251"Derken Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Davûd da Câlût'u öldürdü. Allah da O (Davud'a) saltanat ve hikmet verdi ve ona dilediği şeylerden öğretti. Eğer Allah insanların bir kısmının (fesadını), bir kısmıyla önlemeseydl dünya mutlaka fesada uğrardı. Fakat Allah, âlemlere karşı büyük fazl-u kerem sahibidir" . Bu âyetin, önceki âyetlerle birlikte manası şudur: "Allahü teâlâ, onların dualarını kabul edip, onlara sabr-u sebat verdi. Müslümanlara, Câlût ve ordusu gibi kâfir milletlere karşı yardım edip, fazlı ve rahmeti ile "Nice az bir topluluk daha çok bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiştir" diyen kimselerin zannmı gerçekleştirmiş ve onlar Allah'ın izniyle kâfirleri hezimete uğratmışlardır." Ayette geçen, fiilinin Arapçadaki asıl manası "kırmak"tır "Kuruyup çatladığında", su kabı için denilir. Yine aynı manada olmak üzere, (Kemik veya kamış kuruyup çatladı) denilir. Dağdaki veya kayalardaki çukurlara da, denilir. Süfyan İbn Uyeyne, zemzem kuyusu hakkında, "O, ayağı ile yeri kırıp, böylece de su çıktı" manasında, "Bu, Cibril'in açtığı bir çukurdur" derdi. Yine sanki içinde çatlama, kırılma olan bir ses olduğu için gök gürültüsü hakkında, "Gök gürültüsünün çatırtısını duydum" denilir. Bulut için de, yağmurla bölünüp çatladığı için de, denilir. Yine hayvanın memesinin çatlamasına, denilir. Sonra Allahü Teâlâ o hezimetin Allah'ın izni, yardımı, muvaffakiyeti ve kolay kılmasıyla olduğunu; Allah'ın tevfiki ve inayeti olmasaydı, bunun kesinlikle olmayacağını haber vermiştir. Daha sonra da "Dâvud da Câlût'u öldürdü" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Dâvud (aleyhisselâm) çoban idi. Yedi kardeşi de, Tâlût'un ordusuna katılmıştı. "îş" adındaki kardeşinden babası haber alamayınca, oğulları hakkında kendisine haber getirsin diye oğlu Davud'u onların yanına yolladı.. Kardeşleri, Câlut'un ordusu karşısında saf tutmuşlarken, o onların yanına geldi. Âd Kavmi'nden olan zorba Câlût, vuruşmak için ileri çıkınca, Tâlût'un ordusundan hiç kimse onun karşısına çıkamadı... Bunun üzerine Câlût şöyle seslendi: "Ey İsrailoğulları, eğer siz bir hak ve hakikat üzere olsaydınız, muhakkak ki içinizden birisi, benimle döğüşmek için meydana çıkardı..." Bunun üzerine Dâvud kardeşlerine: "Aranızda şu sünnetsizle dövüşecek bir kimse yok mu?" dedi. Bu soruya karşılık onlar sustular, bir şey diyemediler. Derken Dâvûd (aleyhisselâm), kardeşlerinin yer almadığı saffın yan tarafına doğru gitti. O sırada, askerlerini savaşa teşvik eden Tâlût ile karşılaştı. Tâlût'a, "Bu sünnetsizi öldürecek kimseye ne mükâfaat verirsiniz?" dediğinde, Tâlût (aleyhisselâm), "Ona kızımı ve malımın mülkünün yarısını veririm" dedi.. Bunun üzerine Dâvûd (aleyhisselâm): "Ben onunla dövüşmeye çıkacağım" dedi. Dâvûd (aleyhisselâm), sürüsüne saldıran kurtları ve aslanları, sapanıyla öldürürdü.. Tâlût (aleyhisselâm) da, onun gücünü, kuvvetini ve cesaretini bilfyordu.. Dâvûd (aleyhisselâm) Câlût ile dövüşe çıktığında, üç taşa rastladı.. Bu taşlar ona lisan-i hâl ile: "Ey Dâvûd bizi de yanında götür; çünkü Câlut'un ölümü bizim elimizdendir" dediler. Sonra Dâvûd (aleyhisselâm) Câlût ile mübarezeye çıkınca, o taşlardan birisini sapanıyla Câlût'a fırlattı.. Taş, Câlut'un göğsüne isabet ederek, onu