253"Biz, bu peygamberlerin kimine, diğerinden üstün meziyyetler verdik.Allah onlardan bir kısmıyla konuşmuş, kimini de çok üstün derecelere yükseltmiştir. Meryem'in oğlu İsa'ya, apaçık deliller verdik ve onu rûhu'lkudus ile destekledik. Eğer Allah dileseydi, onlardan sonra gelen ümmetler, o apaçık deliller kendilerine geldikten sonra, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ihtilâfa düştüler. Neticede, onlardan bir kısmı iman etti, kimi de küfre saptı. Amma Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi.Lâkin Allah dilediğini yapar". Âyette ilgili birkaç mesele vardır: Bu âyetin başındaki, (......) kelimesi mübtedâdır. Allahü Teâlâ, değil de, buyurmuştur. Çünkü, bir cemâate işaret eder. "o peygamberler topluluğu" denilmek (......) kelimesi, (......) kelimesinin müşârun ileyhidir. Müptedanın cümlesidir. Buna göre sanki, istenmiştir. Çünkü, haberi ise, Hak teâlâ'nın, sözüyle ilgili bazı görüşler vardır: a) Bundan maksat, Kur'an-ı Kerim'de İbrahim, İsmail, İshâk, Ya'kûb, Mûsâ ve diğerleri (aleyhisselâm) gibi zikredilen peygamberlerdir. b) Bu ifâdeden maksat, bu ayetten önceki ayetlerde zikredilen Eşmayil. Dâvûd, ve peygamber olduğunu söyleyenlere göre Tâlût gibi peygamberlerdir. c) Esamm'ın görüşüne göre bu peygamberler, kendilerine, "Eğer Allah insanların bir kısmının (fesadım), bir kısmıyla önlemeseydi, dünya mutlaka fesada uğrardı" (Bakara. 251) âyetiyle işaret edilen ve Allahü Teâlâ'nın fesadı def etmek için yollamış olduğu peygamberlerdir. Âyetin kendisinden önceki ayetle ilgisini, Ebu Müslim zikretmiştir. Bu da şudur: Allahü Teâlâ, daha önceki peygamberlerin kendi kavimleriyle olan kıssalarını haber vermiştir. Meselâ Musa kavminin, "Bize açıkca Allah'ı göster" (Nisa, 153) ve, "Nasıl onların ilâhları var ise, bize de bir ilâh yap" (A'râf, 138)demesi;Hazret-i İsa'nın kavminin de, O'nun ölüleri diriltip, anadan doğma körleri ve alacalı hastaları Allah'ın izniyle iyileştirmesini müşahede etmelerinden sonra.Onu yalanlamaları ve öldürmek istemeleri, daha sonra da, yahudilerden bir grubun O'nu inkâr etmeyi sürdürmeleri, bir grubun ise, kendilerinin dostu olduğunu iddia etmeleri; yine bu grubun, Allah'ın kendilerini tekzib ettiği Hazret-i İsa'nın öldürülmesi ve asılması cürmünü O'nu inkâr eden yahudilere isnâd etmeleri gibi... Aynı şekilde, İsrailoğullarından bir grubun Tâlût'a hased ederek, kendilerine bir melik gönderilmesini istedikten sonra, bu sefer onun krallığını kabul etmemeleri ve nehirle ilgili olarak cereyan eden olaylar.. İşte böylece Allahü Teâlâ, Hazret-i Peygamber'i kavminden görmüş olduğu tekzib de hasede karşı teselli ederek şöyle demiştir: Allah'ın bir kısmıyla konuştuğu, bir kısmının derecelerini yükselttiği ve içlerinden, Hazret-i İsa'yı cta Rûhü'l-Kudüs ile teyid ettiği o peygamberler, bunca mucizeleri müşahede etmelerine rağmen, (onlara iman etmeyen) kavimleri tarafından, zikrettiğimiz kötü muamelelere maruz bırakılmışlardır. Sen de onlar gibi bir peygambersin; binaenaleyh kavminden gördüğün eziyyetlere karşı üzülme.. Eğer Allah isteseydi, ne siz ne de onlar ihtilâf etmezdiniz.. Ne var ki Allah'ın hükmettiği şey, mutlaka olacaktır. Takdir ettiği şey kesinlikle vuku bulacaktır. Netice olarak diyebiliriz ki, bu ifâdeden maksat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kavminden görmüş olduğu eziyyetlere karşılık teselli etmektir. Faziletçe Bazı Peygamberler Daha Üstün Olabilir, Hazret-i Muhammed İse Hepsinden Üstündür Ümmet, peygamberlerin bazısının diğer bazılarından üstün olduğu ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, bunların hepsinden üstün olduğu hususunda ittifak Hazret-i Muhammed etmiştir. Bunun pekçok hücceti vardır. Birinci hüccet: Hak teâlâ nın, "Biz seni ancak, âlemler için bir rahmet olarak yolladık" (Enbiya, 107) âyetidir. Hazret-i Peygamber âlemler için bir rahmet olunca, O'nun bütün herkesten, bütün âlemden üstün olması gerekir. İkinci hüccet: "Ve senin zikrini yücelttik" (İnşirah, 4) âyeti. Bu tavsif Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında söylenmiştir, çünkü Allahü Teâlâ Hazret-i Muhammed'in zikrini, kelime-i şehâdette, ezanda ve teşehhüdde kendi adıyla beraber zikretmiştir. Diğer peygamberlerin zikri ise böyle değildir. Üçüncü hüccet: Allahü Teâlâ, Hazret-i Peygambere yapılan itaatin kendisine yapılan itaat gibi olduğunu belirterek, "Kim Resule itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur" (Nisa, 80). O'na yapılan biatin (bey'a) kendisine yapılmış olacağını beyan ederek, "Sana beyât edenler (bilsinler ki), Allah'a beyât etmektedirler. Allah'ın eli onların eli üzerindedir" (Fetih, 10); Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şerefinin, kendi şerefi olduğunu söyleyerek, : "Halbuki şerefve kuvvet Allah'ın ve peygamberinindir" (Münafıkün.8); Peygamberin rızasının, kendi rızası demek olduğunu ilân ederek, "Allah'ı ve Resulünü razı etmeleri daha doğrudur" (Tevbe, 62) ve O'na uymanın, kendisine uyma olduğunu bildirerek de, "Ey imân edenler, Allah'a ve Resulüne uyun.." (Enfal, 24) buyurmuştur. Dördüncü hüccet: Allahü teâlâ, Kur'ân'ın herhangi bir sûresi ile meydan okumasını emrederek, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "O'nun sûreleri gibi bir sûre getirin" (Bakara. 