberin, "Allah onun içinde, bu hâdisemize alamet olacak şeyi yaratmıştır" diye iddia etmesi, bunun üzerine de onların evi açarak Tâbût'a bakıp içinde hükümdarlarının Tâlût olduğunu ve Allah'ın, düşmanlarına karşı onlara yardım edeceğini gösteren bir mektup görmeleri şeklinde tahakkuk etmiştir. İşte bu onun Allah katından olduğuna delâlet eden kesin bir mucize olmuştur. Kur'an'ın lâfzı bu ikinci görüşe de muhtemeldir. Çünkü Cenâb-ı Allah'ın, "Size içinde Rabbinizden bir sekîne bulunan o Tâbût'un gelmesidir.." buyruğundan muradın, onların Tâbût'un içinde, kalblerinin yatışmasına sebeb olacak bir mucizeyi bulmaları olması da muhtemeldir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Tâbut, ya veya veznindedir. Birincisi tercih edilmiştir.Çünkü Arapçada, ve kelimelerinde olduğu gibi ilk ve son harfi aynı cinsten olan kelimeler azdır. Binaenaleyh Tâbût'un, bu anlatılanlara kıyas edilerek, (Tevbe ettim) lafzından olduğu söylenemez. Bu kısım fasit olunca, birincisinin vezninde olmuş olması ortaya çıkmış olur. Bu da rucû (geri dönme) manasına olan, (......) kelimesinden olmak üzere bu kelimenin, vezni üzere olmasıdır. Çünkü, içine eşya konan ve yerleştirilen bir kaptır. Buna göre çıkartılan şeyler devamlı ona geri konulur ve sahibi içindeki şeylere muhtaç oldukça, o tâbût'a tekrar tekrar döner, gelir. Bütün kıraat âlimleri bu kelimeyi, (......) şeklinde okudukları halde, Ubey b. Kab ile Zeyd b. Sabit(radıyallahü anha)m) sonu "he" harfi ile (......) şeklinde okumuşlardır. Bu Ensârın lehçesidir. Bazı kimseler, Tâlût'un da bir peygamber olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ onun elinde de mucizeler yaratmıştır. Böyle olan herkes peygamber olur. Bunun, evliyautlah'ın kerametleri babından olduğu söylenemez. Çünkü keramet ile mucize arasında fark vardır. Keramet, meydan okumak için gösterilmez. Mucize ise meydan okumak için gösterilir. Bundan dolayı, Tâlût'un elinde zuhur eden harikulade hallerin kerametler cinsinden olmaması gerekir. Bu görüşe şöyle cevap verilir: Bunun, o zamanın peygamberinin bir mucizesi olması uzak bir ihtimal değildir. Bunun, o peygamberin mucizesi olmasının yanında, Tâlût'un krallığı hususunda kesin bir alamet olması da söz konusudur. Allahü Teâlâ'nın, "Onun içinde Rabbinizden bir sekine vardır" buyruğu ne ilgili birkaç mesele vardır: "Sekîne" hareketin zıddı olan "sükûn" masdarın- dan, vezninde bir kelimedir. Bu, "kazıyye", "bakiyye" ve, "azîme" kelimeleri gibi, isim olarak kullanılan bir masdardır. Âlimler bu "sekîne" nin ne olduğu hususunda ihti- lâf etmişlerdir. Bu husustaki görüşleri şöyle özetleyebiliriz: "Sekîne" den murad ya Tâbutun içinde bulunan bir şeydir veya başka bir şeydir. Bu ikinci ihtimat Ebu Bekir el-Esamm'ın görüşüdür. Çünkü o şöyle demektedir: "Cenâb-ı Allah'ın, âyetinin manası? Tâbut geldiği zaman sizler sükûnete erer.Tâlût'un hükümdarınız olduğunu kabul eder ve "Tâlût'a karşı olan nefretiniz sona erer" şeklindedir. Çünkü gökten onlara Tâbut gelip, onlar Tâbût'un gelişini seyrettiklerinde, mutlaka kalblerinin yatışması ve bu istemeyişlerinin tamamen sona ermiş olması gerekir." "Sekine" den muradın, Tâbut içinde bulunan birşey olması görüşü hususunda da değişik şeyler söylenmiştir: a) Ebu Müslim'in görüşü olup bu görüşe göre Tâbût'un içinde Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Musa, Hazret-i Harun ve onlardan sonra gelen peygamberlere (aleyhisselâm) indirdiği kitaplar ile bu kitaplarda Allah'ın Tâlût ve ordusuna yardım edip, onlardan düşmanın korkusunu kaldıracağı müjdesi vardı. b) Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin görüşüdür. Buna göre, Tâbût'un İnsan yüzüne benzer bir yüzü ve duyulan bir nefesi vardı. c) İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın görüşüne göre Tâbut, zeberced veya yakuttan yapılmış bir heykel olup, kedininki gibi bir başı ve kuyruğu vardı. Kedi gibi ses verdiğinde, düşmana doğru hareket eder, İsrailoğulları da onunla birlikte yürürlerdi. O durunca, onlar da durur, böylece ilahi yardım inmiş olurdu. d) Bu, Amr b. Ubeydin görüşüdür. Buna göre sekîne, Tâbût'un içinde, ne olduğu bilinmeyen birşeydir. Bu ki sekîne, sebat ve emniyetten ibarettir. Bu, mağara kıssası ile ilgili "Allah da onun üzerine sekinetini indirmiş, onu'görmediğiniz ordularla desteklemişti" (Tevbe, 40) ayetinde olduğu gibidir.'Buna göre Hak teâlâ'nın, ayetinin mânası da, "emniyet ve sükûn" demektir. Tâbût'un içinde bir şey bulunduğunu söyleyenler, delil olarak şu iki hususu öne sürmüşlerdir: a) Hak teâlâ'nın, tabiri, Tâbût'un sekînenin zarfı olduğunu gösterir. b) Bu kelimeye, Hak teâlâ'nın "Ve Musa hanedanının bırakmış olduğu bir bakiyye" sözü atfedilmiştir. Tâbut, bakiyyenin zarfı olduğuna göre, sekînenin de zarft olması gerekir. Birinciye şöyle cevap verilir: Ayetteki, harf-i cerri, "zarf" mânasında olabileceği gibi, "sebebiyyet" de ifâde edebilir; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Öldürülen bir mü'mine mukabil yüz deve gerekir" Nesai, Kasame. 46 (8/60). ve, "Beş deveye bir koyun zekât düşer" yani, "beş deve sebebiyle..." buyurmuştur. Buna göre, tabirindeki harf-i cerri, "onun sebebiyle..." anlamındadır ve bu ifâde de, "O Tâbut sebebiyle sekine meydana gelir" demek olur. İkinciye cevap: Musa ve Harun (aleyhisselâm) soylarının geride bıraktığı bakiyyeden muradın, onların geriye bırakmış oldukları din ve şeriat olması mümkündür. Buna göre âyetin mânâsı şudur: "Bu Tâbut sebebiyle, Mûsâ ve Harun'un din ve şeriatlarından geriye kalan şeyler düzene girer." Bakiyyeden muradın, Tâbût'un içine konulmuş bir şey olduğunu söyleyenler, "Bakiyye, Tevrat'ın yazılı olduğu levhaların küçük parçalan; Mûsâ (aleyhisselâm)'nın asâsıyla elbisesi, Tevrat'ın bir parçası, ve İsrailoğullarına inen kudret helvasından bir parçadır..." demişlerdir. Cenâb-ı Allah'ın sözüyle ilgili iki görüş vardır: 1) Bazı müfessirler, (......) den muradın, Mûsâ ve Harun (aleyhisselâm)'un bizzat kendilerinin olmasının muhtemel olduğunu söylemişlerdir. Bunun delili Hazret-i Peygamber'in Ebû Musa el-Eş'âri (radıyallahü anh) hakkında, "Andolsun ki Ebu Musa'ya, Âl-i Dâvûd (Dâvûd ailesi)un kavallarından bir kaval (güzel ses ve nağme) verilmiştir" Buhari, Fezailûl-Kuran, 31; Müslim, Müsâfirin, 235-236 (1/546). buyururken, Âl-i Dâvûd tabirinden sadece Dâvûd aleyhisselâmı kastetmiş olmasıdır. Çünkü, Dâvud (aleyhisselâm)'un ailesi içinde, sesi onun kadar güzel olan başka bir kimse yoktur. 2) Kaffal (r.h) şöyle demiştir: "Bu bakiyye, Musa ve Âl-i Harun'a nisbet edilmiştir. Çünkü Tâbût'u Musa ve Harun (aleyhisselâm)'dan sonra nesilleri, Tâlût'un zamanına kadar elden ele nakletmişlerdi. Tâbût'un içinde Musa ve Harun (aleyhisselâm)'a tâbi olan âlimlerin birbirlerinden tevarüs ettikleri eşya bulunmakta idi. Buna göre âyette geçen, bu etbâdır. Cenâb-ı Allah, bu mânada, "Firavn hanedanım azabın en çetinine sokun" (Mümin, 46), yani, "Firavun'a tâbi olanları..." buyurmuştur. Cenâb-ı Allah'ın "Onu melekler taşır" buyruğu ile ilgili açıklama yukarıda geçmişti. Cenâb-ı Hakk'ın, "Elbette bunda sizin için kesin bir alâmet vardır, eğer iman ederseniz" buyruğunun mânası şudur: "Eğer siz mucizenin delil oluşu ile peygamberliğini iddia edenin doğruluğuna inanan kimselerden iseniz, bilin ki bu alâmet apaçık bir mucizedir..." Cenâb-ı Allah'ın, "Tâlût ordusuyla ayrılıp çıktığı zaman..." buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki bu âyetin öncesi ile irtibatı, sözün geri kalan kısmının kendisine delâlet ettiği