delip geçti. Bu mübarezeden sonra Dâvûd, daha pekçok kimseyi öldürdü... İşte bunun üzerine Allahü Teâlâ, Câlut'un ordusunu bozguna uğrattı ve Dâvûd (aleyhisselâm) da Câlût'u öldürdü. Bundan dolayı Tâlût, Davud'a haset ederek, onu memleketinden sürüp çıkardı... Vaadinde de durmadı.. Daha sonra pişman oldu ve öldürülünceye kadar Dâvûd (aleyhisselâm)'u aradı.. Daha sonra Dâvûd (aleyhisselâm) hükümdar oldu; ayrıca ona peygamberlik verdi.. İsrailoğulları içinde, Dâvûd (aleyhisselâm)'dan başka hiç kimse hem hükümdar, hem de peygamber olmamıştı... Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar ve Dâvûd da Câlut'u öldürdü" buyruğu her ne kadar Câlût, Dâvud (aleyhisselâm) tarafından öldürülmüş ise de, Câlût'un ordusunun Tâlût tarafından hezimete uğratıldığını gösterir. Âyetin zahirinde, Câlût'un ordusunun hezimete uğramasının Câlût'un öldürülmesinden önce veya sonra olduğuna dair herhangi bir delâlet yoktur. Çünkü vâv harfi, tertip ifâde etmez. Cenâb-ı Allah'ın Hazret-i Davud'a Nübüvvet ve Hükümdarlık Vermesi Hak teâlâ'nın, "Ve, Allah o (Davud'a), saltanat ve hikmeti verdi" sözü hakkında birkaç mesele vardır: Bazı âlimler, Allah'ın Dâvûd (aleyhisselâm)'a mülkü ve peygamberliği, âlim olması ve peygamberliği yüklenmeye ehliyetli olması yanında, üstün itaatinden ve Cenâb-ı Hakk'ın yolunda canını ortaya koymasına bir mükâfaat olarak verdiğini söylemişlerdir. Nübüvvetin, itaatine bir mükâfaat olarak verilmiş olması imkânsız değildir. Nitekim Cenab-ı Hak, "Andolsûn ki biz onları bilerek, bütün âlemlere üstün kıldık.. Ve onlara, içinde apaçık İmtihanlar bulunan şeyler verdik..." (Duhan, 32-33) buyurmuştur. Ve yine Cenâb-ı Hak, "Allah, risâletini göndereceği yeri en iyi bilendir" (En'am, 124) buyurmuştur. Bu âyetin zahiri de buna delâlet eder. Çünkü Allahü Teâlâ, Dâvûd (aleyhisselâm)'un Câlût'u öldürdüğünü naklettiğinde, bunun peşinden, "Allah o (Davud'a) saltanat ve hikmeti verdi" buyurmuştur. Hükümdar, zor hizmetleri îfa eden hizmetkârlarından bazılarına in'âm ve ihsanda bulunduğu zaman, çoğu kez bu in'âm ve ihsanın o hizmetlere mukabil verilmiş olduğu düşüncesi galip gelir...Çoğu âlimler ise, peygamberliğin yapılan tâatlara bir mükâfaat olarak verilmesinin caiz olmadığını, aksine bunun sırf bir lütuf ve ihsan olduğunu, Hak teâlâ'nın da Allah hem meleklerden, hem de insanlardan peygamberler seçer" (Hacc, 75) buyurduğunu söylemişlerdir. Bazı âlimler de, âyetin zahirinin, "Dâvud (aleyhisselâm) Câlût'u öldürdüğünde Allah'ın ona mülk ve nübüvvet verdiğine delâlet ettiğini" söylemişlerdir. Çünkü Allah'tı Teâlâ, Dâvûd (aleyhisselâm)'u Câlût'un öldürdüğünü belirtmesinin peşinden, ona mülk ve nübüvvet vermiş olduğunu söylemiştir. Hükmün, (o hükme) münasip bir vasfa dayandırılması, o vasfın, o hükmün illeti olduğunu ihsas ettirir. Bu ilgiyi şöyle açıklayabiliriz: Dâvud (aleyhisselâm) bu büyük düşmanını sapan ve taş ile öldürünce, bu bir mucize olmuştur. Hele hele taşlar Dâvûd (aleyhisselâm) ile birlikte olup, "Bizi de yanına al, çünkü sen Câlût'u bizim vasıtamızla öldüreceksin!.." derlerse... Binaenaleyh mucizenin zuhuru, Dâvud (aleyhisselâm)'un nübüvvetine delâlet eder. Onun kral olması meselesine gelince; İsrailoğulları Davud'un bu ufacık şeyle bu heybetli düşmanını öldürdüğünü müşahede