23) buyurmuştur. Sûrelerin en kısası, üç ayet olan Kevser süresidir. Allahü teâlâ, Kur'ân'ın her üç âyeti ile, onu inkâr edenlere meydan okumuştur.Kur'an'ın tamamı altıbin küsur âyet olunca.Kur'an mucizesi, tek bir mucize değil, aksine ikibinden daha fazla mucize olması gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Allahü teâlâ, Hazret-i Musa'yı dokuz mucize ile şereflendirdiğini beyân buyurmuştur. Binaenaleyh bunca sayısız mucize ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şereflendirmiş olması elbette pek münasiptir. Beşinci hüccet: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizesi, diğer bütün peygamberlerin mucizelerinden daha üstündür. Bu sebeble onun, diğer peygamberlerden daha üstün olması gerekir.O'nun mucizesinin daha üstün oluşunun izahı, Hazret-i Peygamber'in, "Sözler içinde Kuranın yeri, bütün mevcudat içinde Hazret-i Adem'in yeri gibidir" hadis-i şerifinin ifâde ettiği manadır. Peygamberimizin daha üstün olması gerektiğinin izahı ise şöyledir: Elbise daha şerefli olduğunda, onu giyen de hükümdar katında daha şerefli olur. Altıncı hüccet: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizesi Kur'an'dır. Bu mucize, harfler ve seslerden meydana gelmiştir. Harfler ve sesler ise, bakî olmayan ârizî şeylerdir. Diğer peygamberlerin mucizeleri ise bakî olan şeylerdendir. Sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizesini ebedi olarak bakî olan bir mucizeye, diğer peygamberlerin mucizelerini de fânî ve geçici mucizelere dönüştürmüştür. Yedinci hüccet: Allahü teâlâ, peygamberlerin hallerini anlattıktan sonra, "Onlar Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği hidayet yoluna uy" (Enam, 90)buyurarak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, geçmiş peygamberlere uymasını emretmiştir. "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dinin asılları (itikad) hususunda onlara uymakla emrolunmuştur" denilir ise bu caiz değildir, çünkü bu taklid olur. Bunun, dinin furûu (ahkâmı) hususunda olduğunun söylenmesi de caiz değildir. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatı diğer bütün şeriatları neshetmiştir. Geriye ancak, bundan muradın, "güzel ahlâk hususunda onlara uyması" ihtimali kalır. Buna göre Allahü teâlâ sanki şöyle buyurmuştur: "Biz seni o peygamberlerin hallerine ve gidişatlarına muttali kıldık. Binaenaleyh sen o hallerin en güzel ve en hoş olanlarını seç, ve bütün o hallerde, o peygamberlere uy." Bu ifâde, diğer peygamberlerde tek tek bulunan bütün güzel hasletlerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'de toplanmasını ve O'nun, peygamberlerin hepsinden üstün olmasını gerektirir. Sekizinci hüccet: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bütün insanlara peygamber olarak yollanmıştır. Bu da, onun katlandığı eziyetlerin daha çok olmasını gerektirir. Bu sebeble de O'nun daha üstün olması gerekir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiş olduğuna, "Biz seni, ancak insanların tamamı için peygamber olarak gönderdik" (Sebe, 28) âyeti delâlet eder. Bunun, Hazret-i Peygamber'in çektiği eziyyetlerin daha çok olmasını gerektirmesi meselesi şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) malı, mülkü, yardımcısı ve destekleyeni olmayan tek bir ferd idi. O, bütün âleme, "Ey kâfirler..." diye seslenince, herkes onun düşmanı oldu. O zaman da o herkesten endişe etmeye başladı. Bundan dolayı da meşakkati çok oldu. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), İsrailoğullarına peygamber olarak gönderildiğinde, Firavun ile kavminden başka kimseden çekinmiyordu. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelince, herkes O'nun düşmanı idi. Bunun izahı şöyledir: Bir insana, farzet ki: "Bu dost ve arkadaş bulunmayan beldede, kuvvetli pürsilah bir adam var. Onun yanına bugün tek başına git ve onu ürkütüp, eziyet veren şu haberi ilet" deniliyor. Kendisine bu söz söylenen kimse tek bir ferd olmasına rağmen, bu duruma aldırmaz ve gidebilir. Fakat bu insana, "Hiçbir dost ve arkadaş bulunmayan şu çöle git, ve orada olanlara, şu şu dehşetli haberleri ilet" denildiğinde bu ona zor gelir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ömrü boyunca gece gündüz hiç tanımadığı onca insan ve cinlere gidip tebliğ etmekle görevlendirilmişti. Hatta onların âdeti, peygambere düşman olmak, ona eziyet etmek ve onu hafife almaktı. Sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu durumdan yılmamış ve usanmamıştır. Aksine bunların üzerine içinden gelerek ve Allah'a itaat ederek gitmiştir. İşte bütün bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah'ın kelâmını ortaya koyma hususunda, en büyük sıkıntılara katlanmasını gerektirmiştir. İşte bu sebebten ötürü Cenâb-ı Allah, "Sizden, fetihden önce infâk e-den ve savaşanlar, (böyle olmayanlarla) bir değildir" (Hadid, 10) buyurmuştur. Bu imtihanın ve meşakkatin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in omuzları üzerinde olduğu herkesin malumudur. O şiddetten ötürü, sahabenin derecesi böylesine büyüyünce, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in derecesini bir düşün! Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in çektiği meşakkatlerin diğer peygamberlerinkinden daha büyük olduğu sabit olunca, onun fazlının (üstünlüğünün) da, "İbadetlerin en efdali, en meşakkatli olanlarıdır" Keşfu'l-Hafâ, 1/155. hadis-i şerifinden dolayı, başkalarınınkinden daha fazla olması gerekir. Dokuzuncu hüccet: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dini, dinlerin en üstünüdür. Binaenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, peygamberlerin en efdali olması gerekir. Birinci cümlemizin izahı şöyledir: Allahü teâlâ, İslâm dininin diğer dinleri neshettiğini belirtmiştir. Nâsih (nesheden) dinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kim güzel bir çığır açarsa o yolun ve kıyamete kadar onunla amel edenlerin sevabı onundur" Müslim, ilm. 15. hadisinden dolayı efdal sayılması gerekir. Bu din daha üstün ve daha sevaplı olunca, bu dinin peygamberinin sevabı, diğer dinlerin peygamberlerininkinden daha çok olur. Binaenaleyh, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ih diğer peygamberlerden daha efdal olması gerekir. Onuncu hüccet: Muhammed ümmeti, ümmetlerin en üstünüdür. Bundan dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, peygamberlerin en üstünü olması gerekir. Birinci cümlemizin delili, "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" (Âl-i İmran, 110) âyetidir. İkinci cümlemizin delili ise şudur: Bu