259

"Allah kendisine hakimiyet verdiği için, İbrahim ile Rabbi hakkında çekişeni görmedin mi? Hani İbrahim: "Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür" deyince O: "Ben de diriltir, öldürürüm" demişti. İbrahim: "Allah güneşi doğudan getiriyor. Haydi sen de onu batıdan getir" deyince ise, o kâfir şaşırıp kalmıştı. Allah zâlimler güruhuna hidayet etmez. Yahut o kimse gibisini ki, o, çatılan çökmüş, duvarları da üstüne yıkılmış bir kasabaya uğramış, "Allah burasını ölümünden sonra nasıl diriltecek?" demiş, Allah da onu yüz yıl ölü bırakmış, sonra da diriltmiş. (Ona), "ne kadar kaldın?" deyince, o da "bir gün, yahud bir günden az" diye söylemişti. Allah: Hayır, yüz yıl kaldın. İşte, yiyeceğine, İçeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Bir de merkebine bak.. İşte böyle yapmamız, seni insanlara ibret nişanesi kılmamız içindir. (Merkebin) kemiklerine bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz. Sonra da onlara et giydiriyoruz" dedi.. O (merkeb dirilip eski haline geldiği) kendisine apaçık belli olduğu zaman şöyle dedi: "Biliyorum ki, Allah şüphesiz herşeye hakkıyla kadirdir.

Bil ki Allahü Teâlâ burada üç kıssadan bahsetmiştir. Bunlardan birincisi yaratıcı zâtı tanımayı, ikincisi ve üçüncüsü ise haşr, neşr ve ba'si isbat etmeyi açıktama hususundadır.

Birinci Kıssa: Hazret-i İbrahim'in Hükümdar (Nemrud)'la Münazarası

Birinci kıssa Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kendi zamanında yaşayan hükümdar ile münazarası olup, işte bu, tefsir etmekte olduğumuz ayettir.

Hak teâlâ'nın "Görmedin mi?" hitabı, muhatabı taaccüb etmeye davet eden bir kelime olup, lâfzı ise istifham lâfzıdır. Bu tıpkı, denilmesi gibidir. Bunun mânası, "Şu işi yapma hususunda, falanca gibisini gördün mü?" şeklindedir.

Hak teâlâ'nın, "İbrahim ile Rabbi hakkında çekişen..." buyruğuna gelince, bu hususta Mücahid, âyette ilgi zamiriyle bahsedilen bu kimsenin Nemrûz (Nemrûd) İbn Kenan olduğunu söylemiştir ki bu, büyüklük taslayan ve rubûbiyyet iddiasında bulunan ilk kimsedir. Âlimler, bu çekişmenin ne zaman olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre bu, putları kırdığında ateşe atılmadan önce olmuştur. Bu görüş Mukâtil'den rivayet edilmiştir.

Bazıları da, bunun Hazret-i İbrahim ateşe atıldıktan sonra olduğunu söylemişlerdir.

(......) (karşılıklı) galebe çalmak isteme"dir. (......) denilir. Yani "Onunla hüccetleştim ve onu yendim.." Hak teâlâ'nın (......) ifâdesindeki zamirin, Hazret-i İbrahim'e râci olması muhtemel olduğu gibi, ta'n eden kimseye (Nemrûz'a) râci olması da muhtemeldir. Birinci ihtimal daha açıktır. Nitekim Hak teâlâ, "Kavmi ona hüccet getirmeye kalkıştı. O dedi ki: "Allah hakkında mı benimle çekişiyorsunuz?" (Enam 80) buyurmuştur. Bunun manası, "Kavmi, Rabbi hususunda onunla çekişmiştir" şeklindedir. Hak teâlâ'nın "Allah kendisine mülk verdiği için" ifâdesine gelince, bil ki bu ifâde hakkında şu iki görüş belirtilmiştir.

Birinci Görüş: ifâdesindeki hâ zamiri, İbrahim (aleyhisselâm)'e râ'cidir. Yani, "Allahü Teâlâ İbrahim'e mülk verdi" demektir. Bu görüşte olanlar kendi görüşlerine şu hüccetleri getirmişlerdir.

Birinci Hüccet: Hak teâlâ'nın, "Muhakkak ki biz İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik. Ve onlara, büyük bir mülk verdik"(Nisa, 54) âyetidir. Yani, "nübüvvet ve Allah'ın dinini ayakta tutma hususunda bir hükümranlık verdik.." demektir.

İkinci Hüccet: Allahü Teâlâ'nın, kendisinin Rab olduğunu iddia eden kâfirlere mülk vermesi caiz değildir.

Üçüncü Hüccet: Zamirin zikredilen iki şeyden en yakın olanına râci olması vâcibtir. İbrahim (aleyhisselâm), zikredilen iki şeyin, zamire daha yakın olanıdır. Binaenaleyh bu zamirin Hazret-i İbrahim'e râci olması gerekir.

İkinci Görüş: Bu müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür. Buna göre, zamir Hazret-i İbrahim'le çekişen o kimseye râcidir. Bu görüşte olanlar, birinci görüştekilerin birinci delillerine, "Bu âyet, mülkün Hazret-i İbrahim'in soyu içinde bulunduğuna delâlet eder. Ayette, mülkün Hazret-i İbrahim'de bulunduğuna dair bir delâlet yoktur" diye cevap vermişlerdir. İkinci hüccetlerine de şu şekilde cevap verirler: Buradaki mülkten murad, dünyada geniş imkân sahibi olmak, muktedir olmak ve zengin olmaktır. Tecrübe de, Allahü Teâlâ'nın bütün bu şeyleri bazan kâfirlere de verdiğine delâlet etmektedir. Allahü Teâlâ'nın o kimseye, mü'minken mülkü vermiş olması, daha sonra da o kimsenin Allah'ı İnkâr etmiş olmasının söylenmesi niçin caiz olmasın? Üçüncü hüccetlerine de şu şekilde cevap verirler: İbrahim (aleyhisselâm), zamire, zikredilen iki şeyin her ne kadar en yakını ise de, ne var ki pekçok rivayet Hazret-i İbrahim'le mücadele eden şahsın hükümdar olduğu istikametinde varid olmuştur. Binaenaleyh zamirin, işte bu bakımdan o kimseye râci olması daha münasiptir. Sonra bu ikinci görüşte olanlar, kendi görüşlerine şu. hususları delil getirmişlerdir:

a) Allahü Teâlâ'nın ifâdesi, şu üç manaya muhtemeldir: Bu manalardan herbiri, "Biz zamirin Hazret-i İbrahim'e değil, o melîke ait olduğunu söylediğimiz zaman" doğru olur. Bu te'villerden biri, mânanın şu şekilde olmasıdır: "Mülkün ona (o melike) verilmesi, onu şımartmış, onun büyüklük taslayıp azmasına sebep olmuş, böylece de o, bundan dolayı çekişmiştii" mânasında olmak üzere"Allahü Teâlâ ona mülk verdiği için, Rabbi hususunda o, Hazret-i İbrahim'le pekişmiştir." Bu mânanın da, ancak azgın bir hükümdara uygun düşeceği malûmdur. İkinci te'vil, mânanın şöyle olmasıdır O, Rabbinin kendisine mülk vermesine bir şükür olsun diye, Rabbi hususunda çekişmeye başladı.. Nitekim, denilir. Bu sözden maksad, "kişinin iyilik yapmasından dolayı o kimseye dost olması gerekirken, o bunun aksini yapmıştır" şeklindedir.Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın"Şükredeceğinize rızkınızı yalanlıyorsunuz"(Vakıa, 82) âyetidir. Bu te'vii de peygambere yakışmaz. Çünkü mülk ister bulunsun, ister bulunmasın, peygamberin hüccetleşmesi vâcib olur. Ama, şu azgın, haddi aşan hükümdara gelince, onun, büyük bir mülkü olduktan sonra bu taşkın azgınlığını izhar etmesi uygun olur. Böylece Hak teâlâ'nın, "Allah kendisine mülk verdiği için..." buyruğunun mânâsı ancak, o zamiri azgın melike hamlettiğimizde doğru olacağt sabit olur.

b) Bu ayetten maksat, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in hak dine açıkça davet etmesi hususundaki durumunun mükemmelliğini açıklamaktır. Kâfir olan kimse heybetli bir sultan, Hazret-i İbrahim de melik olmadığı zaman, bu mâna, İbrahim (aleyhisselâm)'in melik kabul edilmesi halinden daha mükemmel olur. Kâfir Nemrûd melik olduğuna göre, bizim, yukarıda zikrettiğimiz hükmün kabul edilmesi gerekir.

c) Ebu Bekr El-Esamm'ın zikrettiği husustur. Bu da "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), şayet melik olsaydı, kâfir olan Nemrûd, iki adamdan birisini öldürüp diğerini serbest bırakmazdı. Aksine Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), ona bu hususta, şiddetle karşı çıkardı. Hatta İbrahim (aleyhisselâm)'in bu işi yapmaması hususunda kâfiri zorlaması gerekirdi" şeklindedir.