ettiklerinde, muhakkak ki onların gönülleri Dâvûd (aleyhisselâm)'a meyletmiştir. Ki bu da, açıkça hükümdarlığın onun olmasını iktiza eder. Ekseri âlimler ise şöyle demişlerdir: Dahhâk'ın söylediğine göre Dâvûd (aleyhisselâm)'a krallığın ve nübüvvetin verilmesi, o andan yedi sene sonra olmuştur. Bu görüşte olanlar sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: Bu hususta yapılan rivayetler bu istikâmette vârid olmuşlardır. Çünkü Allahü Teâlâ hükümdarlığa Tâlût'u tayin edince, onu, hayatta iken hükümdarlıktan azletmesi uzak bir ihtimaldir. İsrailoğullarının durumu hakkında söylenebilecek olan şey, o zamanın peygamberinin Eşmayil; hükümdarının ise Tâlût olduğudur. Eşmayil (aleyhisselâm) vefat edince, Allahü Teâlâ nübüvveti; Tâlût da ölünce hükümdarlığı Davud'a verdi.. Böylece hem hükümdarlık, hem de peygamberlik Dâvûd (aleyhisselâm)'da birleşti.. "Hikmet", işleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak, yerli yerine koymaktır. Bu mânânın kemâli ve zirvesi ise, ancak nübüvvet ile gerçekleşir. Binaenaleyh buradaki "hikmet"ten maksadın nübüvvet olduğu uzak bir ihtimal değildir. Nitekim Hak teâlâ, "Yoksa onlar, Allah'a Teâla'nın onlara vermiş olduğu lûtfa hased mi ediyorlar? Biz muhakkak ki İbrahim henedânma da kitap ve hikmet vermiştik.. Ve onlara, (ayrıca), büyük bir saltanat da bahsetmiştik" (Nisa, 54) ve Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, peygamber olarak göndermesi hakkında da, onlara. Kitabı ve hikmeti öğretir" (Âl-i İmran, 164) buyurmuştur. Buna göre eğer, "Ayetteki hikmetten maksat nübüvvet olduğuna, hükümdarlık da nübüvvetten daha aşağı bir derece olduğuna göre, o halde niçin hükümdarlığı nübüvvetten önce zikretmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Allahü Teâlâ, bu âyette Dâvûd (aleyhisselâm)'un bu yüksek mertebeye nasıl yükseldiğini beyan buyurmuştur. Bir kimse terakkinin nasıl olduğu hususunda konuştuğu zaman, daha sonra zikredilen şeyler, mertebe bakımından daha büyük ve yüce olur. Allahü Teâlâ'nın, "Ve ona dilediği şeylerden öğretti" buyruğu hakkında bazı görüşler bulunmaktadır: a) Bundan murad, Cenâb-ı Hakk'ın "Biz ona sizin için; sizin muharebenizin şiddetinden sizi korumak için giyecek (zırh) san'atını öğrettik" (Enbiyâ, 80) âyetinde bildirdiği husustur.Ve yine Cenâb-ı Hak, "Ona demiri yumuşattık. "Uzun zırhlar yap, dokumada intizam gözet" diye..." (Sebe, 10-11) buyurmuştur. b) Bu ifâdeden muradın, kuşlar ve karıncalarla konuşmasıdır.. Nitekim Hak teâlâ, Dâvûd (aleyhisselâm)'dan naklederek, "Bize kuşların dili öğretildi" (Neml, 16) buyurmuştur. c) Bundan muradın, dünyevî işler ve hükümdarlıkla alâkalı hususları öğretmiş olmasıdır.. Çünkü Dâvûd (aleyhisselâm), krallığı atalarından tevarüs etmemiştir. Çünkü Dâvûd (aleyhisselâm)'un ataları kral değillerdi.. d) Bundan maksat, dinî ilimlerdir. Nitekim Hak teâlâ, "Ve Davud'a da Zebur'u vermiştik"(Nisa, 163) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü Dâvûd (aleyhisselâm) insanlar arasında hükmediyordu... Bu sebeple, Allahü Teâlâ'nın O'na mutlaka, hükmetme ve yargılamanın nasıl olacağını öğretmiş olması gerekir. e) Bundan murad, Dâvûd (aleyhisselâm)'a öğretilen güzel şarkılardır., (mezamirdir). Bu ifâdeyi bütün bu mânalara hamletmek de mümkündür. Buna göre şayet, "Allahü Teâlâ, Dâvûd (aleyhisselâm)'a hikmeti verdiğinden bahsedip, hikmetten maksad da nübüvvet olunca, ilim de bu nübüvvet mefhûmunun içine girmiş olur. O halde daha niye bu ifâdeden sonra "Ve, ona dilediği şeylerden öğretti" buyurmuştur?" denilirse biz deriz ki: Bundan maksat şu hususa dikkat çekmektir: Kul, ister nebî olsun, isterse olmasın, hiçbir zaman kesinlikle öğrenmekten müstağni olamaz.. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "De ki: Rabbim, benim ilmimi arttır" (Taha, 114) demesini emretmiştir. Allah İnsanların Bazısının Şerrini Bazısı Vasıtasıyla Önler Allahü Teâlâ'nın, "Eğer Allah insanların bir kısmının (fesadım), bir kısmıyla önlemeseydi, dünya mutlaka fesada uğrardı" buyruğuna gelince: Bil ki Allahü Teâlâ, Câlût ve ordusu sebebiyle meydana gelen fesadın, Talût ile ordusu, ve Dâvûd (aleyhisselâm)'un da Câlût'u öldürmesi sebebiyle ortadan kalktığını beyan edince, bunun peşinden bu konudaki her türlü açıklamayı ihtiva eden bir cümleyi getirmiştir. Bu da Allahü Teâlâ'nın, yeryüzü tamamiyle fesada bulaşmasın diye, insanların bir kısmını diğer kısmının etiyle men etmesi kaidesidir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah insanların bir kısmının (fesadını), bir kısmıyla önlemeseydi, dünya mutlaka fesada uğrardı" buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır: İbn Kesir ve Ebu Amr, elifsiz olarak, (......) şeklinde; Hacc sûresinde de (Hacc, 40) yine (......) şeklinde okumuşlardır. Bu iki imâm, Hacc 38. âyeti de elifsiz olarak, "Şüphesiz Allah, iman edenlerden savaşturacaktır..." (Hacc, 38) şeklinde okumuşlardır.Âsim, Hamza, Kisaî ve İbn Âmir el-Yahsubî, elifsiz olarak, (......) terkibinde, İbn Kesir ile Ebu Amr'a uymuşlar; Hacc 38. âyeti de elifli olmak üzere, (......) şeklinde okumuşlardır. Nâfii ise bu kelimeleri elifli olmak üzere, (......) şeklinde okumuştur. Bu rivayetleri iyice öğrendiğinde biz deriz ki, bu kelimeleri, (......) şeklinde okuyanlara göre mâna açıktır. Ama, (......) ve (......) şeklinde okuyanlara gelince, bu kıraate göre ortaya çıkan müşkil şudur: "Müdâfaa" kelimesi, "müfâale" veznindedir. "Müfâale" vezni de burada Karşılıkı olarak kendilerini savunun herkesin, rakibine mani olması ve onu savuşturmak istemesi" mânasını ifade eder. Allah hakkında, kuldan böyle bir şeyin olması imkânsızdır (Kul, Allah'a rakip olamaz)... Bu müşkile şu şekilde cevap verilir: Dilcilerin, lâfzı hakkında iki görüşü bulunmaktadır: a) Bu kelime, fiilinin masdarıdır. Sen, (......) dediğin gibi, aynı şekilde, (......)de dersin. Bu görüşün sahipleri, sözlerini şu şekilde sürdürmüşlerdir: (......) kalıbı, çoğu kez sülâsî mücerred bablarında, ve, bablarının masdarı olarak gelir. Meselâ (......) dersin. Bu izaha göre Hak teâlâ'nın bu ayetinin, (......) şeklinde okunması halindeki manası, (......) okunması halindeki mânasının aynısı olur. b) Bunun, fiilinin masdarı olduğunu kabul edenlerin görüşü.. Buna göre mâna, "Allahü Teâlâ, zâlimlerin ve isyankarların mü'minlere yapacakları zulmü, peygamberlerinin, elçilerinin ve din büyüklerinin eliyle giderir, önler.." şeklinde olur. Allahü Teâlâ'nın bu tür savuşturması, hakka sarılan kimselerle bâtılı savunan kimseler arasında, sürekli mücadele ve devamlı bir karşı koyma şeklinde daima süregelmiştir. Binaenaleyh