ümmet Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tabî oldukları için bu dereceye ulaşmıştır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin" (Al-i imran, 31) buyurmuştur. Tabî olanların üstünlüğü, tabî olunanın da üstün olmasını gerektirir. Yine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sevabı daha çoktur. Çünkü o hem cinlerin, hem de insanların peygamberidir. Bundan dolayı sevabının da çok olması gerekir. Çünkü uyanlarının çokluğunun, uyulan kimsenin yüceliğinde bir tesiri vardır. Onbirinci hüccet: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) son peygamberdir. Binaenaleyh onun daha efdal olması gerekir. Çünkü daha iyi olanın, derecesi daha aşağı olan ile neshedilmesi aklen hoş karşılanmaz. Onikinci hüccet: Peygamberlerin bazısının bazısından üstün olması birtakım sebeblere dayanır: Onların doğruluklarına delalet eden ve daha şerefti olmalarını gerektiren mucizelerin çok olmasıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizeleri üçbinden fazladır. Bunlar da esas olarak şu kısımlara ayrılır: a) Güç ve kudretle İlgili olanlar... Az bir yiyecek ve içecekle, çok sayıdaki kimseyi yedirip içirmek gibi... b) İlimle ilgili olanlar... Gaybtan haber verme ve Kur'an'ın fesahati gibi.. c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zâtındaki üstün vasıflar.. Nesebinin, Arapların en şerefli bir neseb oluşu ve son derece cesur olması gibi... Nitekim rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali'nin Amr İbn Velid ile savaşından sonra ona, "Ey Ali, kendini nasıl hissettin?" diye sordu. Hazret-i Ali de, "Kendimi şöyle hissettim: Şayet bütün Medineliter bir tarafta, ben de bir tarafta olsaydım, yine de onlara gücüm yetecek" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hazırlan. Bu vadiden seninle dövüşebilecek bir genç çıkıyor" dedi. (Bununla kendisini kastetti)... Bu, meşhur bir hadistir. d) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huyu, hilmi, vefası, fesahati ve cömertliği ile ilgili mucizeler... Hadis kitapları bunlarla doludur. Onüçüncü hüccet: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Adem ve diğer peygamberler kıyamet günü benim sancağım altında olurlar" Tirmizi, Menâkib, 1 (5/587). hadisidir. Bu da, O'nun Hazret-i Âdem ve bütün ademoğullarından daha üstün olduğunu gösterir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben, âdemoğullarının efendisiyim fakat bunda övünülecek birşey yok" Tirmizi, Menakib. 1 (5/587). ve, "Ben girmedikçe cennete hiçbir peygamber giremez ve benim ümmetim girmeden de hiçbir ümmet giremeyecektir" buyurmuştur.Enes (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "İnsanlar diriltildiği zaman, kabirden ilk çıkacak benim. İnsanlar mahşerde toplandıklarında, onların hatibi benim. Ümidsizliğe düştüklerinde, ben onların müjdecisi olacağım. Liva 'ül hamd benim elimdedir. Ben Rabbimin yanında âdemoğullarının en kıymettisiyim. Ama övünmüyorum' Tirmizi, Menâkib, 1 (5/587). İbn Abbas'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Sahabeden bir grup oturmuş, karşılıklı konuşuyorlardı. Hazret-i Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) de onları duyuyordu. Birisi, "Ne güzel, Allah, Hazret-i İbrahim'i dostu saymış" dedi. Bir başkası, "Bu, Cenâb-ı Allah'ın Hazret-i Musa ile bizzat konuşmasından daha şaşırtıcı birşey değil" dedi. Bir diğeri, "Hazret-i İsâ, Allah'ın kelimesi ve ruhudur"; bir diğeri de, "Allah, Hazret-i Adem'i seçmiştir" dedi. O sırada, Hazret-i Peygamber yanlarına çıkarak: "Sözlerinizi ve delillerinizi duydum. Hazret-i İbrahim Allah'ın halilidir, doğru. Hazret-i Musa, Allah'ın konuştuğu kimsedir, doğru. İsâ (aleyhisselâm), rûhullahdır, doğrudur. Allah, Hazret-i Adem seçmiştir, doğrudur. Ben de Allah'ın sevgilisi kulum, (Habibullah 'ım) fakat övünmüyorum. Ben kıyamette Livâu'l-hamd'in taşıyıcısıyım, fakat övünmüyorum. Ben kıyamet günü İlk şefaat edecek ve şefaati ilk kabul edilecek olanım, fakat övünmüyorum. Cennet kapısını ilk ben çalacağım, o bana açılacak ve fakir mü'minler yanımda olarak oraya gireceğim, fakat övünmüyorum. Ben gelmiş geçmiş insanların en şereflisiyim, fakat övünmüyorum" buyurmuştur. Ondördüncü hüccet: Beyhakinin "Fedâilu's-Sahâbe'de rivayet ettiğine göre, Ali İbn Talibi uzaktan görünce, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu, Arapların seyyidi, efendisidir" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Aişe, "Arapların efendisi sen değil misin?" deyince, Hazret-i Peygamber, "Ben, bütün âlemlerin efendisiyim; o ise sadece Arapların..." buyurdu. Bu da, Hazret-i Peygamber'in, peygamberlerin en üstünü olduğunu gösterir. Onbeşinci hüccet: Mücahid, İbn Abbas'tan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bana, benden önce hiçkimseye verilmemiş olan beş şey verildi: Bunda övünülecek bir durum yok: Ben, hem beyaza (kırmızı derili), hem de siyah derili insanlara peygamber olarak gönderildim; halbuki benden önceki peygamberler, sadece kendi kavimlerine gönderilmişlerdi. Yeryüzü benim için bir mescid ve tertemiz kılınmıştır. Bir aylık mesafeden, önümdeki düşmanlara korku salmamla yardım olundum. Benden önce hiç kimseye olmadığı halde, ganimetler bana helâl kılınmıştır. Bana şefaat etme izni verildi, ben de bu hakkımı ümmetim için kıyamet gününe erteledim. Binaenaleyh bu şefaâhm, inşaallah, Allah'a hiçbir surette şirk koşmamış olan kimselere ulaşacaktır" Ahmed İbn Hanbel, Müsned 2/222. Bu hadis, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, burada sayılan faziletlerle başka peygamberlere üstün kıldığı hususunda açık bir delildir. Onaltıncı hüccet: Muhammed İbn İsa el-Hakîm et-Tirmizi bunu şu şekilde izah etmiştir: Her emirin yapacağı yardım, kendisine tâbi olanların miktarına göredir. Bir beldeye emîr olan o kimsenin yapacağı yardım, o belde halkının miktarına göredir. Doğunun ve batının hükümdarı olan bir kimse, o beldeye emîr olan kimsenin matından daha fazla mal ve tahıla