269

"(Allah) hikmeti dilediği kimseye verir. Kime de hikmet verilir ise, şüphesiz ona çok hayır verilmiş demektir. Akıi sahiplerinden başkası düşünemez" .

Bil ki Cenab-ı Hak, bir önceki âyette şeytanın fakirlikle korkutup, insanlara kötülüğü öğütlediğini, kendisinin ise mağfiret ve fazl-ı ilâhisini va'adettiğini bildirince, Rahman Allah'ın va'adini, şeytanın va'adine (korkutmasına) tercih etmeyi gerektiren şeye dikkat çekmiştir: Hikmet ve akıl, Rahman'ın va'adini tercih eder. Dünyevi lezzetleri elde etmeyi ve hayal ile vehmin hükümlerine tâbi olmayı emrettiği için, şeytanın va'adini ise şehvet ve nefs tercih eder. Hikmetin ve aklın hükümlerinin, hataya düşmekten ve haktan sapmaktan uzak, dosdoğru hükümler; hissin, şehvetin ve nefsin hükümlerinin ise, insanı belâ ve sıkıntıya düşüren hükümler olduğunda hiç şüphe yoktur. Binâenaleyh aklın ve hikmetin hükümleri, kabule daha lâyıktır. İşte bu âyetin, öncesi ile irtibatı bundan ibarettir. Geriye âyetle ilgili birkaç mesele kalır:

Birinci Mesele

"Hikmet"ten murad, ya ilim, veyahut da yerli yerinde yapılan iştir. Mukâtil'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hikmetin Kur'an'da dört manası vardır:

a) Kur'an'ın va'z-ü nasihatları.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "(Allah'ın) size öğüt vermek için indirdiği kitabı (Kur'an) ve hikmet..."(Bakara, 231) yani "Kur'an'ın va'z-ü nasihatları.." buyurmuştur. Nisa sûresinde de: "Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi (Nisa, 113), yani "Kur'an'ın nasihatlarını indirdi" buyurmuştur. Bunun bir benzeri de Al-i İmran sûresinde vardır (Al-i İmran, 164).

b) Anlayış ve ilim... Cenâb-ı Allah'ın: "Henüz çocuk iken biz o (Yahya'ya) hikmet verdik" (Meryem, 13) âyeti ile, Lokman süresindeki, "Biz Lokmana hikmet verdik"kokman, 12), yani "ilim ve anlayış verdik" âyeti ve En'am sûresindeki "Onlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir"(Enam, 89) âyeti gibi...

c) Nübüvvet (Peygamberlik)... Nitekim Hak teâlâ: "Bizgerçekten İbrahim'in soyuna da kitap ve hikmet verdik" (Nisa, 54); "Biz O (Davud'a) hikmet ve fasl-ı hitap (güzel konuşma ve hükmetme kabiliyeti) verdik" (Sa'd, 20) ve, "Allah O (Davud'a) saltanat ve hikmet, yani peygamberlik verdi" (Bakara, 251) buyurmuştur.

d) Kur'an'ın harikulade sırları.. Allahü teâlâ, Nahl sûresinde, "Rabbinin yoluna hikmet ile davet et"(Nahl, 125) ve tefsirini yaptığımız bu ayette, "Kime hikmet verilir ise, şüphesiz ona çok hayır verilmiş demektir" buyurmuştur."

Bütün bu mânâlar incelendiğinde, netice itibarı ile "ilim" mânâsına gelir.Ey zavallı insan bir düşün! Allahü teâlâ insanlara çok az bir ilim vermiştir. Nitekim O, "Size az bir İlimden başkası verilmemiştir" (isra, 85) buyurmuştur. Bütün dünya bile, "pek az bir şey" diye tavsif edilmiştir. Allahü teâlâ, "De ki : Dünya malı pek azdır" (Nisa, 77) buyurmuştur. Bu az şeyin ne kadar olduğuna bir bak da, çok olanın ne kadar olacağını anla Aklî deli de bu hakikati göstermektedir. Çünkü dünyanın, miktarı ve ömrü sonludur.

İlimlerin mertebelerinin, sayılarının, ne kadar süreceklerinin ve bunlardan elde edilecek saadetlerin ise sonu yoktur. Bu da, sana ilmin ne kadar üstün olduğunu gösterir. İlim konusu (Bakara, 31) ayetinin tefsirnide uzun uzun geçmiş idi. "Doğruyu yapma" manasında olan "hikmet"in tarifi hakkında, onun, beşerin takati nisbetinde Allah'ın ahlâkı ile ahlâklarıma olduğu söylenmiştir. Bu mâna, Hazret-i Peygamberin: "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanınız" hadisine dayanır. Bil ki hikmetin, bu iki mânanın dışında kalması mümkün değildir. Bu böyledir, çünkü insanın mükemmelliği şu iki şeyde, yani:

Birincisi, ilme sırf gerçek olduğu için hakikati ve onunla amel etmek, uygulamak için hayrı bilmesinde yatar ve, Allah'ı nasıl ise öyle tanımaya; ikincisiyse, âdil ve doğru olanı yapmaya istinâd eder.Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Rabbim, bana bir hüküm ihsan et"(Şuârâ, 83) dediği, Kur'an'da nakledilmiştir ki bu nazarî hikmettir. Yine O'nun, salih kimselere kat" (Şuârâ 83) dediği de nakledilmiştir ki, bu da amelî hikmettir. Yine Hazret-i Musa'ya Cenâb-ı Hak nida ederek, "Şüphe yok ki Allah, benim, ben... Benden başka hiçbir Tanrı yoktur" (Tahâ, 14) buyurmuştur ki, bu nazarî hikmettir. Daha sonra da, "Öyleyse bana ibâdet et"(Taha, 14) buyurmuştur ki, bu da amelî hikmettir. Yine Hazret-i İsa'nın "Ben muhakkak ki Allah'ın kuluyum. O, bana kitap verdi. Ve beni peygamber yaptı. Seni, her nerede olursam mübarek kıldı" (Meryem, 30-31) dediği nakledilmiştir ki, bütün bunlar nazarî hikmet içindir. Daha sonra da Hazret-i İsa, "Bana, hayatta bulunduğum müddetçe namazı, zekâtı emretti"(Meryem, 31) demiştir ki, bu da amelî hikmettir. Yine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed hakkında, "Bil ki, Allah'tan başka hiç bir Tanrı yoktur"(Muhammed. 19) buyurmuştur ki, bu nazarî hikmettir. Daha sonra da, günahın için mağfiret dile" (Muhammed, 19) buyurmuştur; bu ise, amelî hikmettir. Yine Hak teâlâ bütün peygamberler hakkında, "O kendi emriyle kullarından kimi dilerse, ona vahiy melekleri indirir. Benden başka hiçbir Tanrı olmadığı gereğiyle uyarınız diye... " '(Nahl, 2) buyurmuştur ki, bu nazarî hikmettir. Daha sonra da, "Öyleyse benden korkun" buyurmuştur; bu ise, amelî hikmettir. Kur'an, insanın en mükemmel hâlinin sadece bu iki kuvvette yattığına delâlet eden delillerdendir. Ebu Müslim de, "hikmet" kelimesinin, "hüküm" masdarından (......) kalıbında bir kelime olduğunu söylemiştir ki bu (nihle) kelimesinin, (en-nahl) kelimesinden gelmesi gibidir. Yine bir kimse, akıllı olduğu, konuşması delile dayandığı ve görüşleri de isabetli olduğu zaman denilir. (......) kelimesi, bu gibi yerlerde fail mânasına gelmektedir. Yine "muhkem" mânasında denilir ki, burada (feîl) kalıbında olan (......) kelimesi, ism-i mef'ûl manasındadır. Nitekim Hak teâlâ, "Her hikmetli işr o gecede ayrılır"(Duhan, 4) buyurmuştur. Bu kelimenin iştikakı (türemesi) hususunda Ebu Müslim'in ileri sürmüş olduğu bu görüş, bizim, kelimenin manasıyla ilgili olarak söylemiş olduğumuz şeye de uygun düşer.

İkinci Mesele

Keşşaf sahibi manasında olmak üzere, "Kime hikmet verirse..." (Bakara, 269) şeklinde okunduğunu söylemiştir. A'meş de bu şekilde okumuştur.

Üçüncü Mesele

Âlimlerimiz bu âyetle, kulun fiilini Allah'ın yarattığına dair istidlalde bulunmuşlardır. Bu böyledir, çünkü hikmeti biz "ilim" anlamında aldığımızda, bu "zaruri ilimler" diye tefsir edildiği mânasına gelmez. Çünkü bu ilimler, hayvanlar, deliler ve çocuklar için de söz konusudur. Zaruri olan bu şeyler ise, hikmet diye tavsif edilemezler. Binaenaleyh bu kelime, "nazari ilimler" mânâsında tefsir edilmiş olur. Bu kelimeyi biz eğer hissî fiiller (gözle görülen birtakım işler) diye açıklarsak, bu durumda iş daha açık olur. Binaenaleyh her iki takdire göre de, nazarî ilimlerle hissî fiillerin başkası tarafından ve onların dışında bulunan bir takdir edenin takdiriyle meydana getirilmiş olmaları gerekir. Bu başkası da, âlimlerin ittifakıyla, ancak Allah'tır. Binaenaleyh bu âyet, kulun fiilini Allah'ın yarattığına bir delildir. Buna göre eğer, "Hikmetten muradın, Rebî İbn Enes'in görüşüne göre, peygamberlik, Kur'an veyahut da "anlama" ve "hissetme" kuvveti olması niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki: Bizim zikrettiğimiz o delil, bu tür ihtimalleri ortadan kaldırır. Bu böyledir, çünkü mütevâtir nakil ile, hakîm lâfzının peygamberler hakkında kullanılmadığı sabit olmuştur. Binaenaleyh hikmet, nübüvvet ve Kur'an anlamlarını ifâde etmez. Aksine bu kelime, ya eşyanın hakikatini bilme mânasına veyahut da güzel ve isabetli işleri yapma manasında tefsir edilmiştir. Bu iki takdire göre de maksat hasıl olmaktadır.Buna göre, eğer Mutezile, âyet-i kerimede geçen "vermek" fiilini, Allah'ın tevfiki, yardımı ve lütufları mânasına hamletmeye teşebbüs ederse, biz deriz ki, ayet-i kerimede bahsedilen bu büyük övgü kâfirlere şâmil olmadığı hâlde, Allahü Teâlâ mü'minler hakkında yarattığı bu nevi fiillerin aynısını, kâfirler hakkında da yapmıştır. Böylece bu âyet-i kerimede zikredilen hikmetin, lütuf fiillerinden başka bir şey olduğunu anlamış oluyoruz. Allah en iyisini bilendir. Hak teâlâ sonra, "Akıl sahiplerinden başkası düşünemez" buyurur. Allah en iyisini bilir ya, bana göre bundan murad, hikmetlerin ve bilgilerin kendi kalbinde meydana geldiğini görüp, sonra da bunların, ancak Allahü Teâlâ'nın vermesi ve kolaylaştırmasıyla meydana geldiklerini düşünüp anladığında, insanın akıl sahiplerinden olacağıdır. Çünkü insan, netiçelerle yetinmeyip, aksine neticelerden yola çıkarak sebeplere doğru yükseldiğinde işte bu neticeden sebebe doğru geçiş ancak akıl sahiplerinde ortaya çtkan bir tezekkür, bir tefekkürdür. Ama, bir kimse bütün bu işleri kendi nefsine mal eder ve bunların meydana getip, elde edilmesinde kendisinin sebep ve müessir olduğuna inanırsa, o zaman o, neticelerden sebeplere geçmekten âciz kalmış olan zahir ehlinden olmuş olur. Mutezileye gelince onlar, hikmeti anlayış kuvveti ve delil getirme anlamında yorumladıkları için, şöyle demektedirler: Bu hikmet kendi başına kaim değildir. Kişi bundan ancak düşünüp tefekkür ettiğinde, lehine ve aleyhine olan şeyleri kavradığında istifâde edebilir. O zaman da ya ileri atılır, ya da geri durur.

Allah Yolunda Harcayanların Mükâfaatı

269 ﴿