257

"Allah, iman edenlerin velistdir. Onları karanlıklardan nura çıkarır, . Kâfir olanların dostları ise, tâğûttur. O da onları, nurdan karanlıklara çıkarır. İşte onlar, cehennemliktirler. Orada ebedî kalıcıdırlar" .

Bu âyette iki mesele vardır:

Velî Kelimesinin Manası

(......) kelimesi, ism-i fail anlamında, feîl veznindedir. Bu kelime Arapların şu sözlerinden alınmıştır:"Falanca bir şeyi uhdesine aldı..." Kelimenin" aslı ise, yakınlık mânâsına gelen (......) kelimesinden gelir. Nitekim Hüzelî şöyle demiştir: "Sen yolundan saptırmak isteyen bazı azgın kimseler'sana yâklaşmaksızm, (seni) tehdit etti." Yine bu kelimeden olmak üzere denilir ki, manası, "Benim evim onun evine yakındır" demektir. Sana sevgi ve yardım hisleriyle yaklaşıp seni hiç terketmediği için, yardımcıya da "velî" denilmektedir. Yine, halkın isterini yönettiği, onlara emirler ve yasaklar çıkardığı için şehrin yöneticisine de "vâlî" denilir. (mevlâ) "efendi" kelimesi de bu kökten gelmektedir. Bundan dolayı, dostluğun zıddı anlamında olmak üzere, bir şeyi aştığında, tecavüz ettiğinde söylenilen ifâdesinden gelen (......) kelimesi kullanılır. İşte bundan dolayı "velayet" (dostluk), "adavet"in (düşmanlığın) zıddı olmuştur.

İkinci Mesele

Bizim âlimlerimiz bu âyet ile, Allahü Teâlâ'nın din hususunda mü'mine olan lütuflarının kâfire olan lüflarından daha fazla olduğuna istidlal etmişler ve şöyle demişlerdir: Bu ayet-i kerime, Allahü Teâlâ'nın kesin olarak mü'minlerin dostu olduğuna delâlet etmektedir. Malûmdur ki bir şeyin velisi olan kimse, insanın faydasına ve elde etmek istediği amaç doğrultusunda işlerinin yolunda gitmesine vesile olabilecek olan şeyleri üstlenmiş olan kimse demektir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Onlar, onun hizmetine ehil olmadıkları halde, Mescid-i Haram'dan men edip duruyorlar... O'nun hizmetine ehil olanlar, ancak müttakilerdir" (Enfâl, 34) buyurmuş, Mescid-i Haram'ın bakımını yapıp orayı şenlendiren kimseyi O'nun dostu, velisi addetmiş; kâfirlerin ise O'nun dostu olabilmelerini reddetmiştir. Velî'nin mânası "faydalı işleri tekeffül eden, üstlenen kimse" olup, Allahü Teâlâ da kendisini, hususî olarak mü'minlerin dostu yapınca, Allahü Teâlâ'nın kâfirlerin işlerini tekeffül etmesinden daha fazla olarak, mü'minlerin işlerini uhdesine almış olduğunu anlarız.

Allah'ın Lütfü Hakkında Mutezile nin İddiası

Mûtezile'ye göre ise, Allahü Teâlâ hidâyet, tevfik ve lütuflar hususunda mü'min ile kâfire müsavi davranmıştır. Oysa ki bu âyet, onların görüşlerini iptal etmektedir. Mû'tezile şöyle demiştir: Bu tahsis, şu vecihlerden birine hamledilebilir:

Birinci Vecih: Bu, lûtufların fazlalığı manasına hamledilmiştir. Nitekim Hak teâlâ bu hususu, "Hidayete erenlerin ise, hidayetlerini arttırmıştır" (Muhammed, 17) sözüyle belirtmiştir. Aklî bakımdan ise bunun izahı şöyledir: Hayır ve tâatın bir kısmı, diğerlerine sebep olur. Bu böyledir, çünkü mü'min bir kimse, içinde va'zu nasihat yapılan bir mecliste bulunduğu zaman, onun kalbi huşu, huzu' ile dolup bir hüzne bürünür. Böylece de onun durumu, küfür ve isyanlarla kalbi katılaşmış kimsenin durumundan farklı olur. Bu da, mü'min için olabilecek lûtufların, başkası için olamıyacağtnı gösterir. Böylece, Allah'ın sadece mü'minlerin dostu olması bu mânaya hamledilmiş olur.

