273

"(Sadakalar) kendilerini Allah yoluna vakfetmiş fakirler içindir. Onlar yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. (Hallerini) bilmeyen de, iffet (utanma) ve istiğnalarından dolayı onları zengin zanneder. Sen, o gibi kimseleri simalarından tanırsın. Onlar, yüzsüzlük edip de insanlardan birşey isteyemezler. Siz, ne mal infâk ederseniz, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilir" .

Bil ki Cenâb-ı Allah, önceki âyette sadakanın kim olursa olsun fakire verileceğini beyân edince, bu âyette de sadakanın daha çok kimlere verilmesi gerektiğini açıklayarak, "(Sadakalar) kendilerini Allah yoluna vakfetmiş fakirler içindir" buyurmuştur. Bu âyetle İlgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyetteki (......) kelimesinin başındaki lâm harf-i cerrinin neye ta'alluk ettiği hususunda şu görüşler ileri sürülmüştür:

1) Tasadduk etmeye teşvik hususunda, daha önce birçok âyet geçtiği için, bunlardan sonra "fakirler içindir" buyurmuştur. Yani, "işte teşvik edilen bu infak fakirler için yapılır" demektir. Bu, daha önce bir adamdan bahsedilip de senin, "akıllı ve zeki" demen gibidir. Bu "Daha önce bahsedilen o şahıs, akıllı ve zekidir" mânâsındadır. Aynen bunun gibi insanlar, altın ve gümüş paralarını koydukları keselerinin üzerine, meselâ "ikibin ikiyüz" yazarlar. Bu, "bu kesede, ikibin ikiyüz dirhem vardır" demektir. Yapılan izahların en güzeli budur.

2) Âyetin takdiri "(Sadakada) fakir olanlara yöneliniz" veya "infak edeceklerinizi fakirlere infâk ediniz" şeklindedir.

3) Bu ifâde, mahzuf bir mübtedânın haberidir ve takdiri, "sadakalarınız, fakirler içindir" şeklindedir.

Ayetin Nüzul Sebebi, Ashab-ı Suffe

Âyet-i kerime, muhacirlerin fakirleri hakkında nazil olmuştur. Onlar kırk kişi kadar olan ve Medine'de ne yurtları, ne de akrabaları bulunan Ashab-ı Suffe idiler. Onlar Mescid-i Nebî'den ayrılmıyorlar, Kur'an-ı Kerim öğreniyorlar, oruç tutuyorlar ve her gazveye de iştirak ediyorlardı. İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün Ashâb-ı Suffe'nin yanında durur; onların fakirliğini ve buna rağmen şevklerini görünce onların gönüllerini hoş tutarak şöyle der: "Ey Ashab-ı Suffe! Sevinin ve birbirinize müjdeleyin ki, benim ümmetimden her kim razı olarak sizin bulunduğunuz sıfat üzerinde olduğu halde benimle karşılaşırsa, muhakkak ki o, benim kendisiyle dirsek dirseğe olacağım arkadaşlarımdan olacaktır".

Bil ki Allahü Teâlâ bu fakirleri beş sıfat ile tavsif etmiştir.

Bu Fakirlerin Başlıca Sıfatları

Birinci Sıfat: "Kendilerini Allah Yoluna Vakfetmiş Olanlar..."

Hak teâlâ'nın, "Kendilerini Allah yoluna vakfetmiş olanlar" sözüdür. Biz deriz ki: "İhsar" kelimesi lügatte, kişiyi yolculuktan alıkoyabilecek hastalık, yaşlılık, düşman, erzakın bitmesi veya bu gibi şeylerin yerini tutabilecek şeylerin kişiye arız olmasıdır. "Adam alıkonuldu, engellendi; o, engelenmiştir" denilir.İhsâr'ın ne demek olduğu hususundaki açıklama, burada bir tekrarı gerektirmeyecek biçimde Cenâb-ı Hakk'ın 'Eğer alıkonursanız" (Bakara. 196) âyetinin tefsirinde geçmişti. Kelimenin tefsirine gelince, bu konuda mümkün olan her türlü mâna ile tefsir yapılmıştır. Buna göre:

a) Mâna, "Onlar kendilerini cihâda hasredip, vakfetmişlerdir" şeklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın "Allah yolunda" ifâdesi Kur'an örfünde cihâd mânasına tahsis edilmiştir. Öte yandan cihâd o zaman farz idi. Allah'ın Resûlüyte beraber cihâd etmek için kendisini bu yola adamış olan kimselere şiddetle ihtiyaç duyulmaktaydı. Binaenaleyh böyle kimseler, ihtiyaç hissedildiğinde, hazır ve amade idiler. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, bu fakirlerin bu vasıflar ile muttasıf olduğunu açıkladı. Durumu böyle olan kimselere sadaka vermek, birçok bakımdan daha hayırlıdır:

1) Bu, onların ihtiyaçlarını giderir.

