256"Dinde zorlama yoktur. Gerçekte, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâgûtu inkâr edip de, Allah'a iman ederse, o, muhakkak ki kopmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işittci ve kemâliyle bilicidir" . Bu ayetle ilgili iki mesele vardır: (ed-dîn) kelimesindeki eliflam hakkında âlimler şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir: a) Bu elif lâm, ahd ifâde eder. b) Hak teâlâ'nın, "Muhakkak cennettir onun varacağı yer" (Naziat, 41) ayetinde olduğu gibi, takdirinde olup, eliflâm muzâfın ileyhden ivazdır. Yani, "Allah'ın dini..." demektir. Bu ayetin tefsiriyle ilgili şu görüşlere yer verilmiştir: Birinci Görüş: Bu, Ebu Müslim ve Kaffal'in görüşüdür. Bu görüş Mutezile'nin kaidelerine en uygun bir görüştür. Buna göre âyetin mânası, "Allahü Teâlâ iman etme meselesini mecburiliğe ve zorlamaya bağlamamış, aksine onu, kulun kudret ve irâdesine bağlamıştır. Daha sonra Kaffâl, maksadın bu olduğu hususunda şu şekilde istidlal etmiştir: Allahü Teâlâ tevhidin delillerini çok açık, gönüllere şifa verici ve her türlü mazereti sona erdirecek bir biçimde beyan edince, bundan sonra şöyle demiştir: Bu delillerin izah edilmesinden sonra kâfirin imana zorlanması ve mecbur edilmesi durumu hariç, küfrünü sürdürme hususunda bir mazereti kalmamıştır. Bu da, bir imtihan yurdu olan şu dünyada tatbik edilmesi caiz olmayan şeylerdendir. Çünkü dine icbar ve zorlamada, imtihan ve sınamanın yok olması mânası bulunmaktadır. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın 'İsteyen iman etsin, isteyen de inkâr etsin" (Kehf, 29); "Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki kimselerin hepsi topyekün muhakkak ki iman ederdi. Böyle iken sen, hepsi mü'min olsunlar diye insanları zorlayıp duracak mısın?" (Yunus, 99) ve "Onlar mü'min olmayacaklar diye, nerdeyse kendine kıyacaksın.. Eğer biz dileseydik, onların üzerine gökten bir ayet indirirdik de, onların boyunları bunun karşısında eğiliverirdi" (Şuarâ, 3-4)âyetleridir. Allahü Teâlâ'nın bundan sonra, buyurmuş olması da, bu görüşü te'kid eder. Bundan sonra geriye, ancak zorlama, mecbur etme ve icbar etme durumu kalır ki, teklife münafi (aykırı) olur gerekçesiyle bu da caiz değildir. İşte bu görüşün izahı bundan ibarettir. İkinci Görüş: İkrah, müslüman bir kimsenin kâfire, ya iman edersin ya da seni öldürürüm demesidir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "dinde zorlama yoktur" buyurmuştur. Ehl-i kitâb ile mecûsiler hakkındaki hükme gelince, cizye vermeyi kabul ederlerse, onları öldürmek caiz olmaz. Ama diğer kâfirlerin yahudi veya hristiyan olmaları halindeki hükme gelince, fukahâ bu hususta ihtilâf ederek, bazıları, "Onlardan cizye vermeleri istenir. Cizyeyi kabul etmeleri halinde onları öldürmek caiz olmaz" demişlerdir. Bu görüşte olanlara göre, Hak teâlâ'nın buyruğu bütün kâfirler hakkında irâd edilmiş umûmî bir hüküm olmuş olur. Fakîrlerden, "Diyer kâfirler yahudi veya hristiyan olduklarında onlara, cizyeyi kabul etmeleri teklif olunmaz" diyenler de vardır. Bu görüşe göre, bunlar hakkında "ikrah" sahîh ve Hak teâlâ'nın ifadesi de, sadece ehl-i kitaba tahsis edilmiş olur. Üçüncü Görüş: "Savaştan sonra dini kabul eden kimselere, "O, zoraki dine girmiştir" demeyiniz. Çünkü harpten sonra o kimse dine girmeye razı olur ve İslâm'ı kabul etmesi de gerçek ve doğru olursa, o kimse mükreh sayılmaz. Buna göre âyetin mânası, "Onları ikraha nisbet etmeyiniz" şeklinde olur. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın. 'Size selâm verene, "Sen mü'min değilsin" demeyiniz.."(Nisa, 94) âyetidir. İman ve Küfür Meydana Çıkmıştır Hak teâlâ'nın "Gerçekte iman ile küfür, apaçık meydana çıkmıştır" buyruğu hakkında da, iki mesele vardır: Bir şey açık seçik ortaya çıktığında (......) denilir. Bir şey bütün açıklığı ile meydana çıktığı zaman söylenen (......) ifâdesi de bu mânadadır. Buna göre, kastedilenle edilmeyeni birbirinden ayırıp, açtığı için izah ve tarif de "beyân" diye adlandırılır. Arapça'da (......) kelimesinin manası, hayra isabet ederek, onu elde etmek demektir. Kelimenin iki kullanılışı vardır: Bunlar da bablarıdır. (......) kelimesi de (......) kelimesi gibi, bir masdardır. (......) kelimesi ise, "rüşd"ün zıddına denilir. Bir kimse doğru ve müstakîm olmayan bir yola sülük ettiğinde, (......) denilir. (......) sözünün mânası, "imana delâlet eden delillerin ve hüccetlerin çok olması sebebiyle hak bâtıldan; iman küfürden; hidâyet sapıklıktan ayrıldı" demektir. Kâdî ise: (......) ifâdesinin mânası, o, delillerle ortaya çıktı ve açık oldu; yoksa her mükellef onu kavradı, ona muttali oldu manasında değil.... Çünkü bu, zaten malûm ve bilinen bir şeydir.." demiştir. Ben de derim ki, biz (......) kelimesinin manasının, ayrıldı, belli oldu, seçildi şeklinde olduğunu söylemiştik. Buna göre âyetten kastedilen mâna nakli delillerin kuvveti ve aklî delillerin desteği sayesinde, "rüşd" ile "gayy" arasında tam bir ayrılık meydana gelmiştir, şeklindedir. Buna göre lâfız da zahirine göre bir mâna almış olur. Hak teâlâ'nın, "Kim tâgûtu inkâr edip de..." buyruğuna gelince, nahivciler tâgût kelimesinin vezninin veznin de olduğunu söylemişlerdir. Tâgût kelimesinde "tâ" harfi, zaiddir. Tâgût kelimesi (azdı, saptı, haddi aştı, taştı) kelimesinden iştikak etmiştir. Bu kelimenin takdiri ise şeklindedir, ancak-ne var ki fiilin lâme'l fiili, Arapların kalbetme (kelimeyi başka bir şekle sokma) hususundaki adetlerinde olduğu gibi, ayne'l-fiiline döndürülmüştür. Meselâ kelimelerinde olduğu gibi... Buna göre şekline dönüşmüştür; birinci kalıpta vâv harfi harekeli olup, ikinci kalıpta da makabli meftun olduğu için, vâv harfi elif harfine çevirilmiş, böylece de şeklini almıştır. Müberred ise, "Tâgût kelimesi hakkında söylenilen görüşlerin bana göre en doğru olanı, bu kelimenin cemi olmasıdır" demiştir. Ebu Ali el-Farisî ise; "Durum bize göre böyle değildir. Çünkü tâgût kelimesi, kelimeleri gibi, bir masdardır. O kelimeler müfred oldukları gibi, bu isim de cemi değil müfreddir. Bunun müfred bir masdar olduğuna, Hak teâlâ'nın "Onların dostları fagottur" (Bakara. 257) ifâdesi de delâlet etmektedir. Nitekim (onlar âdildirler) veya (Onlar razıdırlar) denilir. Yani burada da, cemî durumunda müfred getirilmiştir" demiştir. Nahivciler sözlerine devamla, bu lâfzın hem müfred, hem de cem için kullanıldığını söyleyerek şu delilleri getirmişlerdir: Hak teâlâ'nın, "Onu inkar etmekle emrolundüklan halde, yine tâğûtun huzurunda muhakeme olunmalarını iseterler" (Nisa, 60) âyetinde müfred olarak; fitlere gelince, onların dostları tâğûttur" (Bakara, 257) âyetinde de cem makamına getirilmiştir. Nahivciler sözlerine devamla şöyle derler: Bu kelimede aslolan, onun müzekker olmasıdır. Ama, Hak teâlâ'nın, "Tâğût'tan ona tapmaktan kaçınıp..." (Zümer, 17) âyetinde, bu kelimeyle "ilâhlar" manası murad edildiği için müennes getirilmiştir. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Müfessirler "tâgût" hakkında beş görüş zikretmişlerdir: 1) Ömer, Mücahid ve Katâde'ye göre şeytandır. 2) Saîd İbn Cübeyr kâhin olduğunu söylemiştir. 3) Ebu'l- Âliye'ye göre sihirbazdır. 4) Bazıları da "putlardır" demişlerdir. 5) Cinlerin ve insanların taşkınlıkları olup, azan, haddi aşan her şeydir. Bunun tahkiki şöyledir: Bu şeylerle bir araya gelindiğinde tuğyan ve azgınlık hasıl olduğundan, bu şeyler tuğyan ve azgınlık için birer sebep olmuş olurlar. Nitekim şu âyet-i kerimede olduğu gibi "Rabbim, muhakkak ki bu putlar, insanlardan pekçoğunu sapıttılar (İbrahim, 36).Allahü Teâlâ'nın, "Ve Allah'a iman ederse" buyruğuna gelince, bunda kâfirin önce inkârdan tevbe edip, bundan sonra iman etmesi gerektiğine bir işaret vardır. Allahü Teâlâ'nın, "O muhakkak ki kopmayan en sağlam kulpa yapışmıştır" beyanına gelince, bil ki: Bir kimse bir şeye tutunduğu zaman denilir. "kulp" kelimesinin çoğulu (......)dır. Meselâ şöyle denilmektedir: "Kovanın kulpu" ve "kadehin kulpu.." Kulpun böyle isimlendirilmesinin sebebi ise, (......) kelimesinin kendisine tutunulan, temessük edilen bir şey olmasıdır, (......) kelimesi ise, (......) kelimesinin müennesidir. Bu, (istiâretu'l mahsûs li'l-ma'kûl) (yani: Aklî olan bir meseleyi, hissî olan bir şeye benzeterek teşbih etmektir). Çünkü bir şeyi tutmak isteyen kimse, onun kulpuna tutunur. Burada da böyledir; bu dine tutunmak isteyen kimse, ona delâlet eden delillere yapışır. İslâm'ın delilleri, delillerin en güçlüsü ve en açığı olunca, bu delillerin diye isimlendirilmesi gerekmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "kopmayan.." sözüne gelince, bunda birkaç mesele vardır: (......) kelimesi, koparmaksızın bir şeyi kırmaktır. (......) kelimesi (......) fiilinin mutavaatı (edilgeni) olup, "Onu kırdım, o da kırıldı" denilir. Bu lâfızdan maksat ise, mübalağadır. Çünkü, bu kulpun kırılması olmayınca, koparılması ve (yerinden sökülmesi) haydi haydi olmaz.. Nahivciler şöyle demişlerdir: Âyetin nazmı esasen şöyledir: "Kopması olmayan en sağlam kulpa.." Ama Araplar (bazan) gibi ism-i mevsûl ve edatları izhar etmiyorlar, buna karşılık onların sılalanyla yetiniyorlardı. Meselâ şair Selâme İbn Cendel şöyle demiştir: "İftihar ederek, kendileriyle kanlar akıtmış olduğum 6 savaş atlarının boynu sanki, selâmlamak için dikilmiş olan taşlar gibidir". Yani, demektir. Cenâb-ı Hak da şöyle buyurmuştur: "Bizden istisnasız herkesin belli bir makamı vardır" (Saffât 164). Yani "ki, o kimsenin vardır" takdirindedir. Cenâb-ı Hak daha sonra şöyle buyurmuştur: "Allah hakkıyla işitici ve kemâliyle bilicidir." Bu ifâde hakkında tki görüş vardır: Birinci Görüş: Bunun manası, "Allah, şehâdeteyni söyleyen kimsenin sözüyle, küfür izhar eden kimsenin sözünü duyar; mü'minin kalbindeki temiz itikâd ile kâfirin kalbindeki pis itikadı bilir" şeklindedir. İkinci Görüş: Atâ'nın İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet ettiğine göre, İbn Abbas şöyle demiştir: "Allah'ın Resulü, ehli kitaptan Medine'nin etrafında bulunan yahudilerin müslüman olmalarını istiyordu. Gizli ve açık bir şekilde Allah'tan bunu diliyordu". Buna göre buyruğunun manası, Allah, "Ey Muhammed, senin duâ talebini duyuyor, buna olan istek ve gayretini biliyor" şeklinde olur. |
﴾ 256 ﴿