İkinci Vecih: Allahü Teâlâ mü'min kimseleri ahirette mükâfaatlandınr ve devamlı nimetleriyle büyük lütuflarını onlara tahsis eder. Böylece âyette bahsedilen tahsis bu mânaya hamledilmiş olur.

Üçüncü Vecih: Allahü Teâlâ, herkesin faydasına olan şeyleri eşit olarak tekeffül etmiş olması mânasında, her ne kadar herkesin velîsi ise de; ne var ki bu velayetten istifâde edenler mü'min kimselerdir. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, "Müttakiler için bir hidâyettir "(Bakara, 2) âyetinde de olduğu gibi, bu âyet mü'minlere tahsis edilmiştir.

Dördüncü Vecih: Allahü Teâlâ, mü'minleri sevmesi mânasında, mü'minlerin velisidir. Allah'ın mü'minleri sevmesinden maksad ise, mü'minlerin kendilerini değil, mü'min kullarının zâtına olan tazimlerini takdir etmesidir.

Lütuf Konusunda Ehl-i Sünnetin Onlara Cevabı

Âlimlerimiz Mû'tezile'nin birinci görüşlerine şu şeklide cevap vermişlerdir: Lütufların fazlalığı mümkün olduğu müddetçe, lütuf, size göre vâcibtir. Halbuki Allahü Teâlâ'nın mü'min kimseler hakkında eda edeceği bir vâcib yoktur. Bu mâna kâfir hakkında, zaten tam manasıyla mevcuttur. Hatta mü'min kendisi vesilesiyle Allah'ın bu fazla lütfunu elde edeceği şeyleri yapmıştır. İkinci sualleri olan Allah'ın ahirette mü'mini mükâfaatlandırması yorumu da uzak bir ihtimaldir. Çünkü mü'minlere ahirette mükâfaat verilmesi, Allah'a vâcibtir. Binaenaleyh mü'minlerin velisi, bu sevabı Allah üzerinde bir hak gören kimse olur. Böylece de, o kimsenin velisi kendisi olur; Allah ise onun velisi olmaz. Üçüncü sual ki Allah'ın velayetinden faydalananın mü'min olduğudur. Ona da şu şekilde cevap veririz: Velayet konusunda, kendisi sayesinde mü'minin kâfirden ayrıldığı bu husus, Allah'tan değil, kuldan sudur etmiş olur. Binaenaleyh bu görüşe göre kulun velisi, başkası değil, bizzat kendisi olur.

Dördüncü suale, yani velayetin burada muhabbet manasına geldiği iddasına cevâbımız ise şöyledir: Muhabbetin mânası, mükâfaat vermektir. Bu, aynı zamanda, ikinci sorudur. Biz buna ikinci sorunun cevâbıyla cevap vermiş olduk.

Allah Müminleri Karanlıktan Nura Çıkarır

Hak teâlâ'nın, "Onları karanlıklardan lûra çıkarır" buyruğu ile ilgili iki mesele vardır:

İmanı Kulun Kalbinde Yaratan Allah'dır

Müfessirter, âyette bahsedilen "zulumât" ve "nûr" kelimesinden maksat, küfür ve imandır. Böylece bu âyet, Allahü Teâlâ'nın insanı küfürden çıkarıp, imana sokan bir zât olduğu hususunda sarih bir delil olmuş olur. Böylece de imanın, Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmesi gerekir. Çünkü iman, şayet kulun yarattığı bir fiil olsaydı, o zaman kul kendisini küfürden çıkarıp, imana sokan kimse olmuş olurdu ki, bu da ayetin sarîh beyanına ters düşerdi. Mû'tezile, buna şu iki şekilde cevap vermiştir:

a) Karanlıklardan çıkarıp nura sokmak, deliller getirmek, peygamberler yollamak, kitaplar indirmek, imana en beliğ bir şekilde teşvik edip küfürden de aynı şiddette sakındırma manasına hamledilmektedir. Kadî şöyle der: Allahü Teâlâ, putlar her ne şekilde olursa olsun insanların sapmalarına sebep olduğu için, 'Rabbim, muhakkak ki onlar, insanlardan çoğunu saptırdılar" (İbrahim, 36) âyetinde saptırma işini putlara nisbet etmiştir. Binaenaleyh, iman eden kimseler için Allah'ın yaratmış olduğu sebeplerin güçlü olmasına rağmen, karanlıklardan nura çıkarma işinin Allah'a nisbet edilmesi daha münasip olur.

b) Karanlıktan nura çıkarma işinin " Allahü Teâlâ'nın, insanları cehennemden cennete döndürmesi" mânasına hamledilmesidir. Kadî: "Bu, hakikate daha yakındır; çünkü ahirette bu konuda meydana gelecek olan şeyler, Allah'ın fiillerindendir. Dolayısıyla sanki o şeyi Allah yapmış olur" demektedir. Mutezile'nin bu görüşlerinden birincisine, şu iki hususla cevâp veririz:

1) Bu nisbet, fiilde hakikat, teşvik ve terğibde mecaz ifâde eder. Aslolan, lâfzı hakikate hamletmektir.