bu hadiseyi, "müdafaa" lâfzını kullanarak haber vermek yerinde olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah ve Resûlüyle muharebe ederler" (Maide, 33) ve, "Allah'a muhalefet ettiler" (Haşr, 4) âyetlerinde de böyledir. Yine Cenâb-ı Hak, "Allah onları helak etsin" (Tevbe, 30) vb. buyurmuştur. Allah en iyisini bilendir. Bil ki Allahü Teâlâ, bu âyette hem def edileni, hem de kendileri vasıtasıyla def etme işinin tahakkuk ettiği kimseleri zikretmiştir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, def edilenlere; (......) kelimesi, kendileri vasıtasıyla def etme işinin tahakkuk etmiş olduğu kimselere işarettir. Kendisinden def edilen şey, âyette zikredilmemiştir. Bunun, din hususundaki serler veya dünya hususundaki serler veyahut da hem dinî hem de dünyevî serler olması muhtemeldir. Din hususundaki serlerin söz konusu olduğu birinci kısma gelince, buna göre bu serlerin neticesi ya küfre götürür, ya fıska veya her ikisine birden. Biz, bu üç ihtimal üzerinde duralım: Birinci ihtimal: Âyetin manası "Allah eğer insanların bazısını bazısı ile küfürden alı koymamış olsaydı...şeklinde olur.Bu manaya göre def eden ve alıkoyan kimseler peygamberler ve hidayet önderleridir. Bunlar, delilleri, burhanları ve apaçık hüccetleri ortaya koymak suretiyle, insanları küfre düşmekten alıkorlar. Nitekim Hak teâlâ, "Bu, insanları karanlıklardan nura çıkarman için sana inzal ettiğimiz bir kitaptır" (ibrahim, 1)buyurmuştur. İkinci İhtimal: Muradın, "Allah.eğer insanların bazıları vasıtasıyla bazılarını günahlardan ve kötü fiillerden alıkoymamış olsaydı..." şeklinde olmasıdır. Bu takdire göre alıkoyanlar, emr-i bil-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker yapanlardır. Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:"Sizler, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Marufu emreder, münker olandan da nehyedersiniz.." (Al-i imran, 110). Buna Allah'ın sınırlarını belirlemek ve İslâm'ın alâmetlerini ortaya koymak üzere Cenâb-ı Hak tarafından gönderilmiş imamlar ve önderler de dahildir. Bunun başka bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "En güzel olanla kötülüğü savuştur..."(Mü'minun, 96) ve Kötülüğü, güzellikle savuştururlar..." (Rad, 22) âyetleridir. Üçüncü ihtimal: Muradın, "Allah eğer, insanların bazıları vasıtasıyla bazılarını dünyada karışıklıklar çıkarmak, fitneleri tahrik ve teşvik etmekten alıkoymasıdır..." şeklinde olmasıdır. Bil ki, bu takdirde alıkoyanlar, peygamberler (aleyhisselâm), sonra da onların şeriatlarını müdafaa eden önderler ve hükümdarlardır. Bunu tam olarak şöyle anlatabiliriz: Bir insanın tek başına yaşaması mümkün değildir. Çünkü bir kimse ekmek pişirtmediği, başkası un yapmadığı, diğeri ev inşa etmediği, bir başkası kumaş dokumadığı müddetçe bir insanın ihtiyacı olan şeyler, tedarik edilemez. Bu ihtiyaç ancak, bir yerde bir topluluk meydana geldiği zaman karşılanabilir. İşte bundan dolayı denilmiştir ki, insan tabiatı gereği toplum içinde yaşamaya yatkın bir varlıktır. Daha sonra insanlar, önce çatışmalara sebep olacak tartışmalar ve sonra da, savaşlar için bir araya gelmektedirler. Şeriatlar, insanların arasında meydana gelen anlaşmazlıklar ve davaları halletsin, bir neticeye bağlasın diye, insanlara bir yasa