2) Yöneldikleri, sülük ettikleri yolda, kalblerine güç-kuvvet verir.

3) Mücâhidlerin takviyesi yoluyla, İslâm takviye edilir.

4) İhtiyaçlarım belli etmemekle beraber, hakikaten çok muhtaç durumda idiler. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Onlar yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. (Hallerini) bilmeyen de, iffet (utanma) ve istiğnalarından dolayı onlan zengin zanneder" buyurmuştur.

b) Katâde ve İbn Zeyd'in görüşüne göre bunun mânası şudur: "Onlar, kâfir düşmanlar saldırır korkusuyla, maişetlerini temin için ticaretle uğraşmaktan kendilerini alıkoymuşlardı. Çünkü kâfirler, Medine'nin etrafında toplanmışlardı. Kâfirler, müslümanları yakaladıkları yerde öldürüyorlardı."

c) Bu, Saîd İbnu'l Müseyyeb'in görüşüdür ki, Kisaî de bu görüşü tercih etmiştir. Buna göre bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber savaşırken kendilerine çeşitli yaralar isabet edip, böylece de sakat kalan kimselerdir. Bu sebeple bunları, gerek hastalıkları, gerekse sakatlıkları (maîşet temini için), yeryüzünde dolaşmalarını engellemiştir.

d) İbn Abbas şöyle demiştir: "Bunlar muhacirlerden müteşekkil bir topluluktur. Fakir olmaları, kendilerini Allah yolunda cihad etmekten engellemişti. Böylece de Cenâb-ı Hak, onların mazeretini belirtmiştir.

e) Bunlar, Allah'ı zikredip, O'na itaat eden ve O'na kullukla iştigâl eden bir topluluktur. Onların çok tâatta bulunmaları, onların diğer mühim şeylerle meşgul olmalarına mâni olmuştur.

İkinci Sıfat: Ticaret İçin Gezip Dolaşamazlar

Hak teâlâ'nın "Yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler" vasfıdır Yeryüzünde yürüdüğün zaman, dersin. Âyette belirtilen "güç yetirememe"nin manası ya onların din ve cihâd işleriyle meşgul olmalarının kendilerini maişet ve ticâret işleriyle meşgul olmalarına mâni olması; yahut, "onların düşmanlardan korkmalarının, kendilerini (maişet için) sefere çıkmaktan men etmesi", veyahut da "onların hastalıklarının, güçsüzlüklerinin buna mâni olması"dır demektir. Bütün bu izahlara göre, onların, kendi işleri hususunda kendilerine yardım edecek olan kimselere şiddetle muhtaç oldukları hususunda herhangi bir şüphe yoktur.

Üçüncü Sıfat: Muhtaçlıklarını Bilmeyenler Onları Zengin Zanneder

Hak teâlâ'nın, "(Hallerini) bilmeyen de, iffet (utanma) ve istiğnalarından dolayı onları zengin zanneder" tavsifiyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Asım, İbn Âmir ve Hamza, sin harfinin fethasıyla diğer kıraat alimleri ise, sîn harfinin kesresiyle (......) şeklinde okumuşlardır ki, ikisi de aynı mânaya gelir. Kur'an'da zan manasına gelen bu fiil, hem fetha, hem de kesre ile okunmaktadır. Dilcilere göre, fetha ile okunması kaideye daha uygundur. Çünkü mazisi, mesele de olduğu gibi (fe'ile) kalıbında olan fiilin muzarisi, mesela (korktu) ve (içti) fiillerinde olduğu gibi, (......) kalıbında gelir (......) kalıbı şaz bir kalıptır. Bu kalıp ancak, başka kelimelerle beraber gelebilir. Her ne kadar kaideye uymasa bile, bu şekilde kullanıldığı duyulduğu için, (......) şeklindeki kullanılışı da uygundur.

İkinci Mesele

(......) fiilinin masdarı olan (......) kelimesi, zannetmek mânasına gelir. Hak teâlâ (câhil, anlamayan) tabiri ile, aklın zıddı olan cehaleti, akıl yokluğunu kastetmeyip; aksine bununla ancak "tecrübe"nin zıddı olan cehaleti (yani tecrübesizliği) murad etmiştir. Buna göre Allah sanki, "Onların durumlarına vâkıf olamayan ve hiç tecrübe etmemiş olan kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zannederler" demiştir. (......) kelimesi de "iffet" kökünden gelen (......) vezninde bir masdardır. Arapça'da "iffet"in mânası, bir şeyi bırakmak ve ondan vazgeçmektir. Allah, onların dilenmediklerini beyân etmeyi dilemiştir. Ancak, bilinmesinden dolayı, "dilenmek istemek" kelimesine yer vermemiştir. Buna göre mâna "onlar dilenmeyip, aksine durumlarını iyi gösterdikleri için, başkaları onları zengin zanneder" demektir.