2) Bu teşvik etmeler, eğer vesileyi tercih etmede müessir olursa, râcih olan sebep vâcib, mercûh olan (terkedilen) ise imkânsız olur. Bu durumda da Mutezile'nin görüşü bâtıl olmuş olur. Eğer o vesilenin tercihte bir tesiri yoksa, bunun "çıkarma" diye adlandırılması doğru olmaz.

İkinci görüşleri de şu iki bakımdan reddedilmiştir:

a) Vahıdî: "En'âm süresindeki, 'Karanlıkları ve aydınlığı yarattı"(Enam, 1)ayeti dışında Kur'an'da geçen bütün tabirlerinden Allahü Teâlâ küfür ile imanı kastetmiştir. Çünkü En'âm süresindeki bu ifâdeyle Allah, gece ve gündüzü kastetmiştir" diyerek, sözünü şöyle sürdürmüştür: "Allah, küfrü, idrâk etmeye mâni olma hususunda adetâ zulmet gibi olduğu için, bir "zulmet" imanı da, anlamanın ve idrak etmenin bir sebebi olduğu için, bir "nûr" olarak kabul etmiştir."

b) Mü'mini ateşten döndürüp cennete sokmak, Mutezile'ye göre, Allah'a vâcib olan bir iştir. Binaenaleyh lâfzı bu mânaya hamletmek caiz değildir.

İkinci Mesele

Hak teâlâ'nın buyruğunun zahiri, onların önce küfürde olduklarını, daha sonra da, Allahü Teâlâ'nın onları küfürden çıkarıp imana sokmuş olmasını iktiza eder. Sonra, burada da iki görüş vardır:

Ayetin Nüzul Sebebi

Birinci Görüş: lâfzın zahirine hamledilmesidir. Bu da, bu âyetin, kâfir olup daha sonra müslüman olan kimseye tahsis edilmesi hususudur. Bu görüşte olanlar, âyeti kerimenin sebeb-i nüzulü hakkında pek çok rivayetlerde bulunmuşlardır.

a) Mücâhid şöyle demektedir: "Bu âyet, Hazret-i İsa'ya iman edenlerle küfreden kimseler hakkında nazil olmuştur. Binaenaleyh, Allahü Teâlâ Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i peygamber olarak gönderince, Hazret-i İsa'yı peygamber olarak kabul etmeyenler Hazret-i Muhammed'e iman etmişler; Hazret-i İsa'ya iman edenler de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kabul etmemişlerdir.

b) Âyet, hristiyanların usulüne göre Hazret-i İsa'ya iman edip, daha sonra da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman eden kimseler hakkında nazil olmuştur. Böylece, onlar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman ettiklerinde, Hazret-i isa'ya olan imanları bir zulmet ve bir küfür gibi olmuş olur. Çünkü Hazret-i İsa'da hem beşeriyyet, hem de ulûhiyyet vasfının bulunduğuna, ittihada inanmak, küfürdür. Halbuki Allahü Teâlâ, o kimseleri o zulmetten çıkarıp, İslâm'ın nuruna sokmuştur.

c) Âyet, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmiş olan, bütün kâfirler hakkında nazil olmuştur.

İkinci Görüş: Lâfzın, ister o iman küfürden sonra olsun, isterse böyle olmasın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman eden herkese hamledilmesidir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Her ne kadar onlar kesinlikle karanlık içinde olmasalar dahi, Allahü Teâlâ'nın onları karanlıklardan çıkarıp, nura sokmuş olduğunun söylenmesi de uzak bir ihtimal değildir. Bunun böyle olduğuna hem Kur'an-ı Kerim, hem hadis-i şerif, hem de örf delâlet etmektedir. Bu hususun Kur'an'dan delili, Hak teâlâ'nın, "Siz, ateşten bir uçurumun kenarınında idiniz de, Allah sizi kurtardı"(Al-i İmran. 103) âyetidir. Onların, asla ateşin içinde olmadıkları herkesin malûmu olan bir husustur

