264"İyi bir söz ve bağışlama; ardından eziyyet gelen bir sadakadan hayırlıdır. Allah müstağnidir, halimdir. Ey iman edenler! Sadakalarınızı Allah'a ve âhiret gününe inanmadığı halde mahnı insanlara gösteriş için harcayan bir kimse gibi başa kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyiniz. Çünkü onun durumu, üzerinde (az bir) toprak bulunup da, kendisine şiddetli bir yağmur isabet eden, böylece o, kendisini kaskatı bir taş haline getirmiş olan cascavlak bir kayanın durumu gibidir. Onlar, (dünyada) kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah, kafir olan topluluklara hidayet etmez. Allah'ın rızasını talep etmek ve ruhlarını kökleştirip takviye etmek için mallarını harcayanların hâli de, bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir bahçenin durumuna benzer. Öyle ki, ona bol bir yağmur düşmüş de meyvelerini iki kat vermiştir; ona bol yağmur düşmese de, en azından bir çisinti bulunur. Allah, yaptığınız her şeyi hakkıyla görücüdür" . Âyette geçen "güzet söz" gönüllerin kabul edip, yadırgamadığı sözdür. Burada bundan murad, isteyen, dilenen kimsenin, hoş ve güzel bir şekilde geri çevirilmesidir. Atâ "Bu, güzel bir va'ad manasındadır" demiştir. "Mağfiret'e(bağışlamaya) gelince, bunun birkaç şekilde izahı bulunmaktadır a) Fakir, isteği yerine getirilmeksizin geri çevrilirse bu ona zor gelir ve çoğu zaman onu, kötü konuşmaya sevkeder. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, fakirin kötü konuşmasını affetmeyi ve kusurunu bağışlamayı emretmiştir. b) Bundan murad, fakiri güzel bir şekilde geri çevirmekten dolayı, Allah'ın mağfiretine nail olmaktır. c) "Mağfiref'ten murad, fakirin ihtiyacını gidermek ve sırrını ifşa etmemektir. Güzel sözden murad ise, onu en güzel bir şekilde geri çevirmek ve kendi haline vâkıf olmasını istemediği bir kimsenin yanında onun halini zikrederek, sırrını ifşa etmemek suretiyle mağfiretle davranmaktır. d) Ayetteki "güzel söz" ifâdesi, kendisinden bir şey istenen kimseden, isteyeni (sâil) güzel bir şekilde geri çevirmesini; mağfiret ise, isteyen kimseye (sâil), onu geri çeviren kimsenin mazeretini kabul etmesini isteyen bir hitaptır. Çünkü bazan o kimse sâilin istediği şeyi veremeyebilir. Cenâb-ı Allah sonra, bu iki şeyi yapmasının insan için, peşinden eziyyet gelen sadakadan daha hayırlı olduğunu beyan etmiştir. Bunun daha hayırlı olmasının sebebi şudur: İnsan birşey infâk edip, o vermesinin peşinden sıkıntı ve eziyyet verirse, bu durumda o kimse, fayda ile zarar vermeyi cem etmiş olur ve çoğu zaman, yapmış olduğu iyiliğin sevabı, vermiş olduğu zararı karşılamaz. Güzel sözde ise, müslümanın kalbine sürür ulaştırdığı ve ona bir zarar iliştirmediği için, fayda bulunmaktadır. Bu birincisinden muhakkak ki daha hayırlıdır. Bil ki bazı âlimler, şöyle demişlerdir: Bu âyet, nafile sadaka hakkındadır. Çünkü vâcib olan zekâtın verilmemesi ve sâilin ondan men edilmesi helâl değildir. Bununla, vâcib olan zekâtın kastedilmesi de muhtemeldir. Bu durumda zekât, bir sâile değil öbürüne; bir fakire değil, diğer fakire verilir. Sonra Cenâb-ı Allah, "Allah ganîdir, halimdir" buyurmuştur. Yani, "Allah, kullarının sadakalarından müstağnidir. Size, sadaka ve zekâtı, onlar sebebiyle sevap vermek için emretmiştir. Halimdir, çünkü verdiği sadakayı başa kakan ve ondan dolayı eziyet veren kimseyi cezalandırmakta acele etmez." Bu, Cenâb-ı