ihtiyaç duyar. İşte tıpkı bunun gibi de bir kavme peygamber olarak gönderilen her peygambere, risalet hususunda yüklendiği vazifeye göre, tevhid hazinelerinden ve marifet cevherlerinden verilir. Binaenaleyh, yeryüzünün muayyen bir bölgesinde belli bir kavme peygamber olarak gönderilen zâta o yerin durumuna göre manevi, ruhanî hazineler verilir..Yeryüzünün doğusuna, batısına, insanlarına, cinlerine peygamber olarak gönderilen zâta da, mutlaka doğu ve batı halklarının ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir miktarda ilahî bilginin verilmesi gerekir. Durum böyle olunca, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin diğer peygamberlere nisbeti, bütün doğu ve batının hükümranlığının belli bir beldenin hükümranlığına olan nisbeti gibidir. Durum böyle olunca, hiç şüphesiz Hazret-i Peygamber'e kendinden önce hiçbir kimseye verilmemiş olan hikmet ve ilim hazineleri verilmiş olur. Binaenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ilim hususunda, hiçbir beşer ferdinin ulaşamadığı bir noktaya ulaşmıştır. Nitekim Hak teâlâ Hazret-i Peygamber hakkında, "Kuluna vahyettigini vahyetti" (Necm, 10) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber'e, "Sana, cevâb'l-kelim verilmiştir" diyecek kadar da fesahat verilmiştir. Müslim, Mesâcid, 7 (1/372) Onun kitabı da, bütün kitaplara şahid; ümmeti de bütün ümmetlerin en hayırlısı olmuştur. Onyedinci hüccet: Muhammed İbn el-Hakim et-Tirmizi (r.h), en-Nevâdir isimli kitabında, Ebu Hureyre (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah Hazret-i ibrahim'i dost (halil); Musa'yı sırdaş (neciyy), beni de sevgili (habîb) edinmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "izzet ve celâlime yemin ederim ki, ben habîbimi, halilime ve sırdaşıma tercih ederim" demiştir." Onsekizinci hüccet: Sahihayn'da, Hemmâm İbn Münebbih'in, Ebu Hureyre'den rivayetine göre, Hazret-i Peygamber'in şöyle dediği kaydedilmiştir: "Benim ve benden önceki peygamberlerin misâli bir ev inşa edip, onu çok güzel yapan, tezyin eden ve onu çok mükemmel hale getiren, ancak, evin köşelerinden birisinin köşe taşım koymayı unutan bir kimsenin misâli gibidir... Derken, insanlar bu evi ziyaret etmeye başlarlar; evin yapılışını çok beğenirler. Ama, (o boşluğu görünce) şöyle derler: "Şuraya bir köşe taşı koysaydm da, böylece yapın tamamlanmış olsaydı ya?" Hazret-i Muhammed, "İşte o köşe taşı benim" dedi." Ondokuzuncu hüccet: Allahü Teâlâ Kur'an'da, peygamberlerine her hitab ettiğinde onlara isimleriyle seslenmiştir. Meselâ "Ey Adem, otur..." (Bakara, 35) "Ona, ey İbrahim diye nida ettik" (Saffat, 104) "Ey Musa, benim ben, senin Rabbin.." (Taha, 11-12) buyurmuştur. Ama, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nida ettiğindeyse, "Ey Nebî" (Ahzab, 1) ve, "Ey Resul..." (Maide, 67) diye hitâb etmiştir. Ki bu da, Hazret-i Peygamber'in üstünlüğünü gösterir. Bu görüşün karşısında olanlar da, şu delilleri ileri sürmüşlerdir: Birinci delil: Diğer peygamberlerin mucizeleri, Hazret-i Peygamber'in mucizelerinden daha büyüktür. Meselâ, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'e melekler secde etmiştir; halbuki Hazret-i Muhammed böyle değildir. Yine Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), büyük bir ateşe atılmış, bunun üzerine ateş Hazret-i İbrahim için, rahatlık ve güzel kokulu bir bahçeye dönüşmüştür. Yine Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya büyük mucizeler verilmiştir; halbuki Hazret-i Muhammed'in mucizeleri böyle değildir. Dâvûd (aleyhisselâm)'un elinde demir yumuşamış, Süleyman (aleyhisselâm)'a ise, cinler, insanlar, kuşlar, vahşi hayvanlar ve rüzgârlar musahhar ve âmâde kılınmıştır. Bunların hiçbirisi Hazret-i Muhammed için söz konusu değildir. Hazret-i İsa'yı Allah çocuk iken konuşturmuş ve onu ölüleri diriltmeye, anadan doğma körler ile alacalı hastalan iyileştirmeye muktedir kılmıştır ki bunların hiç birisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için söz konusu değildir. İkinci delil: Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim'i Kur'an-ı Kerim'de "halîl" diye adlandırarak, "Ve Allah, İbrahim'i dostu edindi" (Nisa, 125) buyurmuş, Hazret-i Musa hakkında da, "Allah, Musa ile de konuştu" (Nisa, 164); Hazret-i İsa hakkında da, "Ona ruhumuzdan üfledik..."(Tahrim, 12)buyurmuştur.Bunların hiçbirisini Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında söylememiştir. Üçüncü delil: Hazret-i Peygamber'in, "Beni, Yunus İbn Metta'ya üstün tutmayın" sözüdür. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Peygamberler arasında tercihde bulunmayın" Buhâri, Husûmât. 1; Müslim, Fedâil, 163 (4/1840). buyurmuştur. Dördüncü delil: İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Mescidde, peygamberlerin faziletlerinden söz ediyorduk. Hazret-i Nuh'u uzun ibadetiyle; Hazret-i İbrahim'i Allah'ın dostu olmasıyla; Hazret-i Musa'yı, Allah'ın onunla konuşmasıyla; Hazret-i İsa'yı ela, Cenâb-ı Hakk'ın onu kendi yanına çekip almasıyla, yüceltmesiyle andık.. Ve, Allah'ın Resulü Hazret-i Muhammed'in onlardan üstün olduğunu söyledik; çünkü Allah'ın Resulü bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiş, bütün günahları affedilmiş ve peygamberlerin sonuncusu olmuştur. Bu sırada Allah'ın Resulü yanımıza gelerek, "Neden bahsediyordunuz?" dedi. Bunun üzerine biz de ona durumu anlatınca. O:"Hiç kimsenin, Yahya İbn Zekeriyyâ'dan daha hayırlı olması düşünülemez.. Çünkü O, hiçbir günah işlememiş, hatta günahı aklından bile geçilmemiştir" buyurmuştur. Cevap: Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'e meleklerin secde etmiş olması, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Hazret-i Adem ve diğer peygamberler kıyamet günü benim sancağımın alanda olurlar" Tirmizi. Menâkıb. 