bir mahzûfu takdir etmekte görülür. Bu takdir de şöyledir: "Onlar Tâbut alâmeti gelince, Tâlût'a boyun eğdiler.. Ve, Tâlût'un sancağı altında yola çıkmayı kabul ettiler. Tâlût onlarla beraber ülkenin sınırını geçip, memleketinden iyice ayrılınca..." Âyetteki, (......) kelimesinin mânası "kesip ayırmak" tır. Bir söz, hak ile bâtılı birbirinden ayırdığı zaman, bu söze denilir. Yine, et kemikten tamamen ayrıldı mânasına, "bir kimse ortağından ve hanımından tamamen ayrıldı" mânasında, denilir. Çocuğu sütten kestiği için, sütten kesmeye de, denilir. Bir yerden ayrılıp gitme mânasında da, denilir. Cenâb-ı Allah'ın, "Kervan ayrılınca..." (Yusuf, 94) ayetindeki, (......) kelimesi de bu mânadadır. Keşşaf sahibi, "Falanca yerden ayrıldı" sözünün esas mânası, "Kendini ayırdı" demektir. Bu, çok kullanılan bir tâbir olduğu için, Araplar buradaki ifâdesini hazfetmişler, ve fiil, fiili gibi, lâzım (geçişsiz) fiil hükmünde olmuştur" demiştir. (......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur. Yaratılmışların her sınıfı, kendi başına bir "ordu"dur. Çok sayıdaki çekirgeye, denir. Hazret-i Peygamber'in, "Ruhlar, bir araya getirilmiş ordulardır" Buhâri. Enbiya. 2, Müslim, Birr, 159-160 (4/2031). hadisi de bu mânadadır. Rivayet edildiğine göre Tâlût, kavmine şöyle demişti: "Ev yapmakta olan, fakat henüz yapısını bitirmemiş olan kimsenin, ticaretle meşgul tüccarın ve bir kadınla evlenmiş ama ona bir yuva kuramamış kimselerin benimle savaşa çıkması gerekmez.. Ben, işi olmayan, güçlü kuvvetli gençler istiyorum.." Bunun üzerine onun etrafında, seçtiklerinden seksenbin kişi toplandı. Allahü teâlâ'nın Tâlût'un Ordusunu İmtihan Etmesi Allahü Teâlâ'nın, "Şüphesiz, Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir" ayetiyle ilgili birkaç mesele vardır: Alimler bu sözü kimin söylediği hususunda ihtilâf etmiş ve çoğunluğu, "Bu sözü söyleyen Tâlût'tur" demiştir. Birinci Görüş: Bu görüş, en açık olan görüştür. Çünkü bu sözün, daha önce zikredilmiş olan bir şahsa isnâd edilmesi gerekir. Daha önce zikredilen de Tâlût'tur. Sonra bu sözün, Tâlût'un sözü olması muhtemeldir, fakat o, bu sözü zamanın peygamberinden almaktadır. Bu takdire göre Tâlût'un peygamber olması gerekmez. Yine, bunun Tâlût tarafından söylenmiş olması da muhtemeldir. Binaenaleyh, ona Rabbinden gelen bir vahyin bulunması gerekir. Bu da, hükümdarlığı yanında, O'nun peygamber olmasını gerektirir. İkinci Görüş: Buna göre, bu sözü söyleyen, ayetin başında zikredilen peygamberdir. Buna göre ayetin takdiri: "Tâlût ordusuyla ayrılınca, peygamberleri onlara, "Şüphesiz, Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir" dedi" şeklinde olur. O vakit peygamber, Eşmayil (aleyhisselâm) idi. Bu imtihanın hikmeti hususunda şu iki açıklama bulunmaktadır: 1) Kâdî şöyle demiştir: "İsrailoğulları için meşhur olan durum, apaçık ayetlere rağmen, onların peygamber ve hükümdarlarına muhalefet etmeleridir. İşte bunun üzerine Allahü Teâlâ, düşmanla karşılaşmadan önce harbe sabredecek kimseleri sabredemeyecek kimselerden ayırmak için bir mucize göstermek istedi. Çünkü düşmanla karşılaşmadan önce dönmenin olumsuz etkisi, düşmanla karşılaştıktan sonra geri dönmenin tesiri gibi değildir. Düşmanla karşılaşmadan önce bu imtihanın yapılması uygun olduğu için, Cenâb-ı Allah buyurmuştur. 2) Cenab-ı Allah, zorluklara, sabretmeye alışsınlar diye onları imtihan etmiştir. Bu nehir ile ilgili bazı görüşler vardır: 1) Katâde ve Rebî'nin görüşüne göre bu, Ürdün ile Filistin arasında bir nehirdir. 2) İbn Abbas ve Süddî'nin görüşüne göre bu, Filistin nehridir. Kâdî, "Bu iki görüş şöyle uzlaştırılabilir: "Bir beldeden çıkıp başka bir beldeye akan bir nehrin ikisinden herhangi birine nisbet edilmesi caizdir." 