254"Ey iman edenler, içinde ne bir alışveriş, ne bir dostluk, ne de bir şefeât bulunmayan bir gün gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infâk ediniz... Kâfirler zulmedenlerin tâ kendileridir " . Bil ki insana en zor gelen şey, savaşta canını, hayır yolunda da malını harcamasıdır. Hak teâlâ biraz önce savaş ile ilgili husustan bahsedince, bunun peşinden infakı emretmiştir. Burada bir başka husus daha vardır ki, o da şudur: Allahü Teâlâ önceki âyetlerde, Ve, Allah yolunda savaşınız" (Bakara, 244) buyurarak savaşı emretmiş; onun hemen peşine de, "Kim Allah'a güzel bir borç verirse..." (Bakara, 245) âyetini getirmiştir. Bundan maksadı, cihâd hususunda mal harcanmasıdır. Daha sonra Allahü Teâlâ ikinci kez savaşla ilgili emrini te'kid etmiş, bu hususta Tâlût kıssasına yer vermiş, yine bunun peşine de cihâd hususunda infâkta bulunulması emrini getirmiştir ki, bu da Hak teâlâ'nın, "Ey İman edenler, infak ediniz" buyruğudur. Âyetin mâkabliyle olan münasebetini bu şekilde öğrendikten sonra biz deriz ki, âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Mutezile, Hak teâlâ'nın, "Size rızık olarak verdiklerimizden infak ediniz" emriyle, sadece helâl olan şeyin rızık olacağına istidlal edip demişlerdir ki: Allahü Teâlâ, rızık olan her şeyden infak edilmesini, bilittifâk emretmiştir. Ama, haram olan şeyin infâkı caiz değildir. Bu da, haram şeyin rızık olamıyacağını kafi olarak ifâde eder. Âlimlerimiz ise, Mûtezile'nin bu görüşüne mukabil şöyle demişlerdir: Âyetin zahiri, her ne kadar rızık olan her şeyin infâk edilmesini emrettiğine delâlet etse bile, ne var ki biz bu emri, helâl olan her rızkı infâk etmekle ilgili bir emir olduğunu söyleyerek, tahsis ediyoruz. Âlimler Hak teâlâ'nın "İnfâk ediniz.." buy- ruğunun, zekât gibi farz olan infâka mı tahsis edildiği, yoksa ister farz, ister mendub olsun, her türlü infâk hakkında umûmî bir ifâde mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Hasan el-Basri, bu emrin zekâta tahsis edildiğini söyleyerek, şunu belirtir: "Hak teâlâ'nın, ne bir alış veriş, ne de bir dostluk bulunmayan bir gün gelmeden önce..." beyanı, sadece farz olan infâkta ilgili olan bir va'ad ve vaid gibidir. Ekseri âlimler ise, bu emrin hem vâcib hem de mendûb olan emri ihtiva edip-Âyette herhangi bir vaîdin bulunmadığı görüşündedirler. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Dünyada olduğunuz müddetçe, ahiretle ilgili faydaları elde etmeye çalışın. Çünkü siz dünyadan ayrıldığınızda bu faydaları ahirette elde etmeniz ve kazanmanız mümkün olmaz". Bir üçüncü görüşe göre de bu emirden murad, cihâd hususundaki infaktır. Bunun delili ise, infakla ilgili emrin cihâd ile ilgili emirden sonra getirilmiş olmasıdır. Binaenaleyh, bu emirden murad, cihâd ile ilgili infâk olmuş olur. Bu Esamm'ın görüşüdür. İbn Kesîr ve Ebû Amr, hem burada hem İbrahim sûresinde, (İbrahim, 31) hem de Tûr sûresinde, "Orada ne anlamsız bir söz, ne de bir günaha sokma vardır... "(Tûr, 23)şeklinde nasb ile okumuşlardır. Diğer kıraat imamları ise, bunların hepsini "ref" ile okumuşlardır. Nasb ve ref ile okuma arasındaki farkı, Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 197) âyetinin tefsirinde söylemiştik. Âyetten kastedilen şudur: İnsan, ahirete yapayalnız gelecektir. Yanında, dünyada kazanmış olduğu şeylerden hiçbirşey bulunmaz. Nitekim Cenâb-ı Hak "Andolsun, siz defa nasıl yaratmışsak, işte öylece yapayalnız bize geleceksiniz. Ve size vermiş olduğumuz şeyleri de arkanızda bırakarak.."