Kâdî şöyle demiştir: "Esammın yaptığı bu istidlal zayıftır. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in din ve mucizeler izhar etme hususunda melik ve sultan; bu kâfirin de zulüm hususunda melik, muktedir ve sultan olduğunun ileri sürülmesi de muhtemeldir. İşte bu sebepten dolayı kâfir olan Nemrûd, iki adamdan birisini öldürebilmiştir. Yine, o iki adamdan birini kısastan dolayı öldürmüş; diğerini de kendisine kısas gerekmediğinden veyahut da diyet vermiş olmasından ötürü serbest bırakmış olması da caizdir".Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben de diriltir, öldürürüm" buyruğu da, bir haber ve bir va'iddir. Kur'an'da kâfirin bunu bizzat gerçekleştirdiğine dair herhangi bir delil yoktur. İşte bu da, bu meseleyle ilgili bir husustur. Hak teâlâ'nın, "Hani İbrahim: "Benim rabbim hem diriitirr hem öldürür" demişti" ifadesiyle ilgili de birkaç mesele vardır:

Hazret-i İbrahim'in Allah'ın Varlığını İsbatı

Zahir olan odur ki, bu, zikredilmeyen fakat önceden geçmiş olan bir soruya verilmiş olan cevaptır. Bu böyledir, çünkü peygamberlerin hak dine davet için peygamber olarak gönderildikleri, malûm olan bir husustur. Binaenaleyh Hazret-i İbrahim peygamber olduğunu öne sürdüğünde, bu iddiayı kabul etmeyen kimse, O'ndan âlemin bir İlâhının bulunduğunu isbat etmesini ister. Görmez misin ki; Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Muhakkak ki ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim"'(Şuarâ, 16) dediği zaman, Firavun "Alemlerin Rabbi nedir?" (Şuarâ, 23) demişti. Bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm) "Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir(Şuara, 24) ifadesiyle Allah'ı ispat hususunda delil getirmiştir. Burada da böyledir. Hazret-i İbrahim peygamberliğini açıklayınca Nemrûd, "Rabbin kimdir?" der. Bunun üzerine Hazret-i İbrahim, "Rabbim hem dirilten, hem de öldüren zâttır" der. Ne var ki olay bu hususa delâlet ettiği için, bu cevâbın sorusu hazfedilmiştir.

İkinci Mesele

Hazret-i İbrahim'in delili son derece yerindedir. Çünkü Allah ancak, kadir olan kimselerden hiç birinin ortak olamayacağı fiilleri vasıtasıyla bildirilebilir, tanıtılabilir. Diriltip öldürme de, işte böyle bir fiildir. Çünkü mahlûkât, bu iki işi yapmaktan acizdir. İradeden sonra, ilim zaruridir. Binaenaleyh, kendilerini gördüğün şu muktedir kimselerden başka bir müessirin bulunması gerekmektedir. Bu müessir de, yâ "mûcib" (Zâtı icabı yapan, bir anlamda iradesi mutlak olmayan) ya muhtar (hür mutlak irâde sahibi) olur. Birincisi bâtıldır, çünkü onun devam etmesinden, eserinin de devam etmesi gerekir. Bu durumda, diriltmenin öldürmeyle; öldürmenin de diriltmeyle değişmemesi gerekirdi. İkincisine gelince, bu şöyledir: Biz, canlıların muhtelif şekilleri, uzuvları, vasıflan, karakterleri ve özellikleri olduğunu görüyoruz. Mûcib-i bi'zzât'ın tesiri hu şekilde olmaz.. Binaenaleyh, diriltmek ve öldürmek fiilleriyle, şu canlıları diriltme ve öldürme işinde kudret ve ihtiyar yoluyla etkili olan başka bir varlığın bulunmuş olduğunu anlamış oluruz. Ki bu da, Allahü Teâlâ'dır. Bu Allahü Teâlâ'nın, kitabının pekçok yerinde zikretmiş olduğu güçlü ve sağlam bir delildir. Nitekim Hak teâlâ, "Andolsun ki biz, insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık. Sonra onu, sağlam bir karargâhta bir nutfe haline getirdik. Sonra o pıhtıyı bir "alaka" haline getirdik. Derken o "alaka" yi bir çiğnem et parçası yaptık; o bir çiğnem eti de kemik haline getirdik. Sonra da o kemiklere et giydirdik. Bilâhare onu, başka bir yaratılışla inşa ettik. Suret yapanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir! Sonra siz muhakkak ki bundan sonra ölüler haline geleceksiniz. Sonra siz, kıyamet gününde muhakkak ki diriltileceksiniz" (Müminûn, 12-16). "Andolsun ki biz insanı en güzel bir yapıda yarattık. Sonra onur aşağıların aşağısına indirdik"(Tîn, 4-5) ve "Ölümü ve hayan yaratan..."(Mülk, 2) buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Bir kimse şöyle diyebilir: Allahü Teâlâ, bazı âyetlerinde ölümü hayattan önce zikretmiştir. Meselâ bunlardan birkaçı şu ayetlerdir: "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Halbuki siz ölü idiniz de, O diriltti" (Bakara, 28) "Ölümü ve hayan yaratan.. "(Mülk, 2) ve Hazret-i İbrahim'in Allah'ı medhü sena ederken söylediği, "Beni öldüren, sonra da dirilten O'dur...";(Şuara, 61)..O halde neden bu âyette, hayatı ölümden önce zikrederek, "Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür" demiştir?

Cevap: Delil getirmeden maksat, Allah'a davet etmek olunca, delilin son derece açık olması gerekir. Hiç şüphe yok ki, hayat halinde hilkatin hayranlık uyandıran şeyleri daha çok, ve insanların buna muttali olması daha mükemmeldir. Binaenaleyh burada hayatın daha önce zikredilmesi gerekir. Hak teâlâ'nın "Ben de diriltir, öldürürüm" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nakledildiğine göre İbrahim (aleyhisselâm), böyle bir hüccet ile istidlal edince, kâfir olan o kral, iki şahsı çağırtarak, birisini öldürür, diğerini serbest bırakır ve, "Ben de diriltip öldürüyorum" der. İşte tefsirlerde nakledilen budur. Bana göre bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Hazret-i İbrahim'in durumundan anlaşılan, istidlal edişinde de özetle açıkladığımız şekilde, O, diriltmenin ve öldürmenin hakikatini açıklamıştır. O bu şekilde açıklama yapınca, akıllı bir kimsenin bu şekildeki öldürme ve diriltmeyi; birisini öldürüp diğerini öldürmeme mânasındaki öldürüp diriltme ile karıştırması imkânsızdır. Yine, büyük bir topluluğun, bu kadar farkı göremeyecek bir biçimde ahmak olması imkânsızdır. Âyetten kastedilen, Allah en iyisini bilir ya, başka bir şeydir. O da, Hazret-i İbrahim, Allah'ın diriltip öldürdüğünü delil olarak öne sürünce, bunu kabul etmeyen kimse ise, "Sen Allah'ın semavî ve yeryüzüne taalluk sebepleri vasıta kılmaksızın, doğrudan doğruya diriltip öldürdüğünü, veyahut da semavî ve arzî (yere âit) sebepleri vasıta kılarak diriltmenin ve öldürmenin meydana geldiğini iddia ediyorsun. Birincisi imkânsızdır. İkincisi ise bizim maksadımıza delâlet etmez. Çünkü bizden biri, diğer sebepleri de vasıta kılarak öldürtmeye ve diriltmeye muktedir olabilir. Meselâ cima etmek, semavî ve arzî sebepler vasıtasıyla canlı bir çocuk elde etmeye; zehir almak ise, bazen ölüm neticesine götürebilir" der. Nemrûd, işte bu şekildeki sorusunu yöneltince, İbrahim (aleyhisselâm) şu şekilde cevap verir: Farzet ki, Allah'ın diriltip öldürmesi felekî birtakım sebepler vasıtasıyla meydana gelmiş olsun. Ama ne var ki, bu felekî birtakım hareketler ve sebepler, mutlaka müdebbir fail tarafından meydana getirilmiştir. Binaenaleyh, o felekî hareketlerin müdebbiri Hak teâlâ olunca, o feleki hareketler vasıtasıyla meydana gelen diriltme ve öldürme işi de, Allah tarafından meydana getirilmiş olur. Ama, felekler ve "unsurlar" ile ilgili sebepler vasıtasıyla beşerin elinde tahakkuk eden diriltme ve öldürme ise böyle değildir. Çünkü beşerin felekî birtakım sebeplere muktedir olması imkânsızdır. Böylece bu ikisi arasında fark ortaya çıkmış olur.Sen bunu iyice anladığında şunu bil ki Hak teâlâ'nın, "Muhakkak ki Allah güneşi doğudan getiriyor" beyanı, başka bir delil olmayıp aksine birinci delilin tamamlayıcısı olur. Bunun mânası şudur: Allahü Teâlâ tarafından meydana gelen diriltme ve öldürme, her ne kadar felekler vasıtasıyla oluyor ise de, ancak ne var ki feleklerin hareketleri bizzat Allah'tandır. Binaenaleyh, netice itibariyle diriltme ve öldürme de Allah vasıtasıyla olmuş olur. Beşere gelince, her ne kadar diriltme ve öldürme ondan, semavî ve arzî sebeplerden yararlanılarak sudur ediyor ise de, ancak ne var ki sebepler o beşerin kudretiyle meydana gelmiş değildir. Binaenaleyh, beşerden sâdır olan diriltme ve öldürme işi, Allah'ınki gibi olamaz ve bunun Allah'ın öldürmesiyle bir tenakuz teşkil edemeyeceği de sabit olmuş olur. Buna göre bu münazaranın cereyan ediş şekli, herkesçe meşhur olan, işte budur. Allah durumun hakikatini ve içyüzünü en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Kıraat âlimleri, Kur'an'ın tamamında vasıl halinde (......) zamirinin elifinin düşürüleceği hususunda ittifak etmişlerdir. Ama ne var ki Nâfi'den bu eliften sonra hemen hemze-i vasi geldiğinde, elifin okunacağı rivayet edilmiştir. Sahih olan ise, kıraat imamlarının ekseriyetinin görüşüdür. Çünkü mütekellim zamiridir. Bu da hemze ve nûndan meydana gelir. Elif harfine gelince, bu harf vakf için gelmiştir. Nitekim aynı şekilde sekte halinde vakf yapmak için hâ getirilir. gibi Kurtubî Tefsiri. 3/287 Bu hâ harfi vasi halinde düştüğü gibi, elif de vasi halinde düşer. Çünkü kendisine bitişen şey, onun yerini tutar. Görmez misin, kendisinde hemze-i vasi bulunan bir kelimeye bir şey bitiştiğinde, hemze-i vasi düşer, okunmaz; çünkü başında hemze-i vasi bulunan kelimeye bitişen şey, doğrudan hemze-i vasldan sonra gelen kısmın okunmasına vesile olur. Böylece de hemze-i vasi okunmaz. deki elif de böyledir. Vakf için getirilen hânın, vasi halinde hemze-i vasim düşmesinin vâcib olması gibi, bu hâ'nın da düşmesi vâcib olur.