3) Keşşaf sahibinin rivayet ettiği görüşe göre, bu esnada hava çok sıcaktı. Onlar bir çöle çıktılar. Cenâb-ı Allah'dan kendilerine bir nehir akıtmasını istediler. Allah da "Şüphesiz Allah sizi istediğiniz o nehir ile imtihan edecektir" buyurmuştur. Cenâb-ı Allah'ın, tabiri, "Sizi, kulunu imtihan ettiği gibi, imtihan edecek" manasındadır. Nitekim O, "Gerçekten biz, insanı, imtihan edelim diye birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık" (İnsan, 2) buyurmuştur. İnsanlar arasındaki imtihan (deneme) ancak bir şeyin ortaya çıkması için olup, Allahü teâlâ'nın da ilmine göre tesbit yapmayıp insanları cezalandırmadığı, cezalandırmayı ancak insanlar arasında ortaya çıkan fiillere göre yaptığı ortaya çıkınca ve bu fiillerin ortaya çıkması da ancak Allah'ın onları mükellef tutmasıyla meydana geldiği için, Cenâb-ı Allah, teklifi (mükellef tutuşunu), "İbtila" (imtihan, deneme) diye adlandırmıştır. Bu manada, hem Su hem de fiilleri kullanılır. Şâir, "Andolsun ki hem seni sınadım, hem de halifemi imtihan ettim... Ve andolsun ki, teeddübün konusunda sana duyduğum hayranlık, sevgi sana yeter" demiş ve her iki fiili de kullanmıştır. Hem "he" harfinin sükûnu, hem de harekeli okunuşu ile kelime, ve (......) şeklinde okunmuştur. Civarında "huruf-u halktan" bir harf bulunan her üç harfli kelime, bu iki şekilde gelir. Meselâ, kelimeleri gibi. Sair şöyle demiştir: Hak teâlâ'nın "Kim ondan (kana kana) içerse, benden değildir. Ondan tadmayan ise, bendendir" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır. Hak teâlâ'nın, "Benden değildir" sözü bir zecr ve men etmek gibidir. Yani, "Benim dinim ve taâtime uyanlardan değildir" demektir. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, "Mü'min erkek ve mü'min kadınlar, birbirlerinin dostlarıdırlar İyiliği emrederler, kötülükten nehyederler" (Tevbe, 71) âyetidir. Sonra bu âyetten önce de Cenâb-ı Hak, "Münatık erkek ve münâtık kadınlar, birbirlerinin parçasıdırlar. Kötülüğü emrederler, iyilikten nehyederler" (Tevbe, 67) buyurmuştur. Yine bunun bir benzeri de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisidir:Küçüklerimize merhamet etmeyen ve büyüklerimize saygı duymayan kimse bizden değildir " Tirmizi, Birr, 15 (4/322). Yani, "Bizim dinimiz ve yolumuz üzere değildir" demektir. Allah en iyi bilendir. Dilciler, Hak teâlâ'nın, kavlinin mânasının, "Onu tadmadı" şeklinde olduğunu söylemişlerdir ki bu, (......) kökünden gelmektedir. Ta'am sözü, hem yiyecek hem de içecek şeyler hakkında kullanılır. Dilcilerin söylediği işte budur. Bana göre, bu lâfzın seçilmesi şu iki faydadan dolayıdır: a) İnsan çok susayıp, sonra da su içip ve bu suyu da hoş ve tatlı diye nitelendirmek istediğinde: "Bu su, bal gibi..." der ve onu hoş ve tatlı olarak vasıflandırır. Buna göre, âyetteki, sözünün manası, "Her ne kadar susuzluk bu suyun, insanın ağzında hoş ve güzel denebilecek dereceye ulaşmasına sebep olsa bile, insanın onu içmemesi ve ondan sakınması gerekir" şeklindedir. b) Suyu ağzına alıp, onu ağzında çalkalayan ve tekrar tüküren kimse için, "O, onu taddı" denir, fakat "O, suyu içti" denmez. Buna göre şayet Cenâb-ı Hak ayette, "kim ondan İçmez ise, o bendendir" buyurmuş olsaydı, bu yasak, içmeye hasredilmiş olurdu. Fakat, "Kim ondan tadmaz ise" tabirini kullandığı için, bu yasak, hem o nehirden içme, hem de onun suyu ile ağzı çalkalama hakkında olmuştur. Böyle bir mükellefiyetin çok güç olacağı ve su içmesi yasaklanmış kimsenin su ile ağzını çalkaladığında bir nevi rahatlık ve serinlik hissedeceği herkesin malumudur. Cenâb-ı Allah âyetin başında, "Kim ondan (kana kana) içerse, benden değildir" buyurmuş, daha sonra da, "Onu tatmayan ise bendendir" demiştir. Halbuki ayetin sonu başına uygun düşsün diye, "Kim