(Enam, 94) ve "Biz onun söylediğine mirasçı olacağız ve o, bize tek başına gelecektir" (Meryem, 80) buyurmuştur. Hak teâlâ'nın, "O günde alışveriş yoktur" buyruğu ile ilgili iki izah vardır: a) Buradaki bey' fidye manasındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O gün sizden bir fidye alınmaz" (Hadid, 15) "Ondan bir fidye kabul edilmez "(Bakara, 123) ve "Her türlü fîdyeyi verse bile, bu o kimseden kabul edilmez" (En'am, 70) buyurmuştur. Buna göre Hak teâlâ sanki şöyle demiştir: "Herhangi bir ticaretin yapılamıyacağı ve böylece de, kendisiyle fidye verilerek ilâhî azâbtan kurtulunacak bir kazancın bulunmayacağı o gün gelmezden önce...." b) Mânanın şu şekilde olmasıdır: "Herhangibir ticaretin ve alışverişin olmayacağı, böylece de mal namına hiç bir şeyin kazanılamıyacağı gün gelmezden önce, mülkünüzde olan mallarından kendiniz için önceden yollayın, infâk edin...." Hak teâlâ'nın, "Dostluk da yoktur" sözünün mânası, "Sevgi", "meveddet" demektir. Bunun benzeri âyetler de, "Dostlar o gün birbirlerine düşmandırlar. Müttakiler hariç... "(Zuhruf. 67) 'Aralarındaki bütün bağlar kopmuştur" (Bakara. 166);"Kıyamet gününde birbirinizi inkar edecek, yine bir kısmınız bir kısmınızı lanetleyecek" (Ankebût, 25), kâfirlerden nakledilerek, "Artık bizim için ne bir şefaatçi vardır, ne de candan bir dost... "(Şuara, 100-101) şeklinde gelen ayetler ile, "Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur" (Bakara, 270) ayetidir. Hak teâlâ'nın, "Şefâât da yoktur" sözü, her çeşit şefaatin bulunmamasını gerektirir. Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, beyanı, herkes hakkında umumî bir ifâdedir. Ne var ki diğer deliller, mü'minlerin arasında bir sevgi ve muhabbetin bulunacağına ve mü'minlere şefaat edileceğine delâlet etmektedir. Biz bu hususu, Allahü Teâlâ'nın, "Kimsenin kimseye faydasının dokunamıyacağı, hiç kimseden bir fidye ve şefaatin kabul edilmeyeceği bir günden sakınınız "(Bakara, 123) âyetinin tefsirinde açıklamıştık. Bil ki kıyamet gününde dostluğun ve şefaatin bulunmamasının pekçok sebebi vardır: a) Allah'tı Teâlâ'nın. "O gün onlardan herbirinin kendisine yetecek bir işi vardır"(Abese, 37) âyetinde de belirttiği gibi, herkes kendi nefsiyle meşguldür. b) Allahü Teâlâ'nın, "(O zelzeleyi) gördüğünüz gün, , emzikli her kadın emzirdiğini unutacak, gebe olan her kadın yükünü düşürecek; insanları sarhoş gibi göreceksin. Halbuki onlar sarhoş değillerdir... "(Hacc. 2) âyetinde de belirttiği gibi, şiddetli bir korku herkesi kuşatır. c) Kâfirin küfrü, fasıkın da fıskı sebebiyle kendilerine azâb geldiğinde, o kimseler bu iki şeye kızarlar. Onlar bu iki şeye kızınca, bu iki sıfatla mevsuf olan herkese kızarlar. Küfr (İnkâr) İle Zulüm Arasındaki Münasebet Hak teâlâ'nın, "Kâfirler zulmedenlerin ta kendileridir" buyruğuna gelince, Atâ İbn Yesar'ın"O zâlimler, kâfirlerin ta kendileridir" demeyip de, diyen Allah'a