ve şeriat göndermek de, ilahî hikmetin bir muktezası olmuştur. İşte bunun içindir ki, kendilerine Allah tarafından bu din ve şeriatlar verilen peygamberler (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hakk'ın, kendileri vasıtasıyla insanların bir kısmından belâ ve musibetleri savuşturmuş olduğu kimselerin ta kendileridirler. Çünkü ümmetler bu ilahî yasalara bağlanıp tutundukları sürece aralarında hiçbir mücadele ve anlaşmazlık meydana gelmez.. Hükümdar ve imamlar da, bu yasalara bağlı kaldıkları sürece, fitneler ve kargaşalar yok olur, insanların yararına olan şeyler meydana gelir. Böylece, peygamber göndermek suretiyle, Cenâb-ı Hakk'ın, mü'minlerden dünyanın muhtelif kötülüklerini men ettiği ortaya çıkmaktadır. Şunu bil ki, davaların ve anlaşmazlıkların sona erdirilmesi için ilâhî yasa gerekiyorsa, aynı şekilde şeriatın tatbik edilmesi için bir de hükümdar gerekmektedir. İşte bundan dolayıdır ki Hazret-i Peygamber: "İslâm ve hükümdar, ikiz iki kardeştirler" buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber, emîr, sultan da bir bekçidir.. Emiri olmayan şey dağılır, hezimete uğrar.. Bekçisi olmayan şey de, zayi olur" buyurmuşlardır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, yasalar yollamak, hükümdarlar tayin edip onları takviye etmek suretiyle, muhtelif dünya kötülüklerini mü'minlerden savuşturmuştur. Bu görüşü benimseyen kimse, Cenâb-ı Hakk'ın, "Dünya mutlaka fesada uğrardı" ifâdesi hakkında, "Yani yeryüzündeki leh öldürme ve günâhlar istila ederdi.." demektedir. Bu, "fesâd" olarak isimlendirilmektedir... Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ekini ve nesli helak eder, Allah, fesadı sevmez" (Bakara, 205). "Dün bir cana kıydığın gibi, beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen bu yerde, ancak bir zorba olmak istiyorsun. Sen, arabuluculardan olmak istemiyorsun" (Kasas, 19) "Ben, onun sizin dininizi değiştirmesinden veya yüryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum" (Mümin, 26); "Musa ve kavmine bu topraklarda fesad çıkarmaları için müsaade mi edeceksin?" (A'raf, 127) "İnsanların ellerinin işlediği şeyler yüzünden yeryüzünde ve denizlerde fesâd belirdi..." (Rûm, 41). Öte yandan Cenâb-ı Hakk'ın Hacc süresindeki şu âyeti de bu görüşü desteklemektedir: bazı insanların (şerrini), bazıları ile def etmeseydi, içinde Allah'ın ismi çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler muhakkak yıkılıp giderdi" (Hacc. 40). Dördüncü ihtimal: Muradın, "Şayet Allah mü'min ve iyi kulları kâfirlerden ve facirlerden korumamış olsaydı, yeryüzü fesada boğulur ve orada bulunan herkes helak olurdu" şeklinde olmasıdır. Hazret-i Peygamber'in şu hadisi de bu ihtimali doğrulamaktadır: "Allahü Teâlâ, ümmetinden namaz kılanları kılmayanlara; zekat verenleri vermeyenlere; oruç tutanları tutmayanlara, haccedenleri haccetmeyenlere ve cihâd edenleri de etmeyenlere karşı korur, himaye eder. Eğer insanların tamamı ibadetleri terketselerdi, Allah onlara bir an bile mühlet vermezdi." Sonra da Hazret-i Peygamber, bu sözün doğruluğuna delil olmak üzere şu âyetleri okumuştur: "Duvara gelince o şehirde yetim iki çocuğa ait idi. Alanda da onlara ait bir hazine vardı; babaları da iyi bir insandı" (Kehf, 82) "Şayet onların içinde, tanımadan