Allah'ın gazab ve vaîdinî, tehdidini gösterir. Sonra Cenâb-ı Allah, infâkın şu iki çeşidini zikretmiştir: a) Peşinden, başa kakma ve eziyyet gelen infâk; b) Peşinden başa kakma ve eziyyet gelmeyen infâk.. Sonra Cenâb-ı Allah, bu iki çeşidin her birinin durumunu açıklamış ve her biri için bir benzetme yapmıştır. Peşi sıra, başa kakma ve eziyyet yapılan birinci kısım infâkla ilgili olarak, "Ey iman edenler, sadakalarınızı -malını insanlara gösteriş için harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan bir kimse gibi- başa kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyiniz" (Bakara, 264) buyurmuştur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Amellerin İptali İle İlgili Mutezile'nin Fikri Kâdî, şöyle demiştir: "Allahü Teâlâ, başa kakarak ve inciterek sadakayı boşa çıkarmayı kuvvetli bir üslûbla nehyetmiş ve böylece başa kakma ve eziyyetin sadakayı boşa çıkarttığını beyan ederek Mürcie'nin bütün şüphelerini gidermiştir. Malûmdur ki sadaka, tahakkuk etmiş ve önceden verilmiştir. Bundan dolayı onun geçersiz olması doğru değildir. Buna göre buradaki geçersiz oluştan murad, onun ecrinin ve sevabının geçersiz oluşudur. Çünkü ecir, henüz hâsıl olmamıştır; ileride verilecektir. Bundan dolayı o kimsenin başa kakması ve eziyyeti sebebiyle, sadakasının ecr ve mükâfaatının boşa çıkması doğru olur. Bil ki Cenâb-ı Allah, başa kakma ve eziyyet ile sadakanın ecrinin nasıl iptal edildiği hususunda iki misal zikretmiştir. O kimseyi önce, insanlara gösteriş için mal infak eden ve bununla beraber, Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyip kâfir olan bir kimseye benzetmiştir. Çünkü bu müraî kâfir kimsenin infakının mükâfaatının boşa gideceği, sadakasının peşi sıra başa kakan ve eziyyet eden kimsenin mükâfaatının boşa gideceğinden daha açık ve kesindir. Sonra Cenâb-ı Allah o kimseyi, üzerinde toz toprak bulunan ve derken kuvvetli bir yağmurun yağmasıyla üzerindeki toprak giderek, sanki daha önce üzerinde hiç toprak yokmuş gibi olan bir kayaya benzetmiştir. Kâfir de, bu kaya gibidir. Kaya üzerindeki toprak, o kâfirin infâkı; o kuvvetli yağmur, kâfirin bütün amelini boşa çıkaran küfrü ve infak edenin de amelini boşa çıkaran başa kakma ve eziyyet etme gibidir." Kâdî, sözünü şöyle sürdürmüştür: "Nasıl, kuvvetli yağmur, kayanın üzerinde bulunan toprağı götürürse, aynı şekilde başa kakma ve eziyyetin de, tahakkuk ettikten sonra, infâkın mükâfaatını boşa çıkaran iki şey olmaları gerekir. Bu "ihbât ve tekfir" hususunda açık bir hüküm ifâde etmez." Cübbaî de şöyle demiştir: "Bizim görüşümüzün doğruluğuna bu âyet delil olduğu gibi, aynı şekilde akıl da delâlet eder. Bu böyledir, çünkü itaat veya isyan eden kimse, eğer itaatinin sevabını ve günahının cezasını hak etmiş ise, iki zıt şeyi aynı anda hak etmiş olur. Çünkü sevabın şartı, halis, sürekli ve ta'-zime makrun (bitişik) bir fayda olmasıdır; ikâbın şartı ise, halis, sürekli ve zelil kılmaya makrun bir zarar olmasıdır. Binaenaleyh, eğer "ihbât" olmasaydı, birbirine zıt olan iki şey aynı anda hakedilmiş olurdu. Bu ise imkânsızdır. Çünkü Cenâb-ı Allah o kimseyi cezalandırırken, bu onun sevabına mâni olur. Sevaba mani olmak ise, zulümdür. Bu cezalandırma ise, adaletin gereğidir. Binaenaleyh, o kimsenin müstahak olduğu netice olması bakımından, bu ikâb ve cezalandırmanın adalet; onun sevabına mâni olması