1 (5/537). ve "Adem su ile toprak arası birsey iken ben peygamber idim" hadislerinin de delaletiyle, onun Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den daha efdal olmasını gerektirmez. Yine Cebrail (aleyhisselâm)'in Miraç Gecesi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in burağının özengisini tuttuğu rivayet edilmiştir ki bu.secdeden daha büyük bir saygıyı ifâde eder. Allahü Teâlâ, bizzat kendisi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e salat-ü selâm getirmiş ve melekler ile mü'minlere de salât-ü selam getirmelerini emretmiştir. Bu da meleklerin secdesinden daha üstündür. Bunun daha üstün oluşunun delilleri şunlardır: a) Allahü teâlâ meleklere, bir terbiye olarak Hazret-i Adem'e secde etmelerini emretmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e salat-ü selâm getirmelerini ise, Allah'a yaklaşma vesilesi olsun diye emretmiştir. b) Meleklerin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e salat-ü selâmları kıyemete kadar devam edecektir. Hazret-i Adem'e secdeleri ise bir defa olmuştur. c) Hazret-i Adem'e secde etmeyi melekler üstlenmişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e salat-ü selâm getirmeyi, önce Cenâb-ı Allah kendisi yapmış, sonra da meleklere ve mü'minlere onu emretmiştir. d) Melekler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nurunun Hazret-i Âdem'in alnında bulunmasından dolayı, ona secde ile emrolunmuşlardır. Buna göre eğer, "Allahü Teâlâ, Hazret-i Adem'e ilim verdiğini belirterek, Adem'e bütün isimleri öğretti."(Bakara, 31) buyurmuştur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında ise kitap nedir, imân nedir bilmez idin" (Şûra, 52) ve "Seni şaşırmış bulup da seni doğrultmadı mı? (Duha, 7) buyurmuştur. Hazret-i Adem'in muallimi Hak teâlâ'dır. Çünkü, "O (Allah) Âdem'e bütün isimleri öğretti" buyurmuştur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in muallimi ise Cebrail (aleyhisselâm)'dır. Çünkü Allahü teâlâ, "Ona, muazzam kuvvetlere sahib olan (Cebrail) öğretti" (Necm, 5) buyurmuştur" denilir ise, şöyle cevap verilir: Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ilmi hususunda, "(Allah) sana bilmediğin şeyleri öğretti. Allah'ın üzerindeki lûtf-u inayeti çok büyüktür"'(Nisa, 113) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, 'Beni Rabbim terbiye etti ve çok güzel terbiye etti Keşfu'l Hafa 1/70 Câmiu's-Sağirr. 1/14. buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, "Kur'an'ı Rahman (Allah) öğretti" (Rahman, 1) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "(Allah'ım) eşyayı (varlıkların hakikatini) bize olduğu gibi göster" diye dua ederdi. Cenâb-ı Hak O'na "De ki: "Ey Rabbim ilmimi artır"(Tâ-hâ, 114) buyurmuştur. Bu âyet ile, "Ona muazzam kuvvetlere sahib olan (Cebrail) öğretti" (Necm, 5)âyetini şu şekilde te'lif edebiliriz: Bu son ayetin ifâde ettiği öğretme telkin ve söyleme yoluyla olan öğretmedir. Esas öğretme ise Cenâb-ı Allah'tandır. Nitekim Allahü Teâlâ, "De ki: "Sizi ölüm meleği öldürür" (Secde, 11) buyurmuş, daha sonra da, "Ölümü zamanında canlan Allah alır" (Zümer, 42) buyurmuştur. Eğer: "Nuh, (aleyhisselâm):"Ben, o mü'minleri kovamam" (Şu'ara, 114) demiştir. Halbuki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Rabblerine dua edenleri kovma "(Enam. 52) demiştir. Bu da, Hazret-i Nuh, (aleyhisselâm)'un daha yumuşak huylu olduğunu gösterir " denilir ise biz deriz ki: Allahü Teâlâ: "Gerçekten biz Nuh'u "kendilerine elem verici bir azab gelmezden evvel kavmini uyar" diye, kavmine (peygamber olarak) gönderdik"(Nuh, 1) buyurmuştur. Binaenaleyh Hazret-i Nuh'un ilk işi azabla korkutma olmuştur. Fakat Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında "Seni, ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya, 107) ve, "Andolsun size, sıkıntıya uğramanız kendisine çok ağır gelen, size çok düşkün olan, sizden bir peygamber gelmiştir. O, mü'minlere gerçekten şefkatli ve merhametlidir" (Tevbe, 128) buyurulmuştur. Hazret-i Nuh (as), sonunda "Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden hiçbir ev (fert) bırakma" (Nûh. 26) demek durumunda kalmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in son işi ise, "Rabbin seni bir makam-ı Mahmud'a gönderecektir" (İsra, 79) âyetinin ifâde ettiği gibi şefaattir. Diğer mucizeler ise "Delâilü'n-Nübüvve" adlı eserlerde zikredilmiştir.Bu mucizelerin herbirisinin karşılığında, Hazret-i Muhammed'in daha üstün bir mucizesi bulunduğu bu kitaplarda anlatılmıştır. Tefsirimiz bu anlattıklarımızdan daha fazlasını zikretmeye müsait değildir. Allah en iyisini bilendir. Cenâb-ı Hakk'ın "Allah onlardan bir kısmıyla konuşmuş" buyruğu hakkında birkaç mesele vardır: Bu ifâdenin aslı, "Allah'ın kendisiyle konuştuğu kimse" şeklindedir. Bu gibi âid zamirleri, çoğu kez hazfedilir. Bu, Hak teâlâ'nın tıpkı, "Canlarının isteyeceği ve gözlerinin hoşlanacağı her şey oradadır" (Zuhruf, 71) âyetinde olduğu gibidir... "Allah ile konuştu" şeklinde de okunmuştur. Birinci kıraat daha fazla fazilete delâlet eder.Çünkü, her mü'min Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Namaz kılan herkes, Rabbiyle gizlice konuşur" hadisine göre, Allah ile konuşmaktadır. Şeref ise ancak, Allahü Teâlâ'nın ona hitab etmesinde daha fazla meydana gelir, tahakkuk eder. Yemânî, "müfâ'ale" babından olmak üzere, yani, "Allah onunla mükâlemede, karşılıktı konuşmada bulundu, konuştu" şeklinde okumuştur. Buna, "kendisiyle mükâleme ettiği, karşılıklı konuştuğu" mânâsındaki, Arapların, sözü de delâlet eder. Âlimler, Allah'ın kendisiyle konuşmuş olduğu kim- se hakkında ihtilâf ederek, bu kimsenin duyduğu şeyin harf ve sesten meydana gelmeyen, ezelî, kadîm bir kelâm mı, yoksa böyle olmayan bir kelâm mı olduğu hususunda bazı görüşler önü sürmüşlerdir. Buna göre Eş'arî ve ona tâbi olanlar "Bu kişinin duyduğu kelâmın bu vasıflara sahip bir kelâm olduğunu, çünkü onlara göre, keyfiyyeti bilinemeyen bir şeyin görülmesi imkânsız olmayınca aynı şekilde keyfiyyeti bilinmeyen bir şeyin duyulması da imkânsız değildir" demişlerdir. Mâturîdî ise, bu vasıfları haiz bir kelâmın duyulmasının imkânsız olduğunu, duyulan şeyin ancak harfler ve sesler olduğunu söylemiştir. Âlimler, Hak teâlâ'nın. buyruğundan muradın Hazret-i Musa olduğu hususunda ittifakederek şöyle demişlerdir: Hazret-i Musa'nın kavminden seçilmiş olan yetmiş kişi bu kelâmı duymuşlardır. Ki bunlar, Hak teâlâ'nın, "Musa, kavminden yetmiş adam seçti" (A'râf. 155) sözüyle murad ettiği kimselerdir. Miraç Gecesi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de bu kelâmı duymuş mudur? meselesinde ise, âlimler ihtilâf etmişlerdir. Onlardan bazıları, Hak teâlâ'nın, "O, kuluna vahyettiğini vahyettti" (Necm, 10) âyetinin delaletiyle, "Evet, duymuştur" demişlerdir. Buna göre eğer: "Cenâb-ı Hakk'ın, sözünden maksadı, Allah'ın kendileriyle konuştuğu o peygamberlerin menkıbelerinin neticesinin nereye vardığını beyan etmektir. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak Hazret-i Musa'yı yüceltme hususunda mübalağa ettiği için, "Allah Musa'yla da konuştu" (Nisa. 164) buyurmuştur. Sonra Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın ibtîsle konuştuğu da yer almaktadır. Çünkü iblis, "Ey Rabbim, insanların kabirlerinden kalkacakları güne kadar bana süre tanı. Cenab-ı Hak, "Öyleyse sen, malûm olan bir zamana kadar mühlet verilenlerdensin" dedi. "Ey Rabbim, dedi, beni azdırmana mukabil ben de andolsun, yeryüzünde olan herseyi onlara süsleyeceğim ve onların hepsini toptan azdıracağım. Onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna"... Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "İşte bu, bana göre (hak) olan dosdoğru bir yoldur. Benim kullarım üzerinde senin hiçbir tahakkümün yoktur. Azıp sapıtanlardan sana uyanlar müstesna., "(Hicr, 36-42) âyetlerinde de görüldüğü gibi, Cenâb-ı Hakk'la konuşmuştur. Bu âyetlerin zahiri Allah ile iblis arasında pekçok konuşmanın cereyan ettiğine delâlet eder. Eğer bu konuşma, son derece bir şerefi icab ettirirse, o halde iblis nasıl zemmedilmiş olabilir? Eğer, bu konuşma herhangi bir şerefi gerektirmiyorsa, daha nasıl Allahü Teâlâ bu konuşmayı Musa'yla da konuştu" (Nisa, 164) diyerek, Hazret-i Musa'yı teşrif sadedinde zikretmiştir?" denilirse, buna şu şekilde cevap veririz: İblis kıssasında, Allahü Teâlâ'nın, o cevaplan iblise arada bir vasıta bulunmadan verdiğine dair herhangi bir delâlet yoktur. Kimbilir, arada belki de bir aracı bulunuyordu? Hak teâlâ'nın, "Kimini de çok üstün derecelere yükseltmiştir" buyruğu hakkında, iki görüş ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı, peygamberlerin mertebelerinin farklı farklı olduğunu beyân etmektir. Bu böyledir, çünkü Hak Teâ-lâ Hazret-i İbrahim'i "Halîl" bir dost edinmiş ve bu rütbeyi de hiç kimseye vermemiştir. Yine Allahü Teâlâ Hazret-i Davud'a hem hükümdarlığı hem de peygamberliği vermiştir; bu husus Dâvûd (aleyhisselâm)'dan başkası için söz konusu değildir. Hazret-i Süleyman'a insanı, cinleri, kuşları ve rüzgârı müsahhar kılmış, bunu mesela, babası Davud'a vermemiştir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de, hem insanlara hem de cinlere peygamber olarak gönderilmiş ve şeriatı da, bütün şeriatları neshetmiştir.Bu ayette yer alan tabirini, makam ve mevki mânasına hamlettiğimiz zaman söz konusudur. Ama bu kelimeyi, peygamberlerin mucizeleri mânasına aldığımızda da, bunu şöyle açıklayabiliriz: Peygamberlerin her birine, kendi zamanlarına uygun düşen muayyen bir çeşitte bir mucize verilmiştir. Meselâ Hazret-i Musa'nın mucizeleri olan asayı yılana çevirme, "yed-i beyzâ" ve denizi ikiye ayırma gibi hususlar, o zamanın halkının çok ileri derecede merhale katetmiş olduğu sihre; Hazret-i İsa'nın mucizeleri olan anadan doğma körler, alacalı hastaları iyileştirmesi, ölüleri de diriltmesi gibi mucizeleri de o zamanın halkının son derece ileri gitmiş olduğu tıbba teşbih edilmiş, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizesi olan Kur'an da, belagat fesahat, nesir ve şiirler cinsinden olmuştur. Netice olarak diyebiliriz ki mucizeler azlık çokluk; bakî olma ve bakî olmama; kuvvetli ve zayıf olma gibi hususlardan farklıdırlar. Burada bir üçüncü izah da şudur: Bundan murad, dünya ile ilgili mertebelerin farklılığıdır; bu da ümmetin, sahabenin çokluğu ve devletin güçlülüğü gibi hususlardır.. Bu üç vechi düşündüğünde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hepsini birarada bulundurmuş olduğunu anlamış olursun. Binaenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) makamı en yüce; mucizeleri en güçlü ve en kalıcı; kavmi en fazla olan ve devleti ise en büyük ve mükemmel olanıdır. İkinci Görüş: Bu âyetle kastedilen, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Çünkü o, bütün peygamberlerden üstündür. Buna göre Allahü Teâlâ, tabirini bir tenbih ve bir rumuz yoluyla getirmiş demektir. Bu, şuna benzer: Büyük bir iş yapan kimseye, "Bunu kim yaptı?" denildiğinde o, kendisini kastederek, "Birimiz veya bazımız yaptı" der ki bu, kendisini açıkça belirtmesinden daha anlamlı olur. Hutay'e'ye, insanların en şairi kimdir diye sorulduğunda o, "Züheyr ve Nâbiga'dır" der; daha sonra da kendisini kastederek, "Eğer isteseydim, üçüncüyü de söylerdim" diye lâfını sürdürür. Eğer Hutay'e, "İsteseydim, kendimi de zekrederdim" demiş olsaydı, bu söz çok büyük bir mâna ifade etmezdi.. Buna göre eğer, "Hak teâlâ'nın, sözünden anlaşılan, O'nun, "Biz, bu peygamberlerin kimine, diğerinden üstün meziyyetler verdik" buyruğundan anlaşılan mânânın aynısıdır. O halde böyle bir tekrardan umulan fayda nedir? Yine, Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesi küllî bir kelâmdır. Bu sözden sonra O'nun sözü o cümleyi izaha bir başlangıçtır. Allah'-u Teâlâ'nın bundan sonra, ifâdesi ise, o küllî kelâmı yeniden tekrarlamaktır... Cüz î ifâdeleri izaha başladıktan sonra sözü tekrarlamanın bir istidrâk ifâde ettiği herkesçe malûmdur" denilirse, buna şöyle cevâp verilir: Hak