Yine Hak teâlâ, "Onlar iman edince, onlardan rüsvayhk azabını giderdik" (Yûnus, 98) buyurmuştur. Halbuki, onlara herhangi bir azâb kesinlikle inmemişti. Allahü Teâlâ, Yusuf (aleyhisselâm)'un kıssası hakkında da, "Muhakkak ki benr Allah'a iman etmeyen bir topluluğun dinini terkettim" (Yusuf, 37) buyurmuştur. Halbuki Yûsuf (aleyhisselâm), asla o dinden olmamıştı.. Ve yine, "Ve sizden kimisi de, ömrün en aşağı olanına götürülür" (Nahl, 70) buyurmuştur. Halbuki onlar asla, ömrün en aşağı ve en rezilinde olmadılar.. Bunun hadisten delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu hususlardır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) diyen bir kimseyi duyduğunda, "Fıtratına göre söyledi.." O adam, dediğindeyse, ateşten kurtuldu Müslim, Salât 9(1/288). dedi. O kimsenin ateşin içinde olmadığı herkesçe bilinen bir husustur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ashabına dönerek...."Çekirgelerin düşüşü gibi ateşe düşüyorsunuz. Ben de sizi ateşe düşmekten korumak için, eteklerinizden tutuyorum Buhâri, Rikâk 26; Müslim, Fedâil. 17-18 (4/1789). demiştir. Onların ise, ateşe üşüşmedikleri herkesin malûmudur. Örfden delile gelince, bu şöyle olur: Baba, bütün malını infak edip harcadığı zaman, oğlu ona, "Sen beni malından çıkardın", yani, "Malından bana hiç birşey bırakmadın, beni mahrum ettin" der. Bundan maksat, oğlu o malın içindeydi de, babası onu onun içinden çıkardı, demek değildir. Bu işin hakikati şudur: Kul, Allah'ın tevfikinden uzak kalırsa, karanlıklar içine düşer.. Böylece de Allahü Teâlâ'nın tevfiki, o karanlıkların o kimseden savuşup gitmesine sebep olur. Savuşturma ile ortadan kaldırma arasında bir tür benzerlik bulunmaktadır. Binaenaleyh bu üslûp, "çıkarmak" ve "uzaklaştırmak" fiillerinin de savuşturma ve kaldırma (def ve ref) manasında kullanılabileceklerini gösterir.

Kafirlerin Dostları Tâğut'tur

Hak teâlâ'nın, "Kâfir olanların dostları iser tâğuttur" buyruğuna gelince, bil ki Hasan el-Basri bu ifadeyi (......) şeklinde okumuş ve bu şekilde okunacağına, bundan sonra gelen lafzıyla istidlal etmiştir. Ne var ki bu, Mushaf'a muhalif, şazz bir kıraattir. Hem biz, bu lâfzın iştikakı meselesinde, bu kelimenin cemi (çoğul) bir lâfız değil, müfred olduğunu açıklamıştık. Hak teâlâ'nın, o da onları, nurdan karanlıklara çıkarır" âyetine gelince, Mutezile bu âyetle küfrün Allah'tan olmadığına istidlal etmişlerdir. Bizim alimlerimiz de şöyle demişlerdir: Allahü Teâlâ, ittifakla mecazi olarak nurdan çıkarıp karanlıklara sokmayı tâğûtlara nisbet etmiştir. Çünkü görüşlerin en açığına göre, tâgûttan murad, puttur. Bunu, Hak teâlâ'nın, "Rabbim, putlar, insanlardan çoğunu'saptırdılar" (İbrahim, 36) âyeti de te'yîd eder. Bu âyette Allahü Teâlâ, saptırma işini putlara isnad etmiştir. Bu nisbet, hem bize hem de size göre ittifakla mecazî bir nisbet olunca, bu sizin lehinize bir delil olmaktan çıkar.Sonra Hak teâlâ "İşte onlar, cehennemliktirler. Orada ebedî kalıcıdırlar" buyurmuştur. Bu ifâdenin sadece kâfirlere yönelik olması muhtemel olduğu gibi, hem kâfirlere, hem de putlara yönelik olması, böylece de hepsi için bir vaîd ve men ifâde etmesi muhtemeldir. Çünkü (......) lâfzı çoğul olup zikredilen şu iki cinse de râci olması doğru olunca, bu ifâdenin ikisine birden raci olması gerekir. Allahü Teâlâ doğruyu en iyi bilendir.

Üç Kıssa

257 ﴿