ondan tatmaz ise bendendir" şeklinde harfi cerrinin kullanılması beklenirdi. Fakat Cenâb-ı Hak bunu kullanmamıştır. Âyetin esas şeklinin, şu incelikten dolayı tercih edildiği ileri sürülmüştür: Fakihler, bu nehirden içmeyeceğine dâir yemin eden kimsenin yemininin nasıl bozulacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ebu Hanife, o kimsenin nehirden ağzı ile su içmesi durumunda yemininin bozulacağını; bir testiyi o nehirden doldurup, suyu testiden içtiğinde ise yemininin bozulmayacağını; çünkü birşeyden içmenin, o şeyin bizzat kendisine ağzını dayayarak içme olduğunu; bu durumda nehirden içmenin, ancak o kişinin ağzını nehre dayayarak içmesi ile gerçekleşmiş olacağını söylemiştir. Diğer fıkıh imamları ise, o nehirden doldurulan testiden, o yemin eden kişi su içtiğinde yemininin bozulacağını; bu mecazî bir ifâde olsa bile, meşhur bir mecaz olduğunu söylemişlerdir. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Âyetteki, "Kim ondan içerse, benden değildir" ifâdesinn zahiri, bu yasağın o nehirden içmeye hasredildiğini gösterir. Hatta bir kimse onun suyunu bir testiyle alıp içtiğinde, o kimse bu yasağın muhtevasına girmiş olmaz. Bu ihtimal birinci lâfızda bulununca, Cenâb-ı Hak ikinci lâfızda bu kapalılığı ortadan kaldıracak bir ifâde kullanarak, "Ondan tatmayan ise bendendir" buyurmuş, tatmayı ve içmeyi nehir ile değil, su ile ilgili kılmıştır. Allahü Teâlâ'nın "Eliyle bir avuç içenler müstesna.." buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: İbn Kesir, Nâfi ve Ebu Amr kelimeyi, "gayn" harfinin fethası ile, seklinde okumuşlardır. Ya'kub ve Halef de böyle okumuşlardır. Âsim, İbn Âmir. Hamza ve Kisâî ise zamme ile, (......) şeklinde okumuşlardır. Dilciler bu iki kıraat arasındaki farkı şöyle izah etmişlerdir: (......) kelimesi, avuç içinde kalan az bir şey manasındadır. (......) kelimesi ise, bizzat avuçlama manasınadır. Bu da tek bir kere avuçlama demektir. Bunun bir benzeri de (......) ve (......) kelimeleridir. "falanca gündüzleri bir öğün yemek yer" "yani onların yanında bir lokma gibi az birşey yedim" denilir. Yine etten koparılmış küçük bir parça için, (......) ve "etten bir parça kopardım" manasında, (......) denilir. Bunların bir benzeri de, (......) kelimeleridir. (......) adım manasınadır (......) ise, bir adım atma manasınadır. Müberred, ğarfe kelimesinin, insanın avucunda olan az veya çok şey için; ğurfe kelimesinin ise, avucun veva suya batırılan şeyin ismi olarak kullanıldığını söylemiştir. Âyetteki, sözü, ifâdesinden yapılan bir İstisnadır. Bu cümle, mânâ bakımından, cümlesine bağlıdır. Fakat, cümlesi, kendisine verilen önemden dolayı, istisnadan önce zikredilmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bu bir avuç sudan onların herbirinin hem kendisi, hem hayvanı, hem de hizmetçisi içmiş, kalanını da yedeklerine almışlardır" demiştir. Ben de diyorum ki, onun bu sözü şu iki mânâya muhtemeldir: 1) Onlardan herbiri bu sudan, bir defada ve bir avuç ile olmak üzere alabildikleri kadar almaya izinli idiler. Bu şekilde bir kerede alınan su hem o kimseye, hem hayvanına, hem de hizmetçisine ve hem de bir miktar beraberinde götürmeye yetiyordu. 2) Onlardan herbirinin aldığı su az miktarda idi. Fakat Cenâb-ı Hak o azıcık sulara bir bereket verdi de o su hepsine yetti. İşte bu, peygamberleri için bir mucize idi. Nitekim Allahü Teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında da bu pek çok kimseyi az bir su ile suya kandırmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken (ırmağa vardılar), İçlerinden çok azı müstesna, o ırmaktan kana kana içtiler" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: Ubeyy (radıyallahü anh) ve A'meş (......) kelimesini, (......) şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bu kıraatin sebebi, onların lâfza aldırmayıp, manaya önem vermelerinden dolayıdır. Çünkü ayetteki sözü, "ona itaat etmediler" manasındadır. Şüphesiz ayetin lâfzı, bu manaya hamledil mistir. Buna göre sanki, "Onlardan pek azı müstesna, onlar Tâlût'a itaat etmediler" denilmiştir. Biz bu imtihandan maksadın, sadık olanı zındık olandan ve hakka boyun eğeni eğmeyenden ayırmak olduğunu söylemiştik. Binaenaleyh Allahü teâlâ, bu savaşa ehil olan kimselerin, bu nehirden içmeyen kimseler olduğunu, ondan içenlerin, bu savaşa katılmaya izinli olmadıklarını ve bu kimselerin kalblerin-de savaşa karşı aşırt bir nefret doğacağını zikredince, onlar nehirden içmeye yöneldiler ve böylece hakka boyun eğen, eğmeyenden; sözünün eri olan, olmayandan ayrılmış oldu. Rivayete göre Tâlût'un ordusu, son derece susuzluk çektikten sonra nehre hücum edince, içlerinden çoğu kendisini nehre atıp çatlayıncaya kadar ondan içtiler. Az bir kısmı ise, Allah'ın bu emrine boyun eğerek, sadece birer avuç su içtiler. Nehirden kana kana içerek Allah'ın emrini çiğneyen kimselerin dudakları morarmış, devamlı susamışlar, bir türlü suya kanamamışlar, nehrin kıyısından ayrılamamışlar ve düşman gelince de korkup yığılıp kalmışlardır. Allah'ın emrini tutanların kalbleri ise güçlenmiş, imanları şahlanmış ve nehri sapasağlam geçmişlerdir. Nehrin suyundan içmeyen bu azınlığın sayısının, dörtbin kadar olduğu söylenmiştir. Meşhur olan ve Hasan el-Basri'ye âit olan görüşe göre ise, bunların sayısı Bedir'deki müslümanların sayısı kadar, üçyüzon küsur idi. Bunun delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Bedir Günü'nde ashabına, "Siz bugün, nehri geçtikleri esnadaki Tâlût'un ashabının sayısı kadarsınız. Onunla beraber (nehri) ancak mü'min olanlar geçmişti" demiş olmasıdır. Berâ b. Âzib (radıyallahü anh), "O gün biz, üçyüzonüç kişi idik" demiştir. Allahü Teâlâ'nın, "Nihayet Tâlût ve beraberindeki mü'minler ırmağı geçtikleri zaman, "Bugün bizim Câlût ve ordusuna karşı duracak gücümüz yok" dediler" ayetiyle ilgili iki mesele vardır: Allah'ın emrine isyan edip nehrin suyundan içenle- rin, düşmanla karşılaşmadan memleketlerine geri döndükleri, nehrin suyundan içme hususunda Allah'ın emrine uyanların ise düşmanla karşılaştıkları hususunda, bütün müfessirler ittifak halindedir. Müfessirler, beldelerine dönen kimselerin, nehri geçmeden önce mi, yoksa nehri geçtikten sonra mı dönmüş oldukları husudunda ihtilâf etmişlerdir. Bununla ilgili olarak şu iki görüş vardır: Birinci Görüş: Tâlût ile birlikte nehri, sadece ona itaat eden kimseler geçmişlerdir. Bu görüşte olanların delilleri şunlardır: 1) Allahü teâlâ, "Nihayet Tâlût ve beraberindeki mü'minler ırmağı geçtikleri zaman..." buyurmuştur. Âyetteki, "beraberindeki mü'minler" den murad, bu emirde Tâlût'a itaat eden kimselerdir. Allahü teâlâ, önce bütün orduyu zikredip, daha sonra da nehri geçenlerin, kendisine itaat edenler olduğunu özellikle belirtince, biz, nehri sadece itaat edenlerin geçmiş olduğunu anlamış oluruz. 2) Allahü teâlâ'nın Tâlût'un sözü olarak naklettiği, ifâdesi "Benim yol arkadaşım değildir" manasındadır. Bu ifâde insanın tıpkı bir başkasına, "Bu işte sen bizden değilsin" demesi gibidir. Buna göre, sözünün manası, "Onlar memleketlerine geri dönme sebebi olsun diye su içmişlerdir" şeklindedir. Bu da, onların dinlerinin ve kalblerinin bozulmasından dolayı olmuştur. 