teâlâ'nın, buyruğu, onların bir kısmının diğer kısmından daha üstün kılındığına delâlet eder. Ama, bu üstün kılmanın çok veya az bir derece ile tahakkuk ettiğine dair, bu ifâdede herhangi delâlet bulunmamaktadır. Binaenaleyh, Hak teâlâ'nın sözünde yukardaki ifâdede bulunmayan bir fayda var demektir. Binaenaleyh, bu ifâde bundan dolayı, bir tekrar addedilemez. Hak teâlâ'nın, "Meryem'in oğlu İsa'ya apaçık deliller verdik" beyanı hakkında birkaç suâl bulunmaktadır: Birinci suâl: Hak teâlâ, âyetin başında. "Onların bir kısmını diğerlerine üstün kıldık" buyurmuş, sonra da bu üslûbu (mütekellim üslûbunu) bırakarak gâib sîgasına geçmiş, "Allah onlardan bir kısmıyla konuşmuş, kimini de çok üstün derecelere yükseltmiştir" buyurmuştur. Daha sonra da bu üslûptan yine birinci ifâde tarzına geçerek, "Meryem'in oğlu İsa'ya apaçık deliller verdik" buyurmuştur. O hâlde, önce mütekellimden gaibe, sonra da gâibten tekrar mütekellime gecmesindeki fayda nedir?... Buna şu şekilde cevap veririz: Çünkü Allahü Teâlâ'nın, "Onlardan, kendisiyle konuştuklarımız vardır" ifâdesinden daha heybetli ve daha etkilidir. İşte bu sebepten dolayı Hak teâlâ, "Allah, Musa'yla da konuştu" buyurmuştur. İşte böyle bir maksattan dolayı gâib sığasını tercih etmiştir. Hak teâlâ, "Meryem oğlu İsa'ya, apaçık deliller verdik" beyanında, "mütekellim ma'al gayr" (biz..) sığasını tercih etmistir. Çünkü O'nun, tabirindeki, zamiri, ta'zîm zamiridir. Veren kimsenin ta'zîm olunması ve büyüklüğü ise, söz konusu olan "verme" nin büyüklüğüne delâlet eder. İkinci suâl: Allahü Teâlâ, diğer peygamberler arasında, Özellikle Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa'yı niçin zikretmiştir? Bu, onların ikisinin, diğerlerinden daha üstün olduklarına delâlet eder mi? Cevap: Özellikle bu ikisinin zikredilmesinin sebebi şudur: Bu iki peygamberin mucizeleri, bunların dışındaki peygamberlerin mucizelerinden daha aşikâr ve daha güçlüdür. Hem onların ümmetten, Kur'an inerken mevcut idiler.. Diğer peygamberlerin ümmetlerinin nesli ise kesilmiş olup mevcut değillerdi.. Binaenaleyh bu iki peygamberin özellikle zikredilmesi, onların ümmetlerinin tenkîd edileceğine bir dikkat çekmedir. Buna göre sanki şöyle denmiştir: "Bu iki peygamberin derecelerinin yüksek olması ve mucizelerinin de çok olmasına rağmen, ümmetleri o peygamberlere inkiyâd etmemiş; aksine onlarla çekişmişler, onlara muhalefet etmişler ve onlara vacib olan itaattan yüz çevirmişlerdir. Üçüncü suâl: Apaçık delillerin husûsen Hazret-i İsa'ya verilmiş olması, bu açık delillerin başkasına verilmediğine delâlet eder veya böyle bir vehim uyandırır. Bunun caiz olmayacağı ise herkesçe malûmdur. Buna göre şayet, "Allahü Teâlâ özellikle bu iki peygamberi, mucizeleri ve apaçık delilleri çok kuvvetli olduğu için zikretmiştir" derseniz, biz deriz ki, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın beyyineleri Hazret-i İsa'nın beyyinelerinden daha güçlüydü. Daha güçlü değilse bile en azından onlar kadar güçlü... Cevap: Bundan maksat, yahudilerin fiillerinin çirkin olduğuna dikkat çekmektir. Çünkü elinde apaçık mucizelerin meydana gelmesine rağmen onlar, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın nübüvvetini inkâr etmişlerdir. Dördüncü suâl: "Beyyinât" lâfzı, "cem-i kıflet" (azlık bildiren çoğul) dur. Bu ise, bu makama uygun düşmez. Cevap: Biz bu kelimenin cem'-i kıllet olduğunu kabût etmiyoruz. Allah en iyisini bilendir. Hak teâlâ'nın, "Ve onu, Rûhû'l-Kudüs ile destekledik" beyanı hakkında iki mesele vardır: Hicâzlılar bu kelimeyi şeddeli, Benî Temîm ise, şeklinde telaffuz etmişlerdir. Bunun tefsiri hususunda bazı görüşler ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: Hasan el-Basrî, lâfzından maksat Allah; rûh lafzından maksat ise, Cebrail olduğunu söylemiştir. Burda-ki izafet teşrif içindir. Bunun manası, "Hazret-i İsa'ya işinin başında, ortasında ve sonunda Cibril vasıtasıyla yardımcı olduk" demektir. İşin başında yardımcı olmasının delili, Hak teâlâ'nın, "Ona, ruhumuzdan üfledik" (Tahrim, 12) buyurmasıdır. İşin ortasında yardımcı olmasının delili, Hazret-i Cibril'in ona ilimleri öğretmesi ve onu düşmanlarından korumasıdır. İşin sonunda yardımcı olmasının delili ise şudur: Yahudiler Hazret-i İsa'yı öldürmek istediklerinde Cibril (aleyhisselâm) ona yardımcı olmuş ve onu göğe yükseltmiştir.Rühu'l-Kudüs'ün Cebrail olduğuna delil ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki, onu Rûhul-Kudüs indirdi" (Nahl, 102) âyetidir. İkinci Görüş: Bu görüş İbn Abbas'dan nakledilmiştir. Buna göre Rûhu'l-Kudüs, Hazret-i İsa'nın kendisiyle ölüleri diriltmiş olduğu isimdir. Üçüncü Görüş: Bu Ebu Müslim'in görüşüdür. Buna göre kendisiyle Hazret-i İsa'yı desteklemiş olduğu Rûhu'l-Kudüs'ün Allah'ın Meryem'e üflediği temiz rûh olması ve Hazret-i İsa'yı bu rûh sebebiyle, erkek ve dişinin nutfelerinin bir araya gelmesiyle yaratmış olduğu diğer varlıklardan ayırmış olması caizdir. Daha sonra Hak teâlâ, "Eğer Allah dileseydi, onlardan sonra gelen ümmetler, o apaçık deliller kendilerine geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: Bu âyetin kendinden öncekilerle münasebeti şudur: Bu peygamberlerin kavimleri, kendilerine apaçık deliller geldikten ve naklî aktî deliller ortaya çıktıktan sonra ihtilâf etmişlerdir. Böylece onlardan bir kısmı iman, bir kısmı da inkâr etmiştir. İşte bu ihtilâf sebebiyle birbirlerine girmiş ve muharebe etmişlerdir. Bütün hâdiselerin Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğuna hükmedenler, bu âyetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Eğer Allah, onların savaşmamalarını istemiş olsaydı, onlar savaşmazlardı. Buna göre mâna, "Savaşmamak, " Allah'ın savaşmamayı dilemesinin bir neticesidir. Lâzımın bulunmayışı, melzûmun bulunmayacağına delâlet eder. Binaenaleyh, bunlar arasında böyle bir savaş (melzûm) meydana geldiğine göre biz, savaşmamayla alâkalı ilâhî meşîet ve irâdenin (lâzım) bulunmadığını, aksine, bulunan şeyin savaşmayı istemesi olduğunu anlamış oluruz. Savaşmanın bir ma'siyet olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh bu küfür, iman, tâat ve isyanın Allah'ın kaza, kader ve meşîetiyle olduğuna; kâfirlerin öldürülmelerinin ve onların mü'minlerle savaşmalarının, Allah'ın iradesiyle olduğuna delâlet eder. Mutezile, yapılan bu istidlale cevâp vermek isteyerek, şöyle demiştir: Bu âyetten maksat, kâfirlerin öldürüp savaştıklarında, onların elde ettikleri muzafferiyetin Allah tarafından olmadığını beyân etmektir. Bu maksat, "Allahü Teâlâ isteseydi onları helak edip yok ederdi" veya, "isteseydi onların kuvvet ve kudretlerini alıp götürürdü" veyahut da, "...