bakımından da zulüm olması gerekir. Bu durumda Cenâb-ı Allah, âdil olduğu bir fiilde, aynı anda zâlim de olmuş olur ki, bu ise imkânsızdır. Böyle bir açıklamayla bizim "ihbât" ve "tekfir" hususundaki görüşümüzün hem aklen, hem de naklen doğru olduğu ortaya çıkar." Bu, Mutezile'nin görüşüdür. Amellerin İptaline Dair Sünnî Görüş Bizim âlimlerimiz ise şöyle demişlerdir: "Ayetteki "Heder etmeyiniz, boşa çıkarmayınız" buyruğundan murad, "Bu sevab kesinleştikten sonra onu yok etmeyiniz" mânâsı değildir. Aksine bundan kastedilen, bu ameli bâtıl olarak yapmaktır. Çünkü insan, infâkı ile Allah'ın rızasından başka birşeyi kastedince, daha işin başında onu bâtıl olacak ve boşa gidecek bir şekilde yapmış olmaktadır. Ehl-i sünnet âlimleri Mutezile'nin görüşünün bâtıl olduğu hususunda bir çok delil getirmişlerdir: 1) Nefyedici (nâfî) ile arız olucu (târi) arasında bir münâfât yoksa, arız olanın ârız olmasından, nefyedicinin zevali gerekmez. Şayet aralarında münâfât bulunursa, arız olanın mündefî olması, nefyedenin zevalinden daha münasip olmaz, aksine bu daha uygun olur; zira defetmek, yükseltmekten (ref) daha kolaydır. 2) Sonradan arız olan şey, eğer boşa gider ve heba olur ise, ya kendisinden geçmişte varlığa dahil olmuş şey yok olur ki bu imkânsızdır. Çünkü mazi sona ermiştir ve şu anda mevcut değildir. Zaten yok olan şeyi yok etmek ise imkânsızdır. Veya onun şu anda mevcut olan bir kısmı yok olur ki bu da imkansızdır. Çünkü şu anda mevcut olan bir şeyi, aynı anda yok etmek, varlık ile yokluğu aynı anda bir arada bulundurmak demektir. Bu ise imkânsızdır. Veyahut da onun, gelecekte meydana gelecek kısmı yok olur. Aynı şekilde, bu da imkânsızdır. Çünkü müstakbelde meydana gelecek şeyler, şu anda henüz yoktur. Henüz var olmayan şeyi yok etmek ise imkânsızdır. 3) Sonradan olanın ârız olmasının şartı, nâfinin sona ermesidir. Şayet biz nâfinin zevalini, târinin arız olması sebebiyle muallel kabul edersek, devr gerekir ki bu da imkânsızdır. 4) Arız olan şey, arız olup, önceden mevcut olan sevabı yok eder ise, bu durumda önceden olan sevab, sonradan meydana gelen şeyden (târi'den) bir şeyi ya yok eder veya etmez. Birinci ihtimal denge (muvazene) halidir. Bu, Ebu Haşim'in görüşü olup bâtıldır. Çünkü iki şeyden birisinin yokluğunu gerektiren, diğerinin varlığıdır. Herbiri birer netice olan bu iki adem (yokluk) birlikte olarak hasıl olurlarsa, iki sebep olan iki mevcudun husulü gerekir. Dolayısıyle, bunlardan herbirinin, yokluğu halinde mevcut olması gerekir ki bu da imkânsızdır.İkinci ihtimal ise, Ebu Ali el-Cübbâî'nin görüşü olup o da bâtıldır. Çünkü sonradan meydana gelen ikâb, önceki sevabı yok ettiğinde, önceki sevabın sonradan meydana gelen bu ikâbtan herhangi birşeyi gidermede hiçbir tesiri olmaz. O zaman da, önceki sevabı gerektiren işin, ne sevap elde etmede, ne de ikâbı gidermede bir faydası olur... Bu ise Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim zerre kadar bir hayır yapar ise, onun (sevabım ve karşılığını) görür" (Zilzal, 7) ayetindeki açık mananın zıddı bir durumdur. Bir de bu durumda kul taatin meşakkatine katlandığı halde, bu meşakkatin ne menfaat elde etmede, ne de zararı savuşturmada bir faydasını göremeyeceği için, adalet ile bağdaşmaz. 