3) Bu imtihandan maksad, itaat eden kimsenin, isyankâr ve inatçı kimselerden ayrılıp belli olmasıdır. Böylece Tâlût onları düşmanla karşılaştıklarında irtidad etmeden önce, kendisinden uzaklaştırmış ve geri çevirmiştir. Bu imtihandan maksad, işte böyle bir gaye olunca, ortaya çıkan durum Tâlût'un onları, işte o esnada kendisinden uzaklaştırıp, nehri geçmelerine izin vermemesi olur. İkinci Görüş: Tâlut, bütün ordusuyla yola girmiş, onların hepsi de nehri geçmişlerdir. Bu görüşte olanlar, bu görüşlerini isbât hususunda, Hak teâlâ'nın, Tâlût'un kavminden naklen söylediği, "Bugün bizim Câlût ve ordusuna karşı duracak gücümüz yok" dediler" âyetine dayanmışlardır. Bu sözün, Rabbinin emrine inkıyâd etmiş olan bir mü'mine yakışmadığı, aksine ancak münafık ve fâsık olandan sudur edebileceği herkesin malumudur.. Bu delil zayıftır. Bunun zayıf oluş sebepleri şunlardır: a) Tâlût'un, nehri geçmeye azmedip, pekçok kimse de ondan ayrılınca, kendisinden ayrılan kimselerin, "Ayrılma mazeretimiz bugün bizim Câlût ve ordusuna karşı duracak gücümüzün olmamasıdır. O halele bu geri kalma hususunda biz mazuruz" demiş olmaları muhtemeldir. Bu konuda en son olarak şu söylenebilir: Hak teâlâ'nın, buyruğundaki, "Bugün bizim Câlût'a karşı duracak gücümüz, yok., "şeklindeki sözlerinin, nehri geçtikten sonra söylenmiş olmasını gerektirir. Ne var ki biz, şöyle denilmiş olmasının da muhtemel olacağını söylüyoruz: Tâlût ve mü'minler nehri geçip, kavmin geride kalıp nehri geçmediklerini görünce, Tâlût onlara bunun sebebini sormuş, onlar da bu sözü söylemişlerdir. Nehir, karşılıklı konuşmaya mâni olacak büyüklükte de değildi.. Yine "geçme" sözüyle kastedilenin, "geçmenin meydana gelmesinin yakın olması" şeklinde olması da muhtemeldir. Bu takdire göre de böyle bir müşkil kendiliğinden ortadan kalkar. b) Şöyle denilmesi de muhtemeldir: Nehri geçen mü'minler iki gruptur. Onların bir kısmı hayatı seviyor, ölümü istemiyor, çoğu kez korku ve tedirginlik içinde bulunuyorlardı. Bazılarıysa, Allahü Teâlâ'ya itaat hususunda ölüme aldırmayan, kalbleri güçlü, cesaretli kimselerdi. Buna göre, birinci kısmı teşkil edenler "Bugün duracak gücümüz yok" diyen kimseler; i-kinci kısmı teşkil edenler ise, "Nice az bir topluluk, daha kalabalık bir topluluğu yenmiştir!" diyerek icabet eden kimselerdir. c) Şöyle de denilebilir: Birinci kısım mü'minler, ordularının azlığını gördüklerinde, "Bugün, Câlût'a karşı duracak gücümüz yok. Onun için bizim, savaşa karşı kendimizi hazırlamamız gerekir. Çünkü Allah'ın emrinden kaçılamaz" demişlerdir. İkinci kısım mü'minler ise, "Bizim, kendimizi savaşa hazırlamamız gerekmez.. Aksine biz Allah'tan fetih ve zafer bekliyoruz" demişlerdir. Birincilerin maksadı, şehidlik hususunda insanları teşvik edip, böylece cennete ulaşmak; ikincilerin maksadı ise feth ve zafer arzusu konusunda insanları teşviktir. Bu izaha göre, bu iki sözden herhangi biri diğerine ters düşmez. Kelimesi yerine kullanılmış bir masdardır. Meselâ "Bir şeye iyice güç yetirdim" denilir. Kelimeleri de böyledir. (......) kelimesi, masdarından bir isimdir. fiilinin ismi, fiilinin ismi, kelimeleridir. Bir darb-ı meselde de yanlış duyar, yanlış tatbik eder. (Yani duyduğunu iyi anlamaz ve yanlış uygular) denir. Cenâb-ı Allah'ın, "Muhakkak (birgün) Allah'a kavuşacaklarım zannedenler şöyle dediler..." âyeti ile ilgili olarak şu soru sorulur: Niçin Cenâb-ı Hak kesin inandıklarını değil de zannettiklerini söylemiştir? Cevap: Bunun bazı sebebleri vardır: a) Katâde'nin görüşüne göre, Allah'a kavuşmaktan murad, ölümdür. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kim Allah'a kavuşmayı isterse, Allah da ona kavuşmayı İster. Kim de Allah'a kavuşmayı istemez ise, Allah da ona kavuşmayı istemez' Buhâri, Rikâk, 41: Müslim, Zikir. 