Hazret-i İbrahim'in Güneş Delilini Getirmesi

Hak teâlâ'nın, İbrahim: "Allah güneşi doğudan getiriyor. Haydi sen de onu batıdan getir" dedi" beyanına gelince, bil ki, âlimlerin bu makamda uyguladıkları iki yol vardır:

Birinci Yol: Bu, müfessirlerin ekserisinin görüşüdür. Buna göre, İbrahim (aleyhisselâm) Nemrûd'un "ben de diriltir ve öldürürüm" diyerek ortaya bir şüphe attığını görünce, bundan daha açık bir delili serdetmeye geçerek, demiştir. Bu görüşte olanlar, istidlal eden kimsenin, bir delilden, kendisinden daha açık olan bir delile geçmesinin caiz olduğuna söylemişlerdir. "Nemrûd, "senin Rabbin onu batıdan getirsin, madem!" diyebilirdi" denilirse, biz deriz ki: Buna şu iki bakımdan cevap veririz:

a) Bu münakaşa, Hazret-i İbrahim'in ateşe atılıp onun içinden sapasağlam çıkmasından sonra meydana gelmiştir. Böylece Nemrûd bu büyük ateşin içerisinde Hazret-i İbrahim'i korumaya muktedir olan zâtın, güneşi batıdan getirebileceğini de anlamıştır.

b) Allahü Teâlâ, nebisi Hazret-i İbrahim'e bir yardım olsun diye, Nemrud'dan yardımını kesmiş ve böyle soru sormayı ona unutturmuştur.

İkinci Yol: Bu muhakkik ulemânın görüşüdür. Bu görüşe göre, bu, bir delilden başka bir delile geçiş değildir. Aksine, her iki yerde de delil aynıdır. O da şudur: Biz, mahlûkatın yaratmaya muktedir olamıyacağı bazı şeylerin meydana geldiğini görüyoruz. Bundan dolayı, onların yaratılmasını üzerine almış olan bir başka kadir varlığın bulunması mutlaka gerekir ki, bu da Allahü Teâlâ'dır. Sonra bizim, "Hiçbir mahlûkun yaratmaya muktedir olamıyacağı bazı şeylerin meydana geldiğini görüyoruz" şeklindeki iddiamızın misalleri şunlardır: Öldürmek, diriltmek, bulutları, gökgürültüsünü ve şimşeği meydana getirmek ve yıldızlar ile feleklerin hareket etmeleri gibi. Delil getiren bir kimsenin, bir delilden başka bir delile geçmesi caiz değildir. Ancak ne var ki, bir sözü açıklamak için misal getirdiğinde, onun o misalden başka bir misale geçme hakkı vardır. Buna göre Hazret-i İbrahim'in yapmış olduğu şey, delilin aynı olması babındandır. Ancak ne var ki delili iyice izah etmek için bir misâlden başka bir misâle geçilmiştir. İbrahim (aleyhisselâm)'in yaptığı şey, bir delilden başka bir delile geçme babından değildir. Böyle bir izah birinciden daha güzel ve ehl-i tahkîkin sözüne de daha uygundur. Bu iki görüşe göre ortaya çtkan müşkiller ise şunlardır:

Bu Münakaşa İle İlgili Bazı Müşkiller ve Cevaplan

Birinci Müşkil: Şüphe sahibi olan kimse bu şüpheyi zikredip, şüphe kulaklara ulaşınca, cevap vermeye muktedir olan hak yanlısının bu şüpheyi ve delâletin sebep olacağı anlayışı akıllardan uzaklaştırmak için, derhal cevap vermesi gerekir. Kâfir kral, bu şüphe ile birinci delili veya birinci misali tenkid edince, bu şüpheyi gidermekle meşgul olmak "dar vakitli bir farz", (son derece önem arzeden gerekli bir iş) olmuştur. Böylesine önemli olan bir işi terketmek, ma'sum bir insan olan peygambere nasıl yakışsın?

İkinci Müşkil: Bâtılı savunan kimse bu soruyu sorup, haktan yana olan kişi de birinci sözünü bırakarak başka bir söze geçtiğinde, bu, onun ilk sözünün zayıf ve değersiz olduğunu; onun, bunun zayıflığını bilmediğini, bâtıldan yana olan kimsenin ise onun bu sözünün zayıf yönünü ve bu sözün geçersiz olduğunu anladığını; bunu bildiği için de, onun zayıf tarafına dikkat çekmiş olduğunu vehmettirmiştir. Bu ise çoğu kez, peygamberin tesirinin azalmasını ve onun şanının küçültülmesi gerektirir ki bu caiz değildir.

Üçüncü Müşkil: Bir delilden başka bir delile, ya da bir misâlden başka bir misâle geçmek güzel ise, intikal edilen delilin de daha açık ve daha kolay anlaşılır olması gerekir. Burada ise durum böyle değildir. Çünkü, diriltmeye mahlûklar kadir olamazlar. Ama, cisimleri hareket ettirme cinsine gelince, yaratıkların cins olarak buna gücü vardır. Göklerden daha büyük bir cüsseye sahip olan büyük bir hükümdar bulunup gökleri hareket ettirmesi aklen imkânsız değildir. Bu takdîre göre, yaratıcının varlığına diriltmek ve öldürmek fiilleriyle istidlal etmek, O'nun varlığına güneşin doğmasıyla istidlal etmekten daha açık ve daha güçlüdür. O halde, daha açık ve daha net olan bir delilden, kendi içinde güçlü olmayan gizli bir delile geçmek bir peygambere nasıl uygun düşebilir?

Dördüncü Müşkil: Diriltme ve öldürmenin, yaratıcının varlığına delâleti güneşin doğmasının delâletinden daha güçlüdür. Bu böyledir, çünkü biz insanın zâtında ve sıfatlarında bazı değişiklikler ve farklılıklar görmekteyiz. Değişme, muktedir bir müessire olan ihtiyaca kuvvetle delâlet eden bir husustur. Güneşe gelince, onun ne zâtında, ne sıfatlarında, ne de hareket plânında kesin herhangi bir değişim görmemekteyiz.. O halde, diriltmek ve öldürmek, yaratıcının varlığına daha güçlü bir şekilde delâlet etmektedir. O halde bu delilden güneşin doğması deliline geçmek, daha kuvvetti ve daha açık olan bir delilden, daha çok kapalı ve çok zayıf olan bir delile geçmektir ki, bu doğru değildir.

Beşinci Müşkil: Nemrûd, iki kişiden birisini öldürmek, diğerini de salıvermek suretiyle, Allah'dan sudur eden diriltmek ve öldürmek fiillerine mu'â-raza etmekten utanmayınca, İbrahim (aleyhisselâm) güneşin doğmasıyla istidlal edince o (Nemrûd), "Güneşin doğudan doğması, benim tarafımdan meydana getirilmektedir. Eğer senin bir ilahın var ise, ona söyle de, o güneşi batıdan doğdursun" diyebilirdi. Bu hususta müfessirler şu yolu iltizam etmişler ve şöyle demişlerdir: Eğer Nemrûd bu soruyu yöneltmiş olsaydı, güneşin batıdan doğması vâcib olurdu. Nemrûd'un diriltme ve öldürme hususundaki sorusunun yanlışlığını göstermekle meşgul olmak, güneşin batıdan doğması meselesine girmekten daha çok kolay olduğu herkesçe malûmdur. Bir an için, güneşin batıdan doğduğunu farzedelim; ancak ne var ki, yaratıcının varlığına dair delil, güneşin batıdan doğması olur; güneşin doğudan doğması bir yaratıcının varlığına delil olmazdı. O zaman da birinci delil zayi olup boşa çıktığı gibi, ikinci delil de aynı şekilde boşa çıkar. Hem, Hazret-i İbrahim'i, bu bozuk suale cevap vermemeye, sözünü keserek, ancak güneşin batıdan doğmasını iltizâm etmekle tatbik edilmesi mümkün olan, başka bir delile geçmeye ihtiyaç duyduğunu itiraf ettiği hususunda delil nedir? (Delil yoktur). O kâfirin güneşi batıdan doğdurması durumunda Hazret-i İbrahim'in birinci delili boşa çıktığı gibi, ikinci delili de boşa çıkar. Bu gibi mahzurlu ve sakıncalı şeyleri benimsemenin insanların en efdali ve ulemânın en âlimi şöyle dursun, bilgisi en az olan insana bile uygun düşmeyeceği herkesin malûmudur. Böylece bununla, müfessirlerin ittifakına mazhar olmuş olan bu açıklamanın zayıf olduğu ortaya çıkmış olur. Ama bizim yaptığımız izaha göre, bu müşkillerden hiçbirisi söz konusu olmaz. Çünkü biz şöyle diyoruz: Hazret-i İbrahim, (bir yaratıcının varlığına), O'nu öldürmesi ve diriltmesiyle istidlalde bulununca, mu'ârızı, akıllı kimselere yakışmayan bir soru yöneltmiştir. Bu da, "Sen vasıtasız olarak diriltmek ve öldürmekten bahsediyorsun. Bu ise, isbâtı mümkün olmayan bir şeydir. Eğer sen diriltme ve öldürmenin feleklerin hareketi vasıtasıyla olduğunu iddia ediyorsan, bunun bir benzen veya buna yakın olanı, insan için de söz konusudur" ifadesidir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "Diriltip öldürmeler ne kadar feleklerin hareketi vasıtasıyla olsa da, ancak bu hareketlerin bizzat kendileri Allah tarafından yaratılmışlardır. Bu da, diriltmenin ve öldürmenin Allah'tan olduğu hakikatini zedelemez. Ama yaratmak böyle değildir, çünkü insanların felekleri harekete geçirebilme gücü yoktur. Binaenaleyh diriltme ve öldürmenin, insanlardan sudur etmesi mümkün değildir" demiştir. Sözü bu mânaya hamlettiğimizde, zikredilen mahzurlardan hiçbiri, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in aleyhine tahakkuk etmez. Allah, sözünün hakikatini en iyi bilendir. Hak teâlâ'nın, "O kâfir şaşırıp kaldı!" beyanının manası, "Ne diyeceğini bilemez, sorulan soruya cevap veremez bir vaziyyette mağlup oldu, yenik düştü" demektir. Bu Hak teâlâ'nın tıpkı, "Daha doğrusu o, onlara ansızın gelecek de, onları şaşırtacaktır. O zaman onu, reddedemiyecekler.." (Enbiya, 40) âyeti gibidir. Vahidi, bu fiilin üç şekilde kullanıldığını söylemiştir: Manası: "Şaşırdı, susturuldu" demektir. Nitekim Urve el-Uzri şöyle demiştir: "Ben onu (sevgiliyi) ancak, ansızın ve beklenmedik bir biçimde görüyorum. Bunun için şaşırıyorum da, ne söyleyeceğimi nerdeyse bilemiyorum" Yani, "şaşırdım, konuşamadım" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Allah zâlimler güruhuna hidâyet etmez" buyurmuştur ki, bunun mânası bizim görüşümüze göre açıktır. Ama Mutezile'ye gelince, Kâdî şöyle der: Bu sözde şu ihtimaller söz konusudur:

a) Allahü Teâlâ, mü'minleri hakka, hüccetleşmeye sevkettiği gibi; zâlim kimseleri, -zulüm ve küfürleri sebebiyle- hakka ve hüccetleşmeye hidâyet etmez. Binaenaleyh, kâfirin acze düşerek susması gerekmiştir.

Ben derim ki, Kadî'nin bu görüşü zayıftır. Çünkü, "Onun, "Allah kâfirleri hüccetleşmeye hidâyet etmez" sözü, ancak böyle bir münazara olduğu zaman söz konusu olur. Halbuki küfür üzerinde hüccetleşme söz konusu değildir. O halde, "Allah kâfir kimseleri hüccetleşmeye hidâyet etmez" denilmesi nasıl caiz olur?

b) Allahü Teâlâ, onların kâfir ve zâlim olmaları sebebiyle, hidâyetten istifâde etme yollarını kendilerine tıkadıkları için, onlara lütuf fiillerini arttırmama-yı dilemiştir. Ben derim ki bu da zayıfttır. Çünkü bu artırma işi, onlar için aklen imkânsız olunca, Allahü teâlâ'nın iki zıddı birleştirdiği, mesela varlık ile yokluğu aynı anda bir araya getirdiği söylenemediği gibi, onlara hidayet ettiği de söylenemez.

c) Allahü teâlâ, kâfirleri âhirette sevaba ve cennete iletmez. Ben derim ki: Kadî'nin bu görüşü de zayıftır. Çünkü burada zikredilen, istidlal ve bilgi elde etme işidir. Burada cennetten bahsedilmemektedir. Binaenaleyh bu hidayeti, cennetle ilgili saymak uzak bir ihtimaldir. Aksine ben âyetin siyakına uygun olanın şöyle denilmesi olduğunu söylüyorum: Allahü teâlâ, açık ve hüccet oluş bakımından delilin, inkarcı dinlediği zaman şaşıp dehşete düşeceği bir dereceye vardığını beyan edince, Allah'ın o münkir hakkında hidayeti takdir etmemesi sebebiyle, bu açık delil ona fayda vermemiştir. Bu izahın bir benzeri de, "Eğer gerçekten biz onlara melekleri indirseydik. Ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi de onlara karşı kefil (ve şahid) getirip toplasaydık, onlar, Allah dilemedikçe, yine imân edecek değillerdi" (Enam, 111)ayetidir.

İkinci Kıssa: Ahiret Hayatını İsbat Eden İkinci Kıssa

Me'âd (âhireti) isbat hususundadır. Bu da Hak teâlâ'nın, Tahuf o kimse gibisini (görmedin mi) ki: O, çatılan çökmüş, duvarları da üstüne yıkılmış bir kasabaya uğramış, "Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecek? demişti" âyetinde anlattığı şeydir. Bu ayette ilgili birkaç mesele vardır:

Kıssadaki Teşbih Edatı (Kâf)'ın İzahı

Nahivciler, ayette ifadesine kâf edatının getirilmesi hususunda ihtilaf ederek, şu üç görüşü ileri sürmüşlerdir:

1) (İbrahim ile çekişen gibisini gördün mü) mânâsındadır. Buna göre bu âyet, önceki âyete atfedilmiş olur ve takdiri de: "İbrahim ile hüccetleşen (münakaşa eden) gibisini veya şöyle şöyle bir kasabaya uğramış bir kimse gibisini gördün mü?" şeklinde olur. Böylece bu, mana üzerine atfedilmiş olur. Bu, Kısâî, Ferrâ ve Ebu Ali el-Fârisi'nin görüşüdür. Nahivcilerin çoğu şöyle derler: "Bunun bir benzeri de, "De ki: "Kimindir o yer ve ondaki (bütün) mahlûkal Eğer biliyorsanız (söyleyin.)?" "Allah'ındır" diyecekler "(Müminûn, 84-85) buyurulup, sonra da: "(Yine): O yedi göğün Rabbi ve o büyük Arşın sahibi kimdir?"de"Allah'ındır"diyecekler"(Mü'minun, 86-87) buyurulmuştur ki bu da mânâ bakımından bir atıftır. Çünkü bu "Gökler kimindir?" diye sorulması ve "Allah'ındır" diye cevap verilmesi mânâsındadır. Nitekim şâir şöyle der: "Ey Muaviye, biz de muhakkak ki insanız, binaenaleyh yumuşak davran! Biz, taş değiliz, demir değiliz!.." diyerek lâfız üzerine değil, mânâ üzerine atıf yapmıştır. (Yani el-hadid kelimesi lâfzan değil, mânâ bakımından matuftur).

2) Bu, Ahfeş'in tercihi olan görüştür. Buna göre âyetteki kâf edatı zâiddir. Ayet, "İbrahim ile münakaşa edeni ve bir kasabaya uğrayanı gördün mü?" takdirindedir.

3) Bu, Müberred'in görüşüdür. Buna göre, âyette şu şekilde bir takdir yapılır:"İbrahim'le tartışanı görmedin mi., ve (şöyle şöyle) bir kasabaya uğrayan kimse gibisini görmedin mi?"

Kasabaya Uğrayan Şahıs

Âlimler, bu kasabaya kimin uğradığı hususunda ihtilâf ederek, bazıları bunun öldükten sonra dirilme konusunda şüphe eden bir kâfir olduğunu söylemişlerdir ki bu Mücâhid ile ekseri Mu'tezile müfessirlerinin görüşüdür. Başkaları ise, bu kimsenin bir müslüman olduğunu söylemişlerdir. Katâde, İkrime, Dahhâk ve Süddî, bu kimsenin Hazret-i Üzeyir (aleyhisselâm) olduğunu söylemiştir. Sonra bu görüşte olanların bazısı, Ermiya'nın Hızır (aleyhisselâm) olduğunu ve Harun b. İmran (aleyhisselâm)'ın soyundan geldiğini söylemişlerdir. Vehb b. Münebbih ise, Ermiya'nın Buhtunnasr, Beytü'l-Makdis'i yıkıp Tevrat'ı yaktığı zaman Allah'ın gönderdiği bir peygamber olduğunu söylemiştir. Kasabaya uğrayan kişinin kâfir olduğunu söyleyenler şunları delil getirmişlerdir:

1) Allahü teâlâ, o kimsenin "Allah burasını ölümünden sonra nasıl diriltecek?" dediğini bildirmiştir. Bu söz, Allah'ın öldürdükten sonra diriltmesini uzak bir ihtimal gören kimselerin söyleyebileceği bir sözdür ve bu da küfürdür. Buna göre imdi, şayet "Bu bulûğa ermeden önce o kimsenin söylediği bir sözdür" denilirse, biz deriz ki: Eğer böyle olsaydı, Allahü teâlâ'nın peygamberini bundan dolayı taaccüb etmeye çağırması caiz olmazdı. Çünkü çocuğun bu gibi konulardaki şüphesine şaşılmaz. Bu delil zayıftır. Çünkü bu uzak görme Allah'ın buna kudreti hususundaki bir şüpheden dolayı olmayıp, bu gibi harab olmuş yerlerin çoğu zaman tekrar mamur olmadığı âdeten ve tecrübe ile hep böyle kaldığının bilinmesinden dolayı olabilir. Bu, içimizden birisinin bir dağı göstererek: "Allah bunu ne zaman altın veya yakuta çevirir?" demesi gibidir. O kimsenin bu sözden maksadı, Allah'ın kudreti hususunda bir şüphesi olduğunu ifâde etmek olmayıp, bu gibi şeylerin âdeten pek olmadığını göstermektir. İşte burada da böyledir.

2) Onlar şöyle demişlerdir: "Cenab-ı Hak, o kimse hakkında, "O (merkeb diriltp eski haline geldiği), kendisine apaçık belli olduğu zaman" buyurmuştur. Bu da, o kimsenin bunu, böyle bir apaçık belli olma durumu bulunmadan kabul ettiğine delâlet eder." Bu da zayııftır, çünkü Allahü Teâlâ'nın diriltmesinin müşahede yoluyla belli olması, o kimse için daha önce söz konusu değildi. Ama bunun, istidlal yoluyla ortaya çıkıp belli olmaması haline gelince, bu mümkün değildir.

3) Bu kimse: "Biliyorum ki, Allah şüphesiz herşeye hakkıyla kadirdir" demiştir. Bu söz, bu bilginin o kimsede o anda meydana geldiğine; o andan önce böyle bilginin bu kimsede bulunmadığına delâlet eder.