5) Siz (Mutezile) şöyle diyorsunuz ki, "Küçük günahlar, sevapların bazılarını değil de, diğer bazılarını geçersiz kılar, boşa çıkarır." Bu da, imkânsız bir görüştür. Çünkü cüzler, müstehak olma bakımından, mahiyetçe eşittirler. İmdi, sonradan meydana gelen küçük günahın tesiri.-mahiyet bakımından hepsi eşit olduğu halde sevapların şu kısımlarında değil de, bu kısımlarında müessir kabul edilince bu, müreccih olmaksızın, bir mümkini tercih etmek olur ki bu da imkânsızdır. Böylece geriye sadece şöyle söylemek kalır: Sonradan meydana gelen küçük günah, ya sevabın tamamını götürür ki bu ittifakla yanlıştır, yahut da bu, sevaptan hiç bir şey götürmez. Bizim varmak istediğimiz netice de budur. 6) Büyük günahın cezası, insanın önceki amellerinin sevabından fazla olunca, şu ihtimaller söz konusudur: Sevabın iptali hususunda müessir olan ya sonradan meydana gelen bu günahın cezasının cüzlerinin bir kısmıdır veyahut da tamamıdır. Birinci ihtimal bâtıldır. Çünkü mahiyet itibari ile hepsi eşit olduğu halde, günahın cezasının cüzlerinden bir kısmını müessir kabul edip, diğerlerini tesirsiz kabul etmek, mümkin olan bir şeyi, tercih ettirici bir sebep (müreccih) olmaksızın tercih etmek olur. Bu ise imkânsızdır. İkinci ihtimal de bâtıldır. Çünkü bu durumda, ikâbtn bu iki kısmından her birisi, o sevabı iptal etme hususunda müstakil olduğu halde, tek bir sevabı iptal etmek için, ikâbın iki kısmı bir araya gelir. O zaman da, tek bir eser ve netice üzerinde, müstakil olan iki müessir birleşmiş ojur ki bu imkânsızdır.Çünkü o eser, bu durumda o ikisinden her biri ile yetinerek, diğerine İhtiyacı olmaz. Böylece de o, ikisine de aynı anda hem muhtaç olmuş olur, hem de muhtaç olmamış olur ki bu imkânsızdır. 7) Aynı anda hem sevabı haketmiş olma, hem de ikâbi (cezayı) haketmiş olma arasında bir zıtlık yoktur. Çünkü, mesela efendi uşağına, "Hırsızlar çalmasın diye malı muhafaza et" dese, sonra o anda bir düşman gelip, efendiyi öldürmeyi kastetse, bu durumda da uşak o düşmanla mücâdele edip onu öldürse, uşağın bu fiili efendisini ölümden kurtardığı için medh-ü senayı, efendisinin malını korunmasız olarak çalınmaya maruz bıraktığı için de kınanmayı gerektirir. Bu iki farklı istihkakın her biri doğrudur, yani her ikisi de sabittir. Akıl erbabı, bu gibi durumlarda ya bir tarafı tercih ederler veyahut da mühâyee yapar, yani her birine istihkakı nisbetinde pay verirler. Hak edilen bu iki istihkaktan birisinin olmamasına ve zevaline hükmedilmesi, aklın açıkça göstereceği gibi, kabul edilemez. 8) Bu istihkakın meydana gelmesini gerektiren şey, önceden yapılmış olan fiildir. Sonradan meydana gelen şeyin, bu fiilin o istihkakı gerektirmede tesiri ya vardır ya da yoktur. Birinci ihtimal imkânsızdır; çünkü bu fiil ancak geçmiş zamanda olmuştur. Eğer sonradan meydana gelen şeyin, geçmişteki bir fiile tesiri olsaydı, bu geçmiş zaman üzerinde bir tesir meydana getirmek olurdu ki bu imkânsızdır.Eğer önceki fiilin bu istihkakı gerektirmesi hususunda, arız olan şeyin tesiri yoksa bu gerektirmenin daha önceden olduğu gibi devam edip sürmesi ve zail olmaması icâb eder. "Bu sonradan meydana gelen şeyin, tesirin o önceki şeyde meydana gelmesine manî olmuş olması niçin caiz olmasın?" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: "Bu sonradan meydana gelen şeyin, mazide bir tesir icra etme bakımından, önceki bu fiili gerektirmede etkili olması imkânsız olunca zira mazide bu tesir meydana getirmek imkânsızdır ve arız olanın tesirinin mündeft olması genelde mümkündür. bu takdirde mâzî olan (geçmişte olan), bu yeni meydana gelenden daha kuvvetli olur. Böylece mâzî, sonradan ortaya çıkanı defetmede, aksi durumdan daha uygun olur. 9) Mutezile: "Bir yudum içki içmek, îman ve ihlâsla yapılmış olan yetmiş yıllık tâatın sevabını götürür (ihbât)" demektedir. Bu imkânsızdır, çünkü biz zarurî olarak bu tâatların sevabının o tek bir günahın ikâbından daha fazla olduğunu biliyoruz. Çok olan az olan ile götürülemez.lcübbaî şöyle demektedir: "Tek bir büyük günahın, her tâattan daha büyük olması imkânsız değildir. Çünkü, Allah'ın nimet ve ihsanının çokluğuna, bolluğuna göre, O'na yapılan isyan da o nisbette büyür. Nitekim, Allah'ın, o kulu yaratıp büyütmek, onu malik kıtmak ve en sonunda onu kemâle erdirmek suretiyle yerine getirmiş olduğu rubûbiyyetten dolayı hak etmiş olduğu şey, o kulun, Allah'ın nimetlerinin çokluğu sebebiyle- Allah'ın hakkının, şükrünü edâ etmesinden daha çoktur. Allah'ın kullarına olan nimeti, büyüklük ve çokluk bakımından ihata edilemiyeceğine göre, o kulun tek bir günahtan dolayı bütün tâatların sevabına denk olacak büyük bir ikâba müstehak olması imkânsız değildir." Bil ki böyle bir mazeret zayıftır. Çünkü bir hükümdarın bir kuluna olan nimeti çok olsa; sonra o kul da elli sene kulluğun hakkını yerine getirse; sonra, o hükümdarın kaleminin ucunu kasıtlı olarak kırsa, bu durumda hükümdar bu kadarcık suçtan dolayı onun itaatlerinin hepsini boşa çıkarırsa, bu durumda herkes o meliği kınayarak, onun katı davrandığını ve adaleti terkettiğini söyler. Bütün günahların, Allah'ın celâline nisbetle o kalemin ucunu kırmaktan daha az bir kusur olduğu herkesçe malûmdur. Böylece, Mutezile'nin ileri sürmüş olduğu görüşlerin aklın ölçülerine ters düştüğü ortaya çıkmış olur. 10) Bir saatlik iman, yetmiş senelik küfrü yıkar. Binaenaleyh yetmiş senelik iman, nasıl bir saatlik fısk ile yıkılır. Bu, aklın kabul edemeyeceği bir şeydir. En iyisini Allah bilir. İşte bütün bunlar, mûtezile'nin, (......) ayetine tutunarak iddia ettiği muhâbata ihbat, yani günahlar sebebiyle amellerin boşa gitmesi görüşünün yanlışlığına delâlet eden aklî delillerdir..Buna göre biz deriz ki: Hak teâlâ'nın, "Sadakalarınızı başa kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyiniz" ayeti şu iki manaya muhtemeldir: Birinci Mana: "Bunu, yani sadaka vermeyi, bâtıl bir şekilde yapmayınız." Bu da, insanın sadaka verirken, insanın riya ve gösteriş niyetinde olmasıdır. Binaenaleyh böyle bir sadaka, daha verilirken bâtıl olmuş olur. Bu te'vil, kesinlikle, bizim anlayışımıza zarar vermez. İkinci Mana: Âyette geçen iptal (boşa çıkarma) den murad, sadakanın başlangıçta sevap hakettirecek şekilde verilip, sonra da onun peşisıra başa kakma ve incitme yapılınca, bu başa kakıp incitmenin cezasının, sadakanın sevabını gidermesidir. Ancak bu itibarla Mutezile kendi görüşü için bu ayete tutunabilir. O hâlde âyeti, niçin bu ikinci mânâya hamletmek, birinci manaya hamletmekten daha evlâ olsun? Bil ki Allahü Teâlâ bunun için iki benzetme yapmıştır: Bunlardan birinci mânâya uygundur ve o da, "Malını insanlara gösteriş için harcayan, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir kimse gibi "sözüöür. Çünkü bu kimsenin amelinin heder olmasından muradın, o sadaka verilirken, doğru olarak değil de bâtıl olarak verilip böylece boşa gitmesi olduğu herkesin malûmudur. Çünkü bu amelin sıhhatine manî olan şey, o insanın küfrüdür. Bu küfür de o amel ile birlikte bulunmuştur. Binaenaleyh amelin, doğru olarak meydana gelmesi imkânsız olur. Bu benzetme, bizim yaptığımız te'vilin doğruluğunu gösterir.