14, 16, 18 (4/2065-2067). buyurmuştur. Bu mü'minler kendilerini savaşa hazırlayıp, ölümden kurtuluş olmadığını iyice anlayınca, onları tavsif etmek için, "Onlar Allah'a kavuşacaklarını zannediyorlar.." denilmiştir. b)"Allah'a kavuşacaklarım zannedenler..." ifâdesi, " Onlar, bu taatları sebebi ile Allah'ın mükafaatı ile karşılaşacaklarını sanıyorlar" manasındadır. Bu böyledir, çünkü hiç kimse işinin neticesini kesin bilemez. Binaenaleyh taat hususunda çok ileri gitmiş olsa bile, taatının neticesinin ne olacağını -ona haber veren birisinin bulunması durumu hariç- kesin şekilde bilemez; yapacağı en fazla iş zan ve ümit beslemeden ileri geçemez. Bu Ebu Müslim'in görüşüdür ve güzel bir görüştür. c) Bu ifâdenin manası, "Allah'a itaate kavuşacaklarını zannedenler şöyle dediler..." şeklindedir. Bu böyledir. Çünkü insanın yaptığı amellerinin taat olduğuna kesinkes hükmetmesi mümkün değildir. Çünkü çoğu kez bu amellere riya ve gösteriş arız olup, hâlis bir niyetle yapılmamış olur. Bu durumda da onlar birer taat olmaz. Bu hususta mümkün olan, Allah'ın o amelleri taat ve ihlâs vasıflarıyla meydana getirmesini ummak, zannetmektir. d) Biz, , âyetinin tefsirinde, bazı müfessirlere göre, "sekine" den muradın, Cenâb-ı Hakk'ın yardım ve zaferinin Tâlût ve ordusuna geleceğini gösteren ve geçmiş peygamberlere indirilmiş olan semavî kitapların o sanduka içinde bulunması olduğunu söylemiştik. Fakat o kitaplarda, ilahî yardım ve muzafferiyetin ilk defada mı, yoksa daha sonra mı olacağını gösteren herhangi bir işaret yoktu. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası, "Allah'ın muzafferiyet va'adine kavuşacaklarını zannedenler" şeklindedir. Allahü teâlâ, bunun yakînî bir şey olduğunu değil, zanni bir şey olduğunu beyan etmiştir. Çünkü o yardımın bulunacağı bir nebze kesin olsa bile, o yardımın ilk defada olacağına, ancak hüsn-ü zann beslenir. e) Müfessirlerden çoğu, bu ifâdeden maksadın, "Onlar biliyor ve kesin inanıyorlardı..." mânâst olduğu kanaatindedirler. Çünkü "zann" kelimesi, zann ile kesin inanç arasında itikadı te'kid hususunda bir benzerlik bulunduğu için, mecazî olarak "yakîn" (kesin iman) yerinde kullanılmıştır. Allahü Teâlâ'nın, 'Nice az bir topluluk, daha kalabalık bir topluluğu Allah'ın izniyle yenmiştir" buyruğu ile ilgili bazı meseleler vardır: Bu ifâdeden maksad, "Bugün bizim Câlut ve ordusuna karşı duracak gücümüz yok" diyen kimselerin kalblerine güç vermektir. Buna göre âyetin mânâsı, "Sayı çokluğunun önemi yok. Önemli olan ilâhî destek ve yardımdır. Allah'ın yardımı geldiği zaman, sayıca az olmanın ve madden güçsüz olmanın bir önemi yoktur. Fakat belâ geldiği zaman, sayının ve hazırlığın çok olmasının da bir faydası yok" şeklindedir. Âyetteki, (......) kelimesi, cemaat, topluluk manasındadır. Çünkü insanlardan bazısı bazısına dönüp gelir ve böylece bir topluluk meydana getirirler. Zeccâc bu kelimenin aslının, Arapların, veya, "Onun başını kılıçla kestim" sözünden alındığını söylemiştir. Buna göre, insanların bir kısmı manasınadır. Çünkü bir kısım insanlar, bütün insanların bir parçası gibidir. Ferrâ şöyle demiştir: "Buradaki, harf-i cerri amel ettirilmez ise, (......) kelimesini hem merfu, hem mansub ve hem de mecrur okumak caizdir. Mansub okunması, (......) kelimesinin "sayı" manasında kullanılmasından dolayıdır. Buna göre, misalinde olduğu gibi, den sonra gelen kelime temyiz olarak mansub olur. Mecrur okunması ise başındaki, 'ja harfini amel ettirmeden dolayıdır. Merfu okunması da, başına bir fiil takdir etmeye göre olur. Buna göre sanki, "Nice topluluklar galib gelmişlerdir" denilmektedir. Allahü Teâlâ'nın, "Allah sabredenlerle beraberdir" buyruğundan murad, ilâhi yârdım ve muzafferiyetin sabredenlerle beraber olması demek oluşunda bir şüphe yoktur. Sonra bu sözün, "Nice az bir topluluk, daha kalabalık bir topluluğu Allah'ın izniyle yenmiştir" diyen kimselere ait bir söz olması muhtemel olduğu gibi, bu birinci ihtimal daha açık olsa da, Cenâb-ı Allah'ın sözü olması da muhtemeldir. |
﴾ 249 ﴿