Bu da zayıftır, çünkü bu müşahede şüphe yok ki, bir tür te'kîd, itminan ve güven ifâde etmiştir. Bu miktar te'kîd işte bu anda meydana gelmiştir. Bu ise, bu bilginin aslının bundan önce bulunmadığını göstermez.

4) Onlar, bu kimsenin, Nemrûd ile aynı pozisyonda zikredilmesinden dolayı kâfir olduğunu söylemişlerdir ki bu da zayıftır. Çünkü her ne kadar ondan önce Nemrûd'un kıssası zikredilmiş olsa da, bu arada Hazret-i İbrahim'in kıssasına da yer verilmiştir. Binaenaleyh bu kimsenin Hazret-i İbrahim gibi bir peygamber olması gerekir.

Bu kasabaya uğrayan kimsenin bir mü'min ve peygamber olduğunu söyleyenlerin delilleri şunlardır:

1) Âyetteki, "Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecek?" ifâdesi, o kimsenin hem Allah'ı bildiğine, hem de Allahü teâlâ'nın diriltebileceğinden haberdar olduğuna delâlet eder. Çünkü Allahü teâlâ'nın diriltmesini uzak görmeyi bu söze bağlamak, ancak o kimsenin Allah'ın diriltebileceğini bir nebze olsun itiraf etmesi ile doğru olur. Fakat Allah'ın diriltmeye kadir olmadığına inanan kimse için, böyle bir tahsisin faydası kalmaz.

2) Ayetteki, "Ne kadar kaldın?" sorusunu soran birisinin bulunması gerekir. Daha önce kendisinden bahsedilen Allahü teâlâ'dır. Binaenaleyh takdir; "Allah ona, "Ne kadar kaldın?" dedi, o da cevaben "Bir gün, yahut bir günden az" dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ da "Hayır, yüz yıl kaldın" dedi" şeklindedir. Bu sözü söyleyenin, Allahü teâlâ olduğunu, "işte böyle yapmamız, seni insanlara ibret vesilesi kılmamız içindir" âyeti de te'kid eder. Onu, insanlara bir ibret vesilesi kılabilenin Allahü teâlâ olduğu herkesin malûmudur. Daha sonra Allahü teâlâ: "(Merkebin) kemiklerine bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz. Sonra da onlara et giydiriyoruz?" buyurmuştur. Şüphe yok ki bu sözü söyleyen Allahü teâlâ'dır. Binaenaleyh bu âyet-i kerimenin, işte şu geçen pek çok sebepten dolayı, Allahü teâlâ'nın o kimse ile konuştuğuna delâlet ettiği sabit olur. Bu durumun, bir kâfirin durumuna uygun düşmeyeceği herkesin malûmudur. İmdi eğer, "Belki de Hak teâlâ, ona bir peygamber veya bir melek göndermiş de, o kimseye bunlar o sözleri Allah adına söylemiştir" denilir ise, biz deriz ki: Bu sözlerin zahiri, onları o kimseye bizzat Allahü teâlâ'nın söylediğini gösterir. Binaenaleyh âyeti, bir delil olmaksızın zahirî mânâdan alıp mecazî manaya vermek caiz değildir.

3) Cenab-ı Hakk'ın o kimseyi yeniden diriltmesi, yiyeceği ile içeceğini bozulmadan bırakması, eşeğini iyice çürüyüp toz toprak olduktan sonra yeniden diriltmesi ve eşeğinin parçalarının bir araya toplanıp hayat kazanışını müşahede etmesi büyük bir ikram ve kerim bir şereflendirmedir. Bu ise, kâfir kimsenin hâline uygun değildir.

Şayet, "Allahü teâlâ'nın bütün bu şeyleri o esnada peygamber olan bir başka insana ikram olsun diye, var ettiğini söylemek niçin caiz olmasın?" denilir ise, biz deriz ki: Bu âyette böyle bir peygamberden bahsedilmemiş ve bu kıssada da bir peygamberin bulunduğu hissini veren herhangi birşey kesinlikle yer almamıştır. Binaenaleyh eğer, bu şeyleri ortaya koymaktan maksad, o peygambere ikram edip, onun peygamberliğini mucizelerle güçlendirmek olsaydı, bu peygamberin zikredilmemesi, sözün esas gayesi olan bir hususu ihmal etmek olurdu ki bu caiz değildir. İmdi, "Eğer o şahıs peygamberin kendisi olsaydı, o zaman şöyle denilirdi: O kimse peygamber olduğunu, ya Allah'ın kendisini öldürüp tekrar diriltmesinden önce iddia etmiştir, veya sonra iddia etmiştir. Birincisi bâtıldır. Çünkü Allah tarafından peygamber gönderme işi, ümmete yönelik bir maslahattan dolayı olur. Bu ise, o kimse öldürüldükten sonra tamamlanmaz. Eğer o kimse, diriltildikten sonra peygamber olduğunu iddia etmiş ise, o zaman mucize, iddiadan önce gösterilmiş olur ki bu caiz değildir" denilir ise, biz deriz ki: Bize göre, Allahü teâlâ'nın peygamber olacağını bildiği kimselerin elinde, harikulade şeyleri göstermesi caizdir. Binaenaleyh, böyle bir soru ortadan kalkar.

4) Cenâb-ı Hak, bu şahıs hakkında "(Bu) seni insanlara ibret vesilesi kumamız içindir" buyurmuştur. Bu tabir ancak peygamberler hakkında kullanılır. Nitekim Hak teâlâ, "Biz o (Meryem 'i) ve oğlu (İsa'yı) alemlere ayet (ibret) kılmıştık"(Enbiya, 91) buyurmuştur. Böylece bu, Allahü Teâlâ'nın o kimseyi bir nebi yapacağı hususunda adetâ bir va'addir. Hem bu söz, o kimsenin peygamber olduğuna açıkça delâlet etmez. Binaenaleyh bu ifâdenin, büyük bir şeref verdiğinde herhangi bir şüphe yoktur. Bu şeref ise, küfür üzere ölen ve Allah'ın kudreti hususunda şüphesi bulunan kimsenin hâline uygun düşmez. Binaenaleyh eğer, "Bu şahsı bir ibret nişanesi kılmadan maksad, onu mükemmel bir genç olarak tanıyan insanlar, kendileri iyice ihtiyar olduklarında, yüz sene sonra onu yine aynı şekilde genç olarak gördüklerinde; veyahut da onlar o kimsenin şu kadar zamandır ölmüş olduğunu duyup da, yeniden genç olarak hayata döndüğünü görünce, "O insanlar için bir âyet olmuştur. Çünkü insanlar bundan ibret alır, Allah'ın kudretini ve o zamanki peygamberin nübüvvetini tanımış olurlar" denilmesi yerinde olur" denilir ise, buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz:

a) Ayetteki, "Seni insanlara ibret vesilesi kılmamız içindir" ifâdesi, Allahü teâlâ'nın onu bir ibret nişanesi (bir âyet) kılacağını haber vermektedir. Bu haber veriş ise, ancak Allah'ın onu diriltip onunla konuşmasından sonra vuku bulmuştur. Kılınan ve yapılan birşey, ikinci defa yapılıp kılınmaz. Binaenaleyh Hak teâlâ'nın, "Seni insanlara bir ibret vesilesi kılmamız içindir.." ifâdesini, bu diriltmeden daha fazla bir mânâya hamletmek gerekir. Siz ise bu sözü, sadece bu diriltmeye hamlediyorsunuz. Binâenaleyh bu bâtıl ve geçersizdir.

b) Hak teâlâ'nın, "(Bu) seni insanlara bir ibret vesilesi kılmamız içindir" âyeti ile istidlalin şekli şöyledir: Bu âyet, büyük bir şereflendirmeye delâlet eder. Bu ise, Allah'ın kudreti hususunda şüphe duyup, küfür üzere ölen bir kimsenin hâline uygun düşmez.

Bu Ayetin Nüzul Sebebi

5) Âyetin sebeb-i nüzulü olarak İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şu rivayet gelmiştir: "Buhtunnasr, İsrailoğulları ile savaşırken, onların çoğunu esir etmişti. Esirler arasında İsrailoğullarının âlimlerinden olan Üzeyir (aleyhisselâm) de bulunmakta idi. Buhtunnasr, esirleri Babil'e getirdi. Böylece Üzeyir eşeğine binmiş olduğu halde âyette bahsedilen kasabaya girdi ve bir ağacın altında konakladı. Eşeğini bir yere bağlayıp kasabayı dolaşmaya başladı. Fakat orada hiç bir insan göremeyince bu duruma şaşıp, Allah'ın kudretinden şüphe ederek değil, fakat âdeten bunu imkânsız görerek, "Allah burasını ölümünden sonra nasıl diriltecek?" dedi. Ağaçlarda meyveler vardı. O, meyvelerden incir ve üzüm alıp yedi ve üzüm suyu içip uyudu. Allahü teâlâ da onu yüz sene süren uykusunda bir genç olarak öldürdü. Daha sonra onun öldüğünü insanlar, kuşlar ve yırtıcı hayvanlar farkedemediler. Yüz sene sonra Allahü teâlâ onu diriltip, gökten, "Ey Üzeyir, ölümün esnasında ne kadar bekledin?" diye nida ettiğinde o, "Birgün" dedi. Daha sonra da güneşin henüz batmamış kısmını görünce, "veya bir günden az" dedi. Bunun üzerine Hak teâlâ, "Hayır, yüz yıl (öyle) kaldın. Binaenaleyh yiyeceğin olan incir ile üzüme ve içeceğin olan üzüm suyuna bak. Onların tadı bozulmadı" dedi. O da, onlara bakınca incir ile üzümün daha önceki gibi durduğunu gördü. Cenab-ı Hak daha sonra da, "Eşeğine bak" dediğinde baktı ve birbirinden ayrılmış, bembeyaz kemikler gördü. Bu esnada, "Ey çürümüş kemikler, ben size can veriyorum" diyen bir ses duydu ve parça parça kemikler birleşti; sonra her uzuv yerli yerine geldi; daha sonra baş da yerine geldi. Derken sinirler ve damarlar oluştu. Daha sonra da bu iskeletin üzerinde taze etler meydana geldi. Derken hepsini bir deri kapladı ve bu deriden kıllar çıkmaya başladı. Daha sonra bu cansız vücûda ruh üflendi ve o anırmaya başladı. O anda Hazret-i Üzeyir (aleyhisselâm) secdeye kapanarak, "Biliyorum ki Allah şüphesiz herşeye hakkıyla kadirdir" dedi. Daha sonra Beytü'l-Makdis'e gelince, orada bulunanlar, "Babalarımız, Üzeyir b. Şerhiya'nın Babil'de öldüğünü bize anlatmışlardı. Buhtunnasr, Beytu'l-Makdis'de Tevrat'ı bilen kırkbin kişiyi öldürmüştü. Onların arasında Üzeyir de vardı" dediler. Onlar, Üzeyir'in Tevrat'ı okuyabildiğini bilmiyorlardi. O, onlara yüz yıl sonra böylece gelince, Tevrat'ı onlara yeniden bildirdi ve ezberindentıiçbir harf eksik bırakmaksızın onu onlara yeniden yazdı. Tevrat bir yerde gömülü idi. Tevrat oradan çıkartılarak, Üzeyir (aleyhisselâm)'in yazdığı Tevrat ile karşılaştırıldı ve her ikisi bütün harflerinde aynı idiler. Bunun üzerine, "Üzeyir Allah'ın oğludur" dediler. Bu rivayet âlimler arasında meşhurdur. Bu da o kasabaya uğrayanın bir peygamber olduğuna delâlet eder.

