275"Ribâ yiyenler, ancak kendisini şeytan çarpmış olan kimsenin kalkması gibi (kabirlerinden) kalkarlar. Böyle olması da onların, "Alım-satım da ancak ribâ gibidir" demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helâl ribâyı haram kılmıştır. Kim Rabbinden kendisine bir öğüt gelip de vazgeçerse, geçmişi ona, ve işi de Allah'a aittir. Kim de tekrar dönerse, onlar ateşin yaranıdırlar ki, orada onlar ebedi kalıcıdırlar" . Bakara sûresinin bu âyetlerinde zikredilen hükümlerin ikincisi "Ribâ" hükmüdür. Bil ki riba (faiz) ile sadaka arasında, zıt yönden bir münasebet vardır. Çünkü sadaka, Allah'ın emri sebebiyle, kişinin malını noksanlaştırmasıdır. Ribâ ise, Allah'ın yasakladığı bir şekilde, kişinin malını artırma isteğinden ibarettir. Bu bakımdan, bu iki şey birbirinin zıddıdırlar. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah ribanın bereketini tamamen giderir, sadakaları ise artırır" (Bakara. 276) buyurmuştur. Binaenaleyh riba sadaka arasında, işte bu yönden bir çeşit ilgi bulunduğu için, Cenâb-ı Allah sadakanın hükmünden sonra, ribânın hükmünü zikretmiştir. Riba Hakkında "Yemek" Tabirinin Delâleti Allahü teâlâ'nın "Riba yiyenler" sözünden murad, "riba (faiz) ile alış-veriş edenler" demektir. Maksadın büyüğü "yeme" ile alakalı olduğu için Cenâb-ı Hak, bunu "yiyenler" tabiriyle anlatmıştır. Nitekim O, "Gerçekten, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler"(Nisa, 10) buyurmuştur. Yetimin malını yemek caiz olmadığı gibi, telef edip heder etmek de caiz olmaz. Fakat Allahü teâlâ, bu âyetinde "yiyenler" tabiri ile, yeme dışındaki tasarruflara da dikkat çekmiştir. Allahü teâlâ'nın, "Aranızda, mallarınızı haksız yollarla yemeyin" (Bakara, 188) âyeti de böyledir. Hem sonra câhiliyye devri insanlarının yaptığı gibi, parada artma manasına olan ribanın kendisi yenilmez, ancak onunla yiyecek şeyler satın alınmak sureti ile yenilmiş olur. Bundan murad, ribâ (faiz) ile alış-veriş yapmaktır. Böylece Allahü teâlâ, zikrettiğimiz tehdidi ile, riba ile muamele yapmaktan menetmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, (faiz) yiyen, yediren, şahidi olan, onu yazan ve onu helal sayan lanetlenmiştir" Ebu Davud, Büyü, 4 (3/244); Tirmizî, Büyü 2(3/512). buyurmuştur. Bütün bunlardan hareketle ribânın haramlığının sadece onu yeme ile ilgili olmadığını anladık. Keza "tard" ve "aks"in şehadetiyle sabit olmuştur ki haram olan şeyin haramlığı, diğer bütün tasarruflar içinde sadece "yeme"ye münhasır değildir. Bu dört izah ile, âyette bahsedilen "riba yemek"ten muradın, riba ile alış-veriş yapma olduğu sabit olur. Riba (Faiz) İle İlgili Bazı Meseleler Riba ile ilgili bazı meseleler bulunmaktadır. Şöyle ki: "Riba" lügatte fazlalık manasından ibarettir. Bu manada"O şey, arttı; artıyor" denilir. Allahü teâlâ'nın, "Harekete getir, kabanr" (Hacc, 5) yani artar ayeti de bu mânâdadır. Bir insan ribâ ile iştigal ettiğinde denilir. Hadis-i şerifteki, "Kim "icbâ" yaparsa faizle alış-veriş yapmış olur" sözü de böyledir. Buradaki icbâ, ürünün iyice kendini belli etmeden onu toptan satmaktır. İşte "riba"nın Arapça'daki manası budur. Hamza ve Kisâî, râ harfinin kesreti oluşundan dolayı bâ harfini imâle ile okumuşlardır. Diğer kıraat imamları ise, bâ harfini fethatayarak, kelimeyi "tefhim" ile okumuşlardır. Bu kelime Mushaflarda şeklinde vâv ile yazılmıştır. Sen onu, elif, vav ve ya ile yazabilirsin. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bu kelime kelimeleri gibi, tefhim ile okuyanlara göre, vav ile yazılır. Cemi vavına benzetilerek vâvdan sonra bir de elif yazılır". Riba, ribe'n-nesie ve ribe'l-fadl olmak üzere iki kısimdir. Ribe'n-nesie, câhiliye devrinde bilinen ve yaygın olan faiz şeklidir. Bu böyledir, çünkü câhiliye Arapları birisine verilen ana para aynı kalmak şartıyla, her ay belli bir miktar almak üzere borç para verirlerdi. Borcun vakti geldiği zaman da, borçlu olandan, verdikleri parayı aynen isterlerdi. Eğer borçlu bu parayı veremez ise, alacaklı olanlar, hem borcun müddetini uzatırlar, hem de alınacak para veya malın miktarını artırırlardı. Cahiliyyedeki insanların yaptıkları ribâ (faiz) şekli işte budur. "Ribe'l-fadl, " bir diğer tâbir ile, "ribe'n-nakd"a gelince, bu, meselâ bir ölçek buğdayın, iki ölçek buğday ile alınıp-satılması ve benzeri muamelelerdir. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bu ribalardan sadece birinci kısmı haram saydığı, ribanın sadece "nesle"de olacağını ve "ribe'l-fadl'in caiz olduğunu söylediği nakledilmiştir. Bundan dolayı kendisine Ebu Sâ'îd el-Hudri (radıyallahü anh), "Allah'ın Resûlü'nden senin şâhid olmadığın ve duymadığın şeylere şâhid oldum ve duydum" demiştir. Sonra İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bu görüşünden vazgeçtiği rivayet edilmiştir. Muhammed İbn Sîrin şöyle demiştir: "Biz bir evde idik, İklime de bizimle beraber idi. Derken bir adam: "Ey İkrime, İbn Abbas'la beraber falancanın evinde iken ne olduğunu hatırlamıyor musun?" dedi. İkrime de: "Ben, riba ile alış-veriş yapmayı helal saymıştım, bana Hazret-i Peygamber'in onu haram kıldığı haberi ulaşmıştı. Bunun üzerine ben: "Şâhid olun ki ben de ribayı haram sayıyor ve ondan uzaklaşıp Allah'a yöneliyorum" demiştim" dedi. İbn Abbas'ın delili âyettiki, "Halbuki Allah alış-verişi helâl kılmıştır" beyanının, peşin olarak bir dirhemin iki dirheme satılabileceği manasını içine alıp, "ribâyı haram kılmıştır" hükmünün ise bunu içine almamasıdır. Çünkü "riba" fazlalık manasınadır. Her fazlalık haram kılınmamıştır. Aksine ayetteki, "ribayı haram kılmıştır" sözü, sadece câhiliye insanlarının aralarında "ribâ" saydıktan o belli akdi içine alır ki o da "ribe'n-nesie'dir. Binaenaleyh Allahü teâlâ'nın "ribayı haram kılmıştır" buyruğu sadece ribe'n-nesîe hakkında olmuş olur. Bu sebeple âyetteki, "Halbuki Allah alış-verişi helâl kılmıştır" sözünün de ribe'n-nakd (fadl)i içine aldığı, "ribayı haram kılmıştır" ifâdesinin ise bunu içine almadığı, binaenaleyh bunun helâl olmaya devam etmesinin gerektiği sabit olmuş olur. "Ribe'l-fadl hadisle haram kılınmıştır" da denilemez, çünkü bu, Kur'an'ın zahirinin haber-i vâhid ile tahsis edilmesi manasına gelir ki caiz değildir. İşte İbn Abbas'ın görüşü budur. Bu görüşün neticesi, Kur'an'ın haber-i vâhidle tahsis