İsteseydi Allah, onları cebren ve zorla savaşmaktan alıkordu" denilmek suretiyle de elde edilirdi. Durum böyle olunca, Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinden maksadın, O'nun bu çeşit meşîetleririn bulunduğunu ortaya koymak olur. Bu, şöyle denilmesine benzer: Eğer devlet reisi isteseydi, onun memleketinde mecûsiler ateşe tapmaz, hristiyanlar da şarap içmezlerdi.. Buradaki meşîetten murad, zikrettiğimiz meşîettir. İşte, âyette de böyledir. Daha sonra, Kâdî, Mutezile tarafından verilen bu cevâbı iyice pekiştirerek şöyle der: Meşîet, birtakım vecihlere göre bulunup, bir takım durumlara göre de bulunmayınca, zahirde, husûsi bir veçhe, duruma delâlet söz konusu olmaz. Özellikle, bu çeşit meşîetler, birbirlerinden farklı ve birbirine zıt olurlar. Cevap: Meşietlerin çeşitleri her ne kadar birbirinden farklı ve değişik olsalar bile, ne var ki bunlar, meşîet sözünde müşterektir. Âyette, şart sadedinde getirilmiş olan meşîet, hususî bir meşîet değil, umûmî bir mânadaki meşiettir. Binaenaleyh bu müsemmânın (meşîet sözünün) bulunmuş ve tahakkuk etmiş olması gerekir. Meşîeti hususî bir meşîetle, yani helak etme meşîeti veya güç ve kuvveti selbetme meşîeti veyahut da kahr ve icbar etme meşîeti ile tahsis etmek, mutlak olan meşîeti mukayyet hâle getirmek olur ki, bu da caiz değildir. Tahsis etmek lâfzın zahirinin hilâfına bir hareket olduğu gibi, bu aynı zamanda kesin olan delilin hilâfına da bir hareket olur. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ, savaşın meydana geleceğini bildiği zaman, -oysa ki, savaşın olmaması halinde savaş olacağını bitmek menfi ile müsbetin, selb ile îcâbın arasını cem etmek olur- savaşın olacağını bilmesi durumunda, eğer Allahü Teâlâ savaşmamayı dilemiş, murad etmiş olsaydı, bu durumda Allahü Teâlâ menfî ile müsbetin arasını cem etmeyi irâde etmiş olurdu ki, bu imkânsızdır. Böylece, âyetin zahirinin, onların görüşlerinin zıddına olduğu ve katî olan aklî delilin de onların görüşlerinin zıddına olduğu ortaya çıkmış olur. Muvaffakiyet Allah'tandır. Cenâb-ı Allah daha sonra, "Fakat İhtilâfa düştüler. Neticede onlardan bir kısmı iman etti, kimi de küfre saptı" buyurmuştur. Biz âyetin başında, mânanın, "Şayet Allah dileseydi, onlar ihtilâf etmezlerdi. İhtilâf etmediklerinde de birbirlerini öldürmezlerdi. İhtilâfa düştüklerinde, kaçınılmaz olarak birbirlerini öldürmüşlerdir" şeklinde olduğunu zikretmiştik. Bu âyet, fiilin, ancak sebebin meydana gelmesinden sonra tahakkuk edeceğine, çünkü anlaşmazlığın savaşmayı gerektireceğinin açık olduğuna delâlet etmektedir. Buna göre mânâ, "onların din konusundaki ihtilâfları, onları savaşmaya birbirlerini öldürmeye sürükler" şeklindedir. Bu da, bu savaşmanın ancak bu sebepten dolayı meydana geldiğini; bu sebep her ne zaman bulunursa, savaşmanın da meydana geleceğini gösterir. Yine bu izah, sebep bulunduğu zaman fiilin meydana gelmemesinin imkânsız olduğuna; sebep bulunduğunda fiilin meydana gelmesinin vâcib olduğuna delâlet eder. Bu sabit olunca, herşeyin Allah'ın kaza ve kaderiyle meydana geldiği ortaya çıkar. Çünkü sebepler mutlaka, Allahü Teâlâ'nın kulda teselsülü önlemek için yaratmış olduğu bir sebebe dayanmaktadır. Böylece ayet-i kerime yine bu açıdan da, bizim görüşümüzün doğruluğuna delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Fakat Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi" buyurmuştur.Eğer, "Tekrar etmedeki fayda nedir?" denilirse, deriz ki: Vahidî (r.h.) şöyle demiştir: "Allahü Teâlâ bunu, sözünü te'kid ve bu fiili kendi başlarına yaptıklarını, bunda Allahü Teâlâ'nın kaza ve kaderinin söz konusu olmadığını iddia eden kimseleri yalanlamak için tekrarlamıştır." Cenâb-ı Hak daha sonra, "Fakat Allah, dilediğini yapar" buyurmuştur. Buna göre O, dilediğini muvaffak kılar, dilediğini de yardımsız ve çaresiz bırakır. O'nun fiiline hiç kimse itiraz edemez. Âlimlerimiz bu âyeti Allahü Teâlâ'nın mü'minlerin imanının yaratıcısı olduğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: Muarızımız, Allahü Teâlâ'nın mü'min kimseden imanı dilemiş olmasını uygun görmektedir. Âyet de, Allahü Teâlâ'nın istediği her şeyi yapacağına delâlet eder. Binaenaleyh, mü'minlerin imanının yaratıcısının Allah olması gerekir. Yine âyet, Allahü Teâlâ'nın dilediği herşeyi yapacağına delâlet ettiğine göre, eğer Allah kâfirin de iman etmesini dilemiş olsaydı mutlaka kâfirlerde imanı yaratırdı ve onlar da mü'min olurlardı. Durum böyle olmadığına göre, bu Allahü Teâlâ'nın kâfirlerin iman etmelerini irâde etmediğine delâlet eder. Binaenaleyh bu âyet Allahü Teâlâ'nın amelleri yarattığı ve kâinatı irâdesine göre idare ettiği meselesine delâlet eder. Mu'tezile, mutlakı mukayyet hale getirerek şöyle demektedir: "Bundan murad, Allah kendisinin fiillerinden dilediğini yaratır" demektir. Bu görüş aşağıdaki bakımlardan zayıftır: a) Bu, mutlakı takyit etmektir. b) Bu kayıtlamaya göre âyet, vazıh olanı beyan etmiş olur. Bu durumda da âyetin manası, "O, yaptığı şeyleri yapar" şeklinde olur. c) Bu durumda hiçbir şey, Allahü Teâlâ'nın böyle vasfedilmesi hâlinde, O'nun kudretinin tanrılığına ve mertebesinin ululuğuna bir delil olmaz. Allah en iyisini bilendir. |
﴾ 253 ﴿