Üçüncü Mesele

Âlimler, o kasabanın neresi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Vehb. Katâde, İkrime ve Rebî bu kasabanın îliyâ yani Beytu'l-Makdis olduğunu söylemişlerdir. İbn Zeyd ise bu kasabanın, ölüm korkusundan dolayı, binlerce insanın kaçtığı kasaba olduğunu söylemiştir.

"Hâviye Alâ Urûşiha" Tabirinin Mânası

Cenâb-ı Allah'ın, "Çatıları çökmüş, duvarları da üstüne yıkılmış" ifâdesine gelince, Esmaî bu hususta şöyle der: "Evin içinde oturanlardan kimse kalmadığı zaman denilir karında hiçbir yiyeceğin bulunmaması, acıkmak demektir. Bir hadiste de: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) secde ettiği zaman, pazuian ile yanlarını, karnı ile uyluklarını birbirinden uzak tutardı" Müslim, Salât 238 (1/357). Müslim, Salât 238 (1/357). şeklinde vârid olmuştur. Yine denilir. Yani, "At, ayaklarının arasını açtı, boşalttı."

Sonra, ev yıkılıp harab olduğu zaman, denilir. Çünkü yıkılması sebebiyle ev, içinde oturanlardan boşalmış, fariğ olmuş demektir. Yine, yıldızlar meyi edip yağmur yağdırmadığında denilir. Çünkü bu yıldızlar yağmur getirmemişlerdir. (......) kelimesi, evin tavanı anlamına gelir; (......) kelimesi ise, temeller ve duvarlar demektir, ise, ahşab tavan anlamına gelir. Bir kimse bir ev yapıp, onu ahşapla tavanladığı zaman, denilir. Buna göre, tabirinin mânası, "yıkılmış, düşmüş, harâb olmuş" demektir. Bu tefsiri, İbn Abbas (radıyallahü anh) yapmıştır.

Bu konuda şunlar da ileri sürülmüştür:

a) O kasabanın evlerinin tavanları yıkılmış olduğu halde, duvarları ayak taydı. Sonra, duvarları da temelinden sökülerek, yıkılan tavanları üzerine devrilmişti. Buna göre (......) kelimesinin mânası, "kökünden, temelinden sökülmüş" demektir. Bunun bu mânaya geldiğine, Hak teâlâ'nın, "Sanki onlar, kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibidirler"(Hakka, 7) âyetiyle, bir başka yerde geçen, "Sanki onlar, köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibidirler" (Kamer, 20) âyeti delâlet etmektedir. Bir yerin harâbiyetini tavsif etme konusunda yapılabilecek en güzel tasvir işte budur.

b) Hak teâlâ'nın (......) tabirinin mânası, (......) demektir. Yani, "Tavanları, duvarlarından ayrılıp düşmüş...." Âyetteki (......) harfi cerri mânasındadır. Nitekim Hak teâlâ başka bir ayetinde de, "İnsanlardan ölçekle aldıklarında "(Mutaffifin, 2) buyurmaktadır. Yani (......) demektir.

c) Bundan maksat, o kasabanın ağaçları dimdik ayakta durduğu halde, evlerinin yerle bir olmasıdır. Böylece bundan duyulan taaccüb ve şaşkınlık daha çok olmuş olur. Çünkü evleri yerle bir olan yerden genel olarak beklenen, oradaki her şeyin, hatta meyve ağaçlarının da yok olması, kaybolmasıdır. Ağaçları dimdik ayakta durduğu halde, evleri yerle bir olunca, bundan duyulan şaşkınlık daha fazla olmuştur. Hak teâlâ'nın "Allah burasını ölümünden sonra nasıl diriltecek?" dedi" sözüne gelince, biz o kasabaya uğrayan şahsın kâfir olduğunu söyeleyenlerin, bu ifâdenin mânâsını, Allah'ın kudreti hususunda şüphe etmeye; oraya uğrayan kimsenin peygamber olduğunu söyleyenlerin ise bunu, örf ve âdete göre uzak bir ihtimal görme, örf ve âdete göre ihtimal vermeme mânasına hamlettiklerini söylemiştik. Veyahut da bundan maksat, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in de, "Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster "(Bakara, 260) dediği gibi, te'kîd amacıyla daha çok delil istemektir. Hak teâlâ'nın tabirinin mânası, tıpkı "Bunlar sana nereden geliyor?" (Al-i İmran, 37) ifâdesinde olduğu gibi, "nereden?" demektir. "Bu kasabayı diriltmeden" maksat, onu imâr etmektir. Yani, onu yapmayacak manasında, "Allah onu ne zaman yapacak?" demektir. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu kimseye, hem kendi nefsi, hem de o kasabanın imar edilmesi hususunda bir mucize göstermek istedi de, "Böylece onu, yüz yıl ölü bıraktı." Biz bu hadiseyi daha önce zikretmiştik. İmdi, "Allahü Teâlâ'nın diriltmesi hususundaki istidlal, bir gün veya yarım gün ile de yapılabilirken, onu yüz yıl öldürmesindeki fayda nedir?" denilirse, biz deriz ki: Uzun bir müddet geçtikten sonra diriltmek, kısa bir müddet geçtikten sonra diriltmekten aklen daha uzak ihtimal görülür. Yine, uzun bir müddet geçtikten sonra başkalarının bu kimsede, bu kimsenin de başkalarında müşahede edeceği şeyler daha şaşırtıcı olur.

Allah'ın O'nu Diriltmesi

Hak teâlâ'nın (......) beyanının mânası, "sonra onu diriltti" demektir. Kıyamet günü de, insanlar kabirlerinde diriltildikten için "yevmu'l-ba's" diye adlandırılır. Bu tabirin kökü, Arapların deveyi yerinden kaldırıp dimdik tuttukları zaman söyledikleri (......) sözüne istinâd etmektedir. Allahü teâlâ, (......) demeyip de (......) buyurmuştur. Çünkü, Allahü Teâlâ'nın sözü, O'nun o kimseyi, daha önce olduğu gibi diri, akıllı, anlayışlı ve iiahî bilgiler hususunda istidlalde bulunmaya müsait ve kabiliyetli olarak "iade" ettiğine delâlet eder. Eğer Allah demiş olsaydı, bu faydalar temin edilemezdi. Hak teâlâ'nın, "Ne kadar kaldın?" dedi" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Burada iki kıraat (okuyuş) şekli vardır. Ebu Amr, Hamza ve Kisaî, idgâm ile diğerleri ise, izhâr ile okumuşlardır. Binaenaleyh idgâm edenler, iki mahreç birbirine yakın olduğu için idgam etmişler; izhar edenler ise, her ne kadar mahreçleri yakın olsalar dahi, en nihayet farklı olduklarından izhâr etmişlerdir.

İkinci Mesele

Âlimler, bu sözü söyleyenin Allah olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu hitabın Allah'tan olduğu bilinmiştir; zira bu hitab, mucizeyle beraber yapılmıştır.Bir de, o kimsenin diriltilmesinden sonra, eşeğinin durumundan ve onun kemiklerinin apaçık bir biçimde çürümesinden, bu harikulade hâlin ancak Allah tarafından meydana getirilebileceğini müşahede edip işi anlamıştır.

Üçüncü Mesele

Bu âyetle ilgili bir müşkilât vardır ve o da şudur: "Allahü teâlâ, o kimsenin öldüğünü bitip ve ölen kimsenin diriltildikten sonra, ölüm müddetinin uzun mu kısa mı olduğunu bilemiyeceğini bildiği halde, hangi hikmete binaen ona bunun miktarını sormuştur?" Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Hak teâlâ'nın böyle bir sorudan maksadı, harikulade olarak meydana gelen şeylere dikkat çekmektir.

Ölü Kaldığı Süre İle İlgili Bazı Sualler

Hak teâlâ'nın. "Bir gün yahud bir günden az kaldım" buyruğu ile ilgili birkaç sual vardır:

Birinci Sual: Cenâb-ı Hakk, bu "terdîd" ifâdesini niçin zikretmiştir?

Cevap: Kendisine nisbetle durum aynı olduğu halde, meyyitin ölüm süresi uzamış veya kısalmıştır. Böylece de o kimse, meyyit (ölü) olabilmesi mümkün olan en az bir zaman ile cevap vermiştir. Çünkü, süre bakımından kesin olan taraf budur. Bu ifâdenin tefsirinde şu hususa da yer verilmiştir: O kimsenin ölümü, gündüzün başında olduğu için "bir gün", sonra duvarların üstünde gün ışığının devam ettiğini görünce de "bir günden az" demiştir.