Üzerinde toz toprak bulunup da, şiddetli yağmur isabet eden kaya ile ilgili olan ikinci mesel ise.Mü'tezile'nin yaptığı te'vilin doğruluğunu gösterir. Çünkü Hak teâlâ, bu kaya parçası üzerinde toz-toprak var iken, şiddetli yağmuru o toz toprağı tamamen götüren bir şey kılmıştır. Burada da başa kakıp incitmenin, sevap tahakkuk ettikten sonra, bu tahakkuk eden ücret ve sevabı gidermiş olması gerekir. Fakat biz şöyle diyoruz: Kaya parçası üzerindeki toz-toprağa benzetilen şeyin, kâfirin yaptığı infaktan dolayı elde edeceği karşılık olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine burada toz-toprağa benzetilen, fasit bir niyetle yapılmaması halinde ücret ve sevabı gerektiren amelin südûrudur. Binâenaleyh kaya parçası üzerindeki toprağa benzetilen şey, o kimseden südûreden ameldir. Âyeti bu manaya hamletmek daha uygundur. Çünkü kaya parçası üzerinde toz olduğu zaman, o kayaya yapışmaz ve içine nüfuz edemez. Aksine kaya ile toz-toprağın birlikte olmaları, ayrı ayrı olmaları gibidir. Bunlar, aslında bir olmadıkları halde, insanın gözüne bir gibi görünür. Aynen bunun gibi, başa kakıp İncitme ile yapılan infâk, zahiren iyi bir iş gibi görünse bile, hakikatte böyle değildir. Böylece Mutezilenin bu âyetle istidlallerinin zayıf olduğu ortaya çıkmış olur.Mû'tezile'nin bu ayetle ilgili olarak ileri sürdükleri akli delillere gelince, biz aynı anda hem sevaba hem de ikâba müstehak olmanın bir tezâd olmadığını ve bu bir arada olmayı gerektiren şeyin ya bir tarafı tercih veyahut da her iki tarafı birden kabul etme olduğunu beyân etmiştik. İbn Abbas (radıyallahü anh) âyete, "Sadaka verdik diye, Allah'a minnet ederek ve sadaka verdiğiniz o dilenciyi inciterek sadakalarınızı iptal etmeyin, boşa çıkarmayın" mânâsını vermiştir. Diğer bazı âlimler ise, bunu "Fakirin başına kakarak ve onu inciterek sadakalarınızı heder etmeyin, iptal etmeyin" mânâsında almışlardır. Her ne kadar ikinci mana daha açık ise de İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın verdiği mana ihtimal dahilindedir. Çünkü İnsan yaptığı ile övünerek infâk edip, tevazu yoluna girerek Allah'a yönelmez ve bütün bunların Allah'ın fazlı, tevfiki ve ihsanı ile olduğunu itiraf edip tasdik etmez ise, sanki o, Allahü Teâlâ'ya minnet etmiş gibi olur. Gösteriş İçin Yapılan İntakın Durumu Cenâb-ı Allah'ın, "Malını insanlara gösteriş için harcayan.." âyetiyîe ilgili iki mesele vardır: (......) ifâdesindeki kâf harfi hususunda iki görüş vardır: 1) Bu harf-i cerr, mahzûf bir kelimeyle ilgilidir. Bunun takdiri ise şöyledir: "Sadakalarınızı, malını insanlara riya için harcayan kimsenin heder edişi gibi, başa kakıp inciterek iptal etmeyin." Böylece Allahü Teâlâ, nifak ve riyanın sadakaları boşa çıkarması gibi, başa kakma ve incitmenin de sadakaları boşa çıkaracağını beyân etmiştir. Bu husustaki sözün özü şudur: Münafık ve riyakâr olanlar sadakalarını Allah rızası için vermezler. Başa kakıp inciterek sadaka veren de, o sadakayı Allah rızası için vermiş olmaz. Çünkü eğer onun bu sadakadan maksadı, Allah'ın rızasını kazanmak olsaydı, ne bu sadakasını fakirin başına kakar, ne de onu incitirdi. Böylece bu iki sadaka şeklinin de Allah rızası için olmadığı ortaya çıkmaktadır. İşte bu da, bizim söylediğimiz şu hususu kuvvetlendirir: Sadakanın heder olup boşa çıkmasından maksad, başlangıçta doğru şekilde verildiği halde, daha sonra başa kakılıp, o fakir incitilerek sevabının yok edilmesi değil, daha işin başında bâtıl bir şekilde yapılmış olmasıdır. 2) Kâf harf-i cerri, hâl olarak mahallen mansubtur. Buna göre âyetin takdiri şu şekildedir: "Malını, insanlara gösteriş için infâk eden kimselere benzeyerek, sadakalarınızı heder etmeyiniz." "Riyâ" "müra'âten" fâfzı gibi bir masdardır. denildiği gibi, denilir. Riya, yaptığın işi başkasına göstermendir. Riya ile ilgili sözün özü daha önce geçmişti. Sonra Cenâb-ı Hak bu meseli zikredince, peşisıra ikinci bir mesel (benzetme) getirerek, "Onun durumu, üzerinde az bir toprak bulunan bir kayanın haline benzer ki, ona şiddetli bir yağmur isabet edince, üzerindeki toprağı temizleyip kendisini, katı bir taş halinde bırakır" buyurmuştur. sözündeki "hû" zamiri hususunda iki görüş vardır: 1) Bu zamir, münafığa râcidir. Buna göre mana şöyle olur: "Allahü teâlâ başa kakıp inciterek sadaka veren kimseyi, münafığa; münafığı da o taşa benzeterek, "kah bir taş gibi. " buyurmuştur. Safvân. pürüzsüz taş demektir. Ebu Ubeyd el-Esma'i'den safvah, safa ve safvâ kelimelerinin aynı manaya geldiğini, her üçünün de ism-i maksûr olduğunu nakletmiştir. Bazıları da, "mercan" kelimesinin , ve "sa'dân" kelimesinin nin cem'i oluşu gibi, "safvan"ın da, (......) kelimesinin cem'i olduğunu söylemişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak buyurmuştur. şiddetli yağmur demektir. Nitekim (Gök, şiddetli yağmur yağdırdı) ve (Bol yağmü; yağmış toprak) denilir. Sonra"yi buyurulmuştur. pürüzsüz ve kuru demektir. Temiz ve pürüzsüz olduğu zaman taşa ve dağa denilir. Pürüzsüz kaya gibi, hiçbir şey bitirmeyen toprağa da denilir. Çakmaktaşı kıvılcım çıkarmadığı zaman, denilir. Bil ki bu, Cenâb-ı Allah'ın, verdiği sadakayı başa kakıp eziyet eden kimsenin ve münafığın ameli için yaptığı bir benzetmedir. Çünkü insanlar zahiren, şu toprağın o kayanın üzerinde görülmesi gibi, bu insanların güzel amelleri olduğunu görürler. Kıyamet günü geldiği zaman, bütün bunlar şiddetli yağmurun cascavlak taş üzerindeki toprağı giderdiği gibi kaybolur ve boşa çıkar. Çünkü o günde, bu amellerin Allah rızası için olmadığı ortaya çıkar. Mu'tezile'ye göre ise bu âyetin mânâsı şöyledir: "Bu sadaka başlangıçta ecir ve mükâfaatı haketmiş idi. Fakat sonra yapılan başa kakma ve incitme, kuvvetli yağmurun kaya üzerindeki toz toprağı yıkayıp giderdiği gibi, bu ecir ve mükâfaatı giderdi." Bil ki bu meselin keyfiyetinin iki şekli vardır: 1) Bu, bizim söylediğimiz şu şekildir: Görünen amel, toprak; başa kakan ve inciten kimse ile münafık; katı kaya; ve kıyamet günü de, şiddetli yağmur gibidir. Bu şekil, bizim görüşümüze göredir.tautezile'ye göre ise, başa kakma ve incitme şiddetli yağmur gibidir. 2) Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Bunda bir ihtimal daha bulunup da şu manadır: Kulların amelleri, kıyamet günü onların azıklarıdır. Binaenaleyh kim ihlâs ile amel ederse, sanki kat kat verecek olan bir toprağa tohum ekmiş, vakti gelince biçeceği ve ihtiyaç duyduğu zaman yanında bulacağı şekilde o tohum bitmiş gibi olur. Münafığın ektiği yer ise, çıplak kayadır. Malûmdur ki, onun üzerinde hiçbir şey bitmez ve o kayanın üzerinde tohumu kabul edecek bir şey bulunmaz." Âyetin manası şöyledir: Sadakasını başa kakan ve inciten kimse ile münafığın ameli şuna benzer; üzerinde az bir toprak bulunan çıplak düz kayaya tohum ekildiğinde, üzerine bol yağmur yağdığı zaman, o tohum, topraksız tek başına kalır. Görmüyor musun Allahü Teâlâ, muhlis olanı, bir tepe üzerindeki bahçeye benzetmiştir. Bahçe, içinde ağaçlar ve hurmalar olan bir yerdir. Binaenaleyh, kim Allah için ihlâslı olur ise, bir tepenin üzerine bir bahçe dikmiş kimse gibi olur. O kimse, son derece muhtaç olduğu anlarda, bahçesinin meyvelerini toplar, Bu bahçe, her an Rabbinin izniyle kat kat ve fazlasıyla meyvelerini verir. Ama sadakasını başa kakıp eziyet veren ile münafık, üzerinde azıcık toprak bulunan bir kayaya tohum eken kimse gibidir. O, ekinine ihtiyaç duyduğu zaman, orada hiçbirşey bulamaz. İnkarcılardan birisi bu teşbihi tenkid ederek, "Kuvvetli yağmur bir kayaya rastladığı zaman onu toz-topraktan temizleyerek, pırıl pırıl eder. O halde, Allah'ın, münafığın amelini buna benzetmesi nasıl caiz olur?" demiştir. Buna şöyle cevap verilir: Benzetme yönü, bizim söylediğimiz husustur. Binaenaleyh bu hususun dışında, teşbih edilen şeyin farklı olmasına itibar edilmez. Kâdî, "Yine toprağın o kayanın üzerinde olması, birkaç yönden fayda ifâde eder: a) Bu, kaya üzerinde durmaya daha elverişli olur. b) Teyemmüm halinde ondan istifade edilir. c) Onun üzerinde bitki bitebileceği için istifâde edilebilir" demiştir. Kâdinin bu izahı güzet olmakla beraber, birinci görüşe itimad edilir. Allahü Teâlâ'nın "(Onlar) kazandıklarından hiçbirşey elde edemezler" buyruğuna gelince, buradaki "onlar" zamirinin nereye râci olduğu hususunda iki görüş vardır: 1) Bu, zikredilmeyen bir malûma racidir. Yani, mahlûkattan hiç kimse o dümdüz taş üzerinde bulunan toprağa atılmış olan tohuma güç yetiremez. Çünkü toprak kayadan kayıp gitmiştir ve orada tohum da kalmamıştır. Böylece de hiç kimse o tohumdan istifâde edememiştir. Bu da, Kaffâl (r.h.)'in teşbih konusunda zikretmiş olduğu ikinci görüşü güçlendirir. Başa kakıp inciten münafık kimselerin hiçbiri de kıyamet gününde, yapmış olduğu amelden istifâde edemez. 2) Bu zamirin, Hak teâlâ'nın ifâdesine râci olmasıdır. Bu ifâdenin gelmesi, bu mânâdan dolayıdır. Çünkü Hak teâlâ'nın ifâdesi ile, ancak cins olan şeye işaret edilmektedir. Cins ise, umum hükmündedir. Kaffâl (r.h.) burada bir üçüncü vechin bulunduğunu söylemiştir ki, o da bu ifâdenin, "Sadakalarınızı, başa kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyin" ayetiyle ilgili olmasıdır. Çünkü siz böyle yaptığınızda, kazandığınız şeylerden hiçbir şey elde edemezsiniz. Böylece muhataptan gaibe dönülmüş olur. Bu Hak teâlâ'nın tıpkı "Nihayet siz gemilerde bulunduğunuz, onlar, bunları güzel bir hava ile akar gibi götürdüğü zaman" (yunus, 22) ayeti gibidir. (Burada da muhataptan, gaibe geçilmiştir.) Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Allah, kâfir olan topluluklara hidayet etmez." Bunun manası, ehl-i sünnete göre, "İmana hidayet etmemesidir."Mutezile ye göreyse bunun manası, "Tercihlerinin kötü olması sebebiyle, Allahü Teâlâ'nın onları sevaptan ve cennet yolundan saptırmasıdır." Allah Yolunda Mal Harcayanların Mükâfaatı Cenâb-ı Hak daha sonra şöyle buyurmuştur: |
﴾ 264 ﴿