hamdolsun" dediği nakledilmiştir. Âlimler bu âyetin tefsiri konusunda şu te'villeri ileri sürmüşlerdir: Allahü Teâlâ'nın, "Ne dosttuk, ne de bir şefaat vardır" ifâdesi, kıyamet gününde, mutlak olarak dostluğun ve şefaatin bulunmadığı zannını verir. Binaenaleyh Hak teâlâ, bu yokluğun kâfirlere mahsus olduğuna delâlet etsin diye, bu sözün hemen peşinden "kâfirler, zâlimlerin ta kendileridir" buyurmuştur. Bu açıklamaya göre âyet, fasıklar hakkında şefaatin bulunduğuna delâlet etmektedir. Kâdî, bu görüşün doğru olmadığını, çünkü Hak teâlâ'nın beyanının yeni başlayan bir söz olduğunu, binaenaleyh kendisinden önceki ifadelerle bir ilgisinin bulunmamasının gerektiğini söylemiştir. Kâdî'nin bu görüşüne şu şekilde cevap veririz: Eğer biz bu sözün yeni başlayan müstakil bir kelâm olduğunu kabul edersek, Allah'ın kelâmına "hulf" (mantığa ve mâkûl olana zıtlık) arız olmuş olur. Çünkü, kâfir olmayanlar da bazan zâlim olabilir. Ama biz bu ifâdeyi, kendinden öncekilerle irtibatlı düşünürsek böyle bir müşkil ortadan kalkmış olur. Binaenaleyh, âyetin mâkabliyle irtibatlı düşünülmesi gerektiğine hükmetmek lâzımdır. Kâfirler cehenneme girdiklerinde o azâbtan kurtulamazlar. Binaenaleyh Allahü Teâlâ onlara, o azabla zulmetmiş olmaz. Aksine onlar, küfrü ve fıskı tercih ettikleri, böylece de bu azaba müstehak oldukları için, kendilerine zulmeden kimseler olmuşlardır. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, "Onlar, yaptıkları şeyleri hazır bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye haksızlık etmez (Kehf, 49) âyetidir. Kâfirler, kendilerinin son derece muhtaç olacakları ve ihtiyaç içinde kalacakları bir gün için hayr u hasenatta bulunmayı terkettikleri için zâlim olmuşlardır. "Ey hayatta bulunanlar, onların bu kötü seçimleri hususunda, sakın onlara uymayın! Aksine sizler kıyamet gününde Allah'ın azabından nefislerinizi kurtarmanız için fidye olacak şeyleri, kendiniz için önceden yollayın, yapın!..." Kâfirler, işleri yerli yerinde yapmadıkları için, kendilerine zulmetmişlerdir. Çünkü onlar şefaati, Allah katında şefaat etme hakları bulunmayan varlıklardan beklemişlerdir. Çünkü onlar putlar hakkında, "İşte bunlar, Allah katında bize şefaat edecek olanlardır" (Yûnus, 18) Ve "Biz onlara ancak, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" (Zümer, 3) demişlerdir. Binaenaleyh, kim bir nesneye tapar ve, onun kendisine Allah katında şefaat etmesini beklerse, iyiliği, kendisinden beklenilmesi caiz olmayan kimselerden beklediği için nefsine zulmetmiş olur. Zulümden murad, infâkta bulunmamaktır. Nitekim Hak teâlâ, "Su iki bağ mahsûlünü vermiş ve bundan hiçbir şeyi eksik bırakmamışlardı"(Kehf, 33), yani, "mahsulünü verdi, kaçınmadı" buyurmuştur. Buna göre âyetin mânası, "Kâfirler, Allah yolunda infâkı terkeden kimselerdir" şeklinde olur. Ama müslümana gelince, az veya çok, mutlaka bir şey infâk etmesi gerekir. (......) ifâdesinin mânası, "Onlar, zulümde kâmil ve bu hususta çok ileri derecelere varmışlardır" şeklindedir. Nitekim, denilir. Yani, "Kelâmcılardır ilimde en mükemmel kimseler" demektir. İşte burada da böyledir. Bu izahların pek çoğunu Kaffâl (r.h.) anlatmıştır. Allah en iyisini bilendir. |
﴾ 254 ﴿