İkinci Sual: Ölü olarak bekleme yüz sene olup, sonra da, "Bir gün yahud bir günden daha az bekledim" demesi, bir yafan olmaz mı?

Cevap: O, bu sözü zann-ı galibine göre söylemiştir. Böyle bir yalandan dolayı muaheze edilmez. Bunun bir benzeri de şudur: Cenâb-ı Allah Ashab-ı Kehf'ten naklen, onların kendi vehim ve düşüncelerine göre, "Bir gün veyahut da bir günden az kaldık" (Kehf, 19) dediklerini bildirmektedir. Yine Yusuf (aleyhisselâm)'un kardeşleri de, "Baba, oğlun hırsızlık etti. Biz ancak bildiğimize şahidlik yaptık" (Yusuf, 80) demişlerdi. Onlar bu sözü sırf melikin su tasının onun yükünün içinden çıkarılması karinesiyle söylemişlerdi.

Üçüncü Sual: O bu beklemenin, ölüm sebebiyle olduğunu kesin olarak biliyor muydu, yoksa bilmiyordu da sadece bu beklemenin ölüm sebebiyle olduğunu zan mı ediyordu?

Cevap: Açık olan şudur ki, o bunun ölüm sebebiyle olduğunu biliyordu. Çünkü onun öldürülüp yüz sene sonra diriltilmesindeki esas maksat, onun ölümden sonra diriltilmeyi müşahede etmesidir. Bu ise ancak, o kimse bu bekleyişin ölüm sebebiyle olduğunu bildiği zaman olur. Yine o, ya kendi nefsinde veya merkebinde, bu beklemenin ölüm sebebiyle olduğunu gösteren halleri müşahede etmişti. Cenâb-ı Allah'ın, "Hayır, yüz yıl kaldın" dedi" sözünün mânası açıktır. Burada (......) kelimesinin aslı, yüzmek anlamına gelen masdarıdır. Çünkü, yılın içinde durdurulması mümkün olmayan uzun bir akış, yüzüş bulunmaktadır. Allahü Teâlâ'nın "İşte, yiyeceğine, içeceğine bak, henüz bozulmamıştır" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Ayetteki Kıraat Meselesi

Kıraat imamları (Bakara, 259), (Enam, 90), (Hakka, 28), (Hakka. 29), ve (Karia, 10) kelimelerindeki hâ harfinin, vakf halinde okunuşta gösterilmesi hususunda ittifak ettikten sonra, vasl halinde okunuşta gösterilip gösterilmeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Amir ve Âsim bütün bu kelimelerin hepsini, vasi halinde de hâ harfini isbât ederek, belirterek okumuşlardır. Hamza, vasi halinde bu harfleri hazfetmiştir. Kisaî ise (......) ve (......) kelimelerindeki hâ harfini hazfetmiş, diğer kelimelerdeki hâ harfini isbât ederek okumuştur. Kıraat âlimleri "Ah, keşke kitabım bana verilmeseydi. Hesabımın da ne olduğunu bilmeseydim "(Hakka, 25-26) âyetindeki ve kelimelerindeki hâ harflerinin, vasi ve vakf halinde okunacağı hususunda ihtilâf etmemişlerdir. Sen bunu anladığın zaman biz deriz ki, bu hâ harflerinin hazfedilişinin birkaç izahı bulunmaktadır:

1) kelimesi, (yıl, sene) kelimesinden iştikak etmiştir. Âlimlerden birçoğu (......) kelimesinin aslının (......) kelimesi olduğunu iddia etmiştir ve şöyle demişlerdir: Bunun böyle olduğuna delil, Arapların bundan iştikak ettirerek, bir kavme kıtlık isabet ettiği sene demeleridir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Mekke'nin insanları, kıtlık çekmiş zayıf kimselerdir." Araplar, bu kelimeyi şeklinde çoğul yapmışlardır. Bu kelimeden olmak üzere ise, şu fiil kullanılmaktadır: Bir kimse başkasına güzel muamele edip ona yumuşak davrandığı zaman denilir. Kelimenin ism-i tasgiri ise şeklindedir. Bu sabit olunca sözündeki "hâ" harfinin kelimenin aslından olmayıp, sekte sebebiyle getirilmiş bir harf olduğu anlaşılır.

2) Vahidî, Ferra'nın şöyle dediğini nakletmiştir: (......) kelimesinin aslının olması caizdir. Çünkü Araplar, her nekadar az kullanılsa da, bu kelimenin ism-i tasgirinden demişlerdir. Buna göre lâfzının aslının şeklinde olması, daha sonra sonundaki nûn harfinin düşerek vakf halinde sonuna "sekte hâ'sı"nın gelmiş olması caizdir. Nitekim (Şahin süzülmedi) tabirindeki fiilin aslıdır. Daha sonra bunun sonundaki "dâd" harfi düşürülerek, vakf hallinde sonuna hâ-i sekte getirilerek denilmiştir.

3) Ayetteki tabiri (Hicr, 26) âyetindeki (......) kelimesinden alınmıştır. Bu Kelimenin masdarı olan (......) lügatte (kalıba) dökmek, şekil vermek manasınadır. Ebû Ali el-Farisi de aynı şeyi söylemiştir. Buna göre ifâdesinin manası, "Onun içeceği olduğu gibi kalmış, üzerinden yüz yıl geçtiği halde dökülmemiştir" şeklindedir. Sonra bu kelimenin sonundaki nün hazfedilerek, ikinci maddede de açıkladığımız şekilde, nûn'un yerine, hâ-i sekte getirilmiştir. İşte bu üç madde, kelimeden bir harfin hazfedilmiş olduğunu göstermek için getirilmiştir.

Bu kelimenin sonundaki hâ harfinin okunuşta gösterilmesinin izahı ise şudur: Bu lâfzından alınmıştır.kelimesinin aslı ise, ism-i tasgirinin oluşunun da delalet ettiği gibi şeklindedir. "Seneler geçirmiş hurma" manasında, "Evi senelerce kiraladım" manasında da denilir. Durum böyle olunca âyetinin sonundaki hâ harfi, kelimenin asli harfi olur. İşte bundan dolayı, vasi halinde de, vakf halinde de hazfedilemez.

İkinci Mesele

Âyetteki ifâdesi, "değişmedi, bozulmadı" manasındadır. Buna göre bu kelimenin asıl manası, "onun üzerinden seneler geçmedi" demektir. Çünkü yılların geçmesi onu değiştirememiş ise, bu, sanki üzerinden yıllar geçmiş demektir. Bu, Ebu Ali el-Fârisi'den, ifâdesinin "onun içeceği dökülmedi" mânâsında olduğunu nakletmiştik.

Bunlardan sonra geriye bu âyetle ilgili iki soru kalır:

Birinci Soru: Allahü Teâlâ, "Hayır, yüz yıl kaldın" buyurunca, bunun peşisıra yüz yıl kaldığını gösteren şeyden bahsetmesi gerekirdi. O'nun, "İşte, yiyeceğine ve içeceğine bak. Henüz bozulmamış" buyruğu o kimsenin yüz yıl beklediğini göstermez. Aksine bu ifâde, açıkça o kimsenin "bîr gün veya bir günden az" dediği söze uygun düşer.

Buna şöyle cevap verilir: İnsanın o şeyin şüpheli olduğunu bir nebze bilmesinin yanısıra, bu husustaki şüphe ne kadar güçlü olur ise, o şüpheyi giderecek delili duyması da o derecede tesirli olur ve o kimsenin bu husustaki işi yapması da o derecede mükemmel olur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki "Hayır, yüz sene kaldın" dediğinde, bunun peşinden, "İşte yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamışlar" demiştir ki bu, o kimsenin "Birgün, yahut bir günden az" sözünü kuvvetlendiren bir husus olmuş olur. Bu durumda da, böyle bir şüpheyi giderecek delile duyduğu arzu artmış olur. Bundan sonra Cenab-ı Allah, "Bir de merkebine bak.." buyurup, o da merkebinin çürümüş ve kemik yığını haline gelmiş olduğunu görünce, Allah'ın kudreti karşısındaki hayranlığı büyümüş olur. Çünkü yiyecek ve içecekler kısa zamanda bozulur. Fakat merkep uzun bir zaman yaşayabilir. O insan, bozulabilecek şeyi, yani yiyecek ve içeceği bozulmamış; bozulmayacak şeyi, yani merkebinin kemiklerini bozulmuş ve çürümüş olarak görünce, Allah'ın kudretine olan hayranlığı artmış ve bu delil, onun aklında ve kalbinde yer tutmuştur.

İkinci Soru: Allahü Teâlâ, bu âyette yiyecek ve içecekten bahsetmiştir. Halbuki Hak teâlâ'nın 'bozulmamış" ifâdesi, yiyicekle değil içecekle ilgilidir. Buna şöyle cevap verilir: İçecekler için "bozulmama" ifâdesi kullanıldığı gibi, yiyecekler için, bilhassa çabuk bozulan yiyecekler için de kutlanılır. Rivayet edildiğine göre, bu kişinin yiyeceği incir ve üzüm, içeceği ise incir ve üzüm suyu idi. İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un kıraatinde ayet, okunmuştur. Hak teâlâ'nın "Bir de merkebine bak" buyruğu şu manadadır. Bu, o kimseye, merkebin kemiklerinin çürümüş olduğunu gördüğü için, uzun müddetten beri ölmüş olduğunu bildirmektedir. Bu, gerçekte merkebin kendisine bakması manasında değildir. Çünkü o, bu çürümüş kemiklerin o anda canlı bir varlık haline dönüştüğünü görünce, bunu yapabilen zâtın, bir anda eşeği öldürüp kemiklerini derhal çürütmeye de kadir olduğunu anlar. Bu durumda da, merkebin kemikleri ile, uzun müddet ölmüş olduğuna delil getirilemez. Aksine merkebin kemiklerinin hayat bulması, o kimsenin, Hak teâlâ'nın, "Hayır, yüz sene kaldın" sözünün doğru olduğunu gösteren bir mucize olmuş olur. Dahhâk şöyle der: "Bu tabirin manası şudur: "Allahü teâlâ, ölümden sonra yeniden diriltince, bu "ba's"in doğruluğuna bir delil olmuş olur." Başka alimler, bunun bir mucize olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Hak teâlâ, o kimsenin, torunlar ihtiyarlamış, saç ve sakalları ağarmış vaziyette kendisini simsiyah saçı ile bir genç olarak yeniden diriltmiştir.

Halka İbret Vesilesi Olması

Allahü Teâlâ'nın, "Bu, seni insanlara bir ibret vesilesi kılmamız içindir" beyanından muradın, ona bir şeref kazandırıp onu yüceltmek ve gerek dinî, gerekse dünyevî bakımdan yüksek derecelere çıkarmayı va'adetmek olduğunu söylemiştik. Bunlar ise, küfür üzere ölen ve Allah'ın kudretinde şüphesi olan kimselere uygun düşmez.

Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğunun başındaki vâv harfinin faydası nedir?" denilir ise, biz deriz ki; Ferra: "Kendisinden sonra mukadder (mahzuf) bir fiil bulunduğu için, burada vâv harfi getirilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ eğer "seni bir ibret nişanesi kılmamız için eşeğine bak" derse, "eşeğe bakma" cümlesi şart, "onu bir ibret nişanesi kılma" cümlesi ise onun cezası (neticesi) olmuş olurdu ki bu sözden böyle bir mana kastedilmemiştir. Fakat Cenâb-ı Hak, vâvlı olarak buyurunca mana, "Seni bir ibret nişanesi kılmak için, yaptığımız öldürüp diriltme işini yaptık" şeklinde olmuştur. Bunun bir benzeri de, "İşte biz ayetleri böylece türlü türlü açıklarız. Tâ ki onlar "Sen okumuşsun ' desinler" (En'am, 105) ayetidir. Bu "Onlar sen okumuşsun" desinler diye, âyetlerimizi böyle türlü türlü açıklarız" manasındadır. Yine ayeti de "O yakin sahibi olanlardan olsun diyef işte böyle İbrahim'e göklerin ve yerin melekûnınu gösteriyorduk" (Enam 75) manasındadır" demiştir. Allahü Teâlâ'nın "kemiklere bak" ifâdesine gelince, çoğu müfessirler, âyette geçen kemiklerden maksadın, onun eşeğinin kemikleri olduğunu, çünkü bu kelimenin başındaki elif-lâm'ın hazfedilen muzafun ileyhe bedel olarak geldiğini söylemişlerdir. (Yani burada ) tuaf (Merkebinin kemikleri) izâfetindeki, kısmı hazfedilmiş ve ona karşılık (......) kelimesinin başına lam-ı tarif getirilmiştir.) Diğer müfessirler de, "Allahü teâlâ'nın âyetteki "kemikler" ile, o kişinin bizzat kendisinin kemiklerini kastettiğini ileri sürerek şöyle demişlerdir: "Hak teâlâ, o kimsenin kafasına ve gözlerine can vermiş, bedeninin diğer kısımları ise çürümüş kemikler olarak kalmış. Böylece o kimse, kendi kemiklerine bakmış ve onların nasıl toplanıp birbirlerine kenetlendiklerini seyretmiştir. Yine o kimse, eşeğinin bağladığı gibi durduğunu, yüz yıldan beri yiyip içmeden canlı kaldığını görmüştür." Bu izaha göre âyetin takdiri: "Kendi kemiklerine bak" şeklinde olur. Bu görüş, Katâde, Rebî ve İbn Zeyd'e aittir. Bana göre, bu izah şu bakımlardan zayıftır:

a) Âyetteki, "Bir gün, yahut bir günden daha az" tabiri, ancak kendi üzerinde bir değişiklik görmeyen ve bir günden daha az bir müddette uyuduğunu zanneden kimseye daha münasib olur. Vücudunun dağılıp parçalanmış olduğunu, kemiklerinin çürümüş halini müşahede eden kimseye, bu söz uygun düşmez.

b) Allahü teâlâ o kimseye hitab edip, onun da cevap verdiğini nakletmektedir. Binaenaleyh cevap veren kimsenin de Allah'ın öldürdüğü o kimse olması gerekir. Öldürme işi, bütün bedenle ilgili olunca, Allah'ın dirilttiği cevap veren kimsenin de, o şahsın bütün bedeni olması gerekir.

c) Cenâb-ı Allah'ın, "Allah da onu yüz yıl ölü bırakmış, sonra da diriltmişti" buyruğu, Allah'ın, o kişinin bütün bedenine can verdiğini gösterir.

Ayetteki Kıraat Farklarına Göre Mânalar

Hak teâlâ'nın, buyruğundan murad, Allah'ın o kemiklere can vermesidir. Nitekim "Allah ölüyü diriltti" manasında denilir. Allahü Teâlâ da, "Sonra, dilediği zaman onu diriltilir" (Abese, 22) buyurmuştur. Allahü teâlâ O, "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" dedi. De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek "(Yasin, 78-79) âyetinde de, diriltmeyi kemiklerle ilgili olarak beyan etmiştir. Bu kelime şeklinde de okunmuştur. Ferrâ şöyle demiştir: "Sanki o dürülüp büküldükten sonra yayılmaya başlanmıştır. Bu böyledir, çünkü hayat sayesinde, alış verişteki canlılık başlar. Buna göre o kimse ölü olduğu müddetçe, bükülüp durulmuş gibi olmuş demektir. Fakat yeniden diriltilince, adetâ dürülmesinden sonra yeniden yayılıp açılmış gibi olur. Ham-za ve Kisâî, üstten noktalı zâ harfi ile, bu kelimeyi (......) şeklinde okumuşlardır ki bunun manası, "Biz kemiklerin bir kısmını, bir kısmı üstüne bitiştiriyoruz" şeklindedir. Birşeyi "inşâz", onu kaldırma manasındadır. Meselâ "onu kaldırdım, o da kalktı" denilir. Yerden çıkıp yükselen şey için de fiili kullanılır. Kadının geçimsizliği manasında tabiri de, kadının kocasının rızasına başkaldırması manasındadır. Bu kıraate göre âyetin mânası, "Biz onu yeryüzünden nasıl kaldırıp, her kemiği bedendeki yerlerine döndürüyor ve kemikleri üst üste inşa ediyoruz" demektir. Nehaî'den onun bu kelimeyi (......) şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir ki, bu okunuşa göre âyetin mânası, Ahfeş'ın söylediği şekilde olur. Ahfeş, onu yükselttim, kaldırdım mânasında denildiğini söylemiştir. Bütün kıraatlara göre bu tabirin mânası şudur: Allahü Teâlâ kemikleri üst üste inşâ etmiş, böylece bir nizam içinde kemikleri birbirleriyle bir araya gelmiş, sonra bu kemikler ete bürünmüş; damarlar, sinirler, etler ve deriler bu beden üzerinde yayılarak, bir kısmı diğerine bitişmiştir. Böylece bütün kıraatlar bu mânayı meydana getirmiş olurlar. Daha sonra Hak teâlâ, "Kendisine belli olduğu zaman" buyurmuştur ki, bu daha önce geçen, "Allah burasını ölümünden sonra nasıl diriltecek?" sözüyle ilgilidir. Buna göre mâna, "Meydana gelmesi uzak görülen şey bizzat tahakkuk edip, ona görününce.." şeklinde olur. Keşşaf sahibi fiilinin failinin mukadder olduğunu söylemiştir. Takdiri ise, Allahü Teâlâ'nın herşeye kadir olduğu O'na belli olunca, O, "Biliyorum ki Allah, her şeye kadirdir" dedi" şeklindedir. İkinci cümle kendisine delâlet ettiği için, birincisi hazfedil mistir. Bana göre bu, bir zorlamadır. Aksine sahîh olan takdir şöyledir: "Allahü Teâlâ'nın öldürmesi ve diriltmesi müşahede yoluyla o kimseye belli olunca O, "Biliyorum ki Allah, herşeye kadirdir" demiştir." Bunun te'vîli ise şöyle olur. "Bu istidlalden önce bildiğim şeyi, bizzad müşahede ederek kavradım, bildim." Hamza ve Kisaî, emir sîgası ile ... "Dedi ki: Bil..." şeklinde okumuşlardır. Bu kıraatin izahı hakkında iki görüş vardır:

a) Bu durum ortaya çıkınca o kimse, kendi kendine emir vererek söylemiştir. Nitekim A'şâ da "Umame'yi uğurla.. Çünkü kervan çoktan yola koyuldu.." demiştir.

b) Allahü teâlâ, "Bil ki Allah, herşeye kadirdir" buyurmuştur. Bu te'vîlin doğruluğuna Abdullah İbn Mesûd ile A'meş'in şu kıraatleri de delâlet eder: "Denildi ki: "Bil ki, Allah herşeye kadirdir." Hak teâlâ'nın Hazret-i İbrahim ile ilgili âyetin sonunda, "Bil ki Allah, azizdir hakimdir" (Bakara. 260) demiş olması da, bu Kıraati destekler.

Kadî şöyle demiştir. "Birinci kıraate yapış, onu benimse.. Çünkü, bir şeyi emretmek ancak, o emredilen şey bulunmadığı zaman güzel olur." Burada, Hak teâlâ'nın buyruğunun delaletiyle, bu bilgi mevcuttur. Binaenaleyh, ilim mevcutken, onu elde etmeyi emretmek caiz olmaz. Ama, onun bulunduğunu haber vermek (böylece de "Biliyorum ki..") demek caizdir.

Üçüncü Kıssa: Ölümden Sonra Dirilme

259 ﴿