kendilerini çiğneyip de, bu sebeple onlardan dolayı size bir vebal ve günahın isabet edeceği mü'min erkekler ve mü'min kadınlar olmasaydı (Allah size fethi nasîb ederdi). Bu, Allah'ın dilediğini kendi rahmetine sokması içindir. Eğer onlar seçilip ayrılsalardı, biz onlardan küfredenlere muhakkak elem verici bir azâb tattınrdık.." (Feth. 25) ve, "Sen onların içinde olduğun halde, Allah onlara azâb etmez" (Enfal, 33). Bu görüşü benimseyen kimse, Cenab-ı Hakk'ın, buyruğunun tefsiri hakkında, "Yani, kâfir ve günahkâr olanları çok olduğu için, Allah yeryüzünde bulunanları helak ederdi..." demektir. Beşinci İhtimal: Kelâmın bütün bunlara hamledilmesidir. Çünkü bu ihtimaller arasında ortak bir nokta bulunmaktadır ki, o da fesadı savuşturmaktır. Lâfzı buna hamlettiğimiz zaman, bütün kısımlar da buna dâhil olur. Kâdî şöyle demiştir: "Bu âyet, cebir görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eden en güçlü delillerdendir.Çünkü fesâd, şayet Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı bir şey olsaydı, o hâlde Allah'ın, Eğer Allah insanların bir kısmının (fesadını) bir kısmıyla önlemeseydi, dünya mutlaka fesada uğrardı" demesi nasıl uygun düşer? Onların görüşlerine göre insanların bazısının şerrini def etmesinin, fesadın ortadan kalkması hususnda herhangi bir tesirinin bulunmaması gerekir. Bu böyledir, çünkü onların görüşlerine göre fesâd, insanlarla ilgili olan bir şeyden dolayı değil, Allah'ın onu yapmaması ve onu yaratması sebebiyle meydana gelmez." Cevap: Allahü Teâlâ, fesadın meydana geleceğini bilip, O'nun bu bilgisiyle beraber bu fesadı meydana getirmemesi doğru olunca, mâna, "Kulun fesadın bulunmaması ile fesadın bulunmasını bilmesinin arasını cem etmesi, doğru olur" şeklinde olur. Bu durumda da, kulun nefy Ne isbât arasını cem etmeye kadir olması gerekir ki, bu da imkânsızdır. Hak teâlâ'nın, "Fakat Allah, âlemlere karşı büyük fazl-u kerem sahibidir" âyetinden maksat, "fesadı bu yolla gidermek, insanların hepsini kapsayan ilahî bir lûtuftur" şeklindedir. Âlimlerimiz bu ayet ile, her şeyin Allah'ın kazası (hükmü) ile meydana geldiğine istidlal ederek şöyle demişlerdir: Eğer kulun fiilini Allah yaratmamış olsaydı, o zaman peygamberlerin, din büyüklerinin, hidâyet önderlerinin bâtıla bağlanmış olan kimselerin serlerini def etmeleri, Allahü teâlâ'nın insanlara bir lütfü olmamış olurdu.. Çünkü bu def etme işini üzerine alan, kendi istek ve iradesiyle kulun bizzat kendisi olup, Allah'ın da bu def etme hususunda bir tesiri ve etkisi olmayınca, o zaman Allahü Teâlâ'nın bu def sebebiyle âlemlere bir lûtf u keremi söz konusu olmaz.. Ne var ki Hak Tealâ'nın ifâdesinin peşinden, buyurması, Allahü Teâlâ'nın, bu defden dolayı âlemlere lütuf ve ikram sahibi olduğunu gösterir. Böylece bu, kulların fiili olan o def etme işinin, Allahü Teâlâ'nın yaratması ve O'nun takdiriyle olduğuna delâlet eder. Buna göre, eğer onlar, "Bu beyân, irşâd ve emre hamledilir" derlerse, biz deriz ki, bütün bunlar, kendisinden herhangi bir def İşinin sudur etmediği kâfir ve facir kimseler hakkında da söz konusudur. Böylece biz, Allah'ın bize olan ihsan ve lûtfunun, ancak, bizzat bu def etme işi sebebiyle olduğunu anlarız. Bu da bizim görüşümüzün doğruluğunu ortaya koyar. Allah en iyi bilendir. |
﴾ 251 ﴿