Dördüncü Sıfat: Derûnları Yüzlerinden Okunur

Hak teâlâ'nın, "Sen onları, simalarından tanırsın" tavsifidir. kelimeleri, bir şeyin kendisiyle tanındığı alâmet anlamına gelir. Bu kelimelerin aslı, alâmet anlamına gelen (......) kelimesine dayanır. Bu kelimenin fâ'ûl fiilindeki vâv harfi, ayne'l-fiil'e geçerek, bu da Hâl neticesinde şekline dönüşmüştür. Vahidî ise bu kelimenin vezninin, şeklinde olduğunu söylemiştir. Nitekim Araplar, "Onun, insanıar nazarında üstün bir mevkii vardır" derler. Yani, demektir. (Yani, (......) kelimesinin aslı (......) kelimesinden dönüşen (......) kelimesidir.) Bazıları da (......) kelimesinin mânasının "yükselmek" anlamına geldiğini, çünkü kelimenin sırtlara vurulan ve nakşedilen alâmet manasını ifâde ettiğini söylemişlerdir. Mücahid, onların alâmetlerinin tevâzû ve huşu olduğunu; Rebî ve Süddî, fakirlik ve ihtiyaç halinin yüzde meydana getirdiği güçlük ve sıkıntının izi olduğunu; Dehhâk açlıktan dolayı benizlerinin sararıp solması olduğunu ve İbn Zeyd de, bunun, elbiselerinin eskiliği olduğunu, çünkü açlık halinin gizli bir durum olduğunu söylemişlerdir. Bana göre ise, bütün bu görüşleri gözden geçirmek gerekir; çünkü bu kimselerin zikretmiş olduğu bütün bu görüşler, fakirliğin bulunduğuna delâlet eden alâmetlerdir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Hallerini) bilmeyen de. İffet (utanma) ve istiğnalarından dolayı onları zengin zanneder" tavsifine ters düşer. Aksine bundan murad, başka bir şeydir ki o da şudur: Allah'ın samimi ve ihlâslı kullarının diğer insanların gönlünde ve kalbinde bir heybeti ve bir ağırlığı, vakarı vardır. Onları gören herkes, onlardan etkilenir ve onlara boyun eğer. Bu ise, ruhanî idrâkler nevinden olup, cismanî alâmetler değildir. Görmez misin; arslan bir yerden geçtiği zaman, diğer yırtıcı hayvanlar, tecrübeleri sayesinde değil, tabiatları gereği ondan ürkerler, korku duyarlar. Zahire göre burada herhangi bir tecrübe de bulunmamıştır. Şahin de, bir yerden uçup geçtiğinde, güçsüz ve zayıf kuşlar ondan ürkerek kaçarlar. Bütün bunlar ruhanî idrakler olup, cismani ve maddi değillerdir. İşte burada da böyledir. Namazdaki huşunun eseri ve izi meselesi de böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hak, 'Secde izinden olan nişanlan yüzlerindedir" (Feth, 29) buyurmaktadır. Yine, tefekkürün eserlerinin zuhur etmesi de böyledir. Rivayet edildiğine göre onlar geceleyin teheccüd namazı kılıyor, gündüzleyin de iffetlerinden dolayı odun topluyorlardı.

Beşinci Sıfat: Israrla İstemezler

Hak teâlâ'nın, "Onlar, yüzsüzlük edip de, insanlardan birşey istemezler" tavsifidir. İbn Mesûd (radıyallahü anh)'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah iffetli olup dilenmeyen kimseleri sever. Ve, küfürbaz, çirkin söz söyleyen ve ağzı bozuk olan; çok verdiğinde aşırı şekilde medheden, az verdiğinde de aşırı biçimde kınayan; ısrarlı ve yüzsüz dilencilere de buğzeder." Hazret-i Peygamberin de şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Kim bir dilencilik kapısı açarsa, Allah o kimseye fakirlik kapısı açar." Tirmizi Zühd, 17 (4/563). Kim de bunu yapmaz da müstağni olursa, Allah onu ihtiyaçsız kılar. Kim, dilencilik yapmaktan haya ederse, Allah o kimseyi iffetli kılar Nesil, Zekât 89 (5/98). Sizden birinizin bir ip alıp odun toplayarak, onu bir "müd" hurma karşılığında satması, onun insanlardan dilenmesinden kendisi için daha hayırlıdır" Buhari, Zekât, 50, 53; İbn Mâce. Zekât, 25 (1/588). Bil ki bu ifâde müşkillik arzetmektedir. Âlimler, bunun açıklaması hususunda şu görüşleri belirtmişlerdir.

Birinci Görüş: "İlhaf" kelimesinin mânası, "ısrar etmek"tir. Buna göre mâna, "Onlar ısrar etmeden, nezâketle isterler" şeklinde olur. Bu, Keşsâf sahibinin tercih ettiği bir görüş olup, zayıftır. Çünkü Allahü Teâlâ daha önce onları, istemekten iffet duyup utanmakla vasfetmiş daha sonra da, "(Hallerini) bilmeyen de, iffet (utanma) ve İstiğnalarından dolayı onları zengin zanneder" buyurmuştur. Bu da, onlardan bir istemenin, dilenmenin sudur etmesini nefyeder.

İkinci Görüş: Bu görüş, bu konuyu yazarken hatırıma gelmiş olan görüştür. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, tabirinden maksadı, onların, insanlardan ısrarla istememiş olduklarını belirtmek değildir. Çünkü Allahü Teâlâ, daha önce onları, istemekten iffet duyup utanmakla nitelemiştir. Onların istemedikleri, dilenmedikleri kesin olarak bilinince, ısrarla istememiş oldukları da tabiî olarak bilinmiş olur. Aksine bundan murad, insanlardan ısrarla isteyen kimselerin bu hallerinin kötü olduğuna dikkat çekmektir. Bunun misâli şudur: Yanında, iki adam bulunsun. Bunlardan birisi akıllı, vakur ve kararlı; diğeri de hafif, ileri-geri konuşan ve hafifmeşrep olsun. Bunlardan birisini övmek, diğerini de kınamak istediğinde, "Falanca akıllı, vakur, az konuşan, boş söz etmeyen ve mânâsız şeylere girmeyen bir kimsedir" dersin. Senin, "O, boş söz etmeyen ve mânâsız şeylere girmeyen" sözünden maksadın, o kimseyi bununla tavsif etmek değildir. Çünkü daha önce söylemiş olduğun güzel nitelikler, bunun söylenmesine ihtiyaç bırakmaz. Aksine senin bundan maksadın, boş söz eden ve mânâsız şeylere giren o ikinci şahsın durumuna dikkat çekmektir. İşte burada da, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Hallerini) bilmeyen de, iffet (utanma) ve istiğnalarından dolayı onları zengin zanneder" tabirinden sonra, O'nun demiş olmasından maksadı, insanlardan ısrarla ve yüzsüzce isteyenlerin durumuna dikkat çekmek, medih ve tazimi gerektirme hususunda, bu iki sınıf insandan birisinin, diğerinden farklı olduğunu beyân etmektir.

Üçüncü Görüş: Israrla ve yüzsüzce dilenen kimse, çok yılışmak suretiyle bir şeyler, mal ve para koparmak isteyen kimsedir. Buna göre "İnsanlardan istemezler" demenin mânası", İnsanlardan, yüzsüzlük ederek ve yılışarak istemiyorlar" demektir. Bu şekilde bir dilenme bulunmadığına göre, zorla istemek ve yakasını bırakmamak suretiyle bir dilenme haydi haydi bulunmaz. Bu iki kısım dilenme de imkânsız olunca, dilenme diye bir şeyin bulunması da imkânsız olur. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "İnsanlardan ilhaf ederek istemezler" ifadesi onlardan herhangi bir dilenmenin asla sudur etmediğini gerektiren bir ifâde olmuş olur.

Dördüncü Görüş: Bu da, şimdi hatırıma gelmiş olan bir görüştür. Buna göre, Cenâb-ı Hak önceki pasajlarda bu fakirlerin son derece ihtiyaç içinde olduklarını açıklamıştı. İhtiyacı çok şiddetli olan bir kimsenin dilenmemesi ise ancak, kendi nefsine karşı şiddetli bir tsrârı ve baskısıyla mümkün olabilir. O fakirler de insanlardan birşey istemiyorlardı. Başkalarından bir şey istememek, onlar için ancak, onlar nefislerini ısrarla baskı altında tuttukları ve şiddetli bir teklif ile onu böyle bir istemeden, dilenmeden men ettiklerinde mümkün olmuştur. Nitekim Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahü anh)'ın şu sözü de bu kabildendir: "Benim bir nefisim var.

O benimle çekiştiğinde ona devamlı olarak "belki" veya "umulurki" derim."

Beşinci Görüş: Dilenen herkesin, bazı zamanlar ısrarlı olması gerekmektedir. Çünkü o dilendiği zaman yüz suyu akıtmakta ve bu dilenciliği yaparken zillete katlanmaktadır. İşte bu kimse şöyle der: "Madem ki ben bu sıkıntılara katlanıyorum, o halde birşey elde etmeden geri dönmem". İşte bu tür düşünceler onu, ısrarlı olmaya ve yılışmaya sevketmektedir. Böylece her dilenenin zaman zaman mutlaka ısrara yöneleceği sabit olur. Bundan dolayı onları mutlak olarak ısrardan men etmek, mutlak olarak dilenmekten men etmeyi gerektirir.

Altıncı Görüş: Aklıma, bu esnada şu görüş de geldi: Kendisinde fakirlik, zillet ve meskenet alâmetlerini izhâr ettiği halde dilenmeyen kimse, sanki ısrarla dileniyormuş gibi olur. Çünkü ihtiyaç emarelerinin görünmesi, ihtiyacın olduğuna; susması ise, elinde o ihtiyacını giderecek birşey olmadığına delâlet eder. İnsan bir başkasında bu hali tasavvur ettiği zaman, gerçekten çok acır ve bu acı onu, fakire birşeyler vermeye sevkeder. Binaenaleyh fakirin halini ortaya koyması, bir bakıma ısrarla dilenmek manasına gelir. Bundan dolayı, "Onlar yüzsüzlük edip de (ısrarla) insanlardan birşey istemezler" âyetinin manası, "Onlar dilenmezler. Fakat dilenmeyişlerine, ısrarla dilenmenin yerini tutacak şekilde perişan bir hal ve bir inkisar katmazlar. Aksine insanlar arasında kılık kıyafetlerine dikkat ederler, güzel bir tavır içinde bulunurlar ve fakirlik ile ihtiyaçlarını ancak Allah'ın bileceği şekilde gizlerler" şeklinde olur. Bu izah da, uygun ve ma'kûl bir izahtır. Bu âyet, müşkil âyetlerdendir ve insanlar bununla ilgili birçok izahlar yapmışlardır. Bu üç görüş, bu ayetin tefsirini yazarken Allah'ın tevfiki ile ortaya çıkmış ve akla gelmiştir. Âyet ile ne kastettiğini en iyi Allahü teâlâ bilir. Bil ki Cenâb-ı Allah, bu fakirlerin sıfatlarını zikrettikten sonra: "Siz, ne mal infak ederseniz, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilir" demiştir. Bu, bir önceki âyette geçen, "İnfak ettiğiniz hayır (mal), size tamamen geri ödenecektir, haksızlığa uğratılmayacaksınız" âyetinin bir benzeridir. Fakat bu, bir tekrar değildir. Bunun iki şekilde izahı vardır:

1) Cenâb-ı Hak "İnfak ettiğiniz hayır (mal), size tamamen geri ödenecektir" dediği zaman, anlaşılır ki mükâfaatın eksiksiz ve noksansız ödenmesi ancak o infâkın mikdarının, ve sevaba hak kazandırmada etkili olan yönlerinin keyfiyetinin bilinmesi ile mümkün olur. İşte bundan dolayı Hak teâlâ bu ikinci âyette amellerin ne kadar olduğunu ve keyfiyetlerini bildiğini anlatmıştır.

2) Hak teâlâ, inananları, hem müslümanlara, hem de zımmî (İslam vatandaşı gayr-ı müslim)lere tasadduk etmeye teşvik ettikten sonra, "İnfak ettiğiniz mal, size tamamen geri ödenecektir" buyurarak, bu sadakaların mükâfaatının mutlaka verileceğini beyan etmiştir. Sonra bu ikinci âyette, insanları şu sayılan olgun vasıflara sahip fakirlere tasaddukta bulunmaya teşvik etmiştir. Bu şekilde verilecek sadakalar, infâkın en güzel ve sevaptı şekli olduğu için, bunun peşi sıra, bu tür infâkın sevabının büyüklüğüne delalet edecek şeyi zikretmiş ve, "Siz, ne mal infak ederseniz, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilir" buyurmuştur. Bu, kudretli bir sultanın, hizmetini güzel bulduğu kölesine, "İtaatinin durumuna ve hizmetinin güzelliğine ilmimin şâhid olması sana yeter" demesi gibidir. Bu söz, o sultanın, "mükâfaatını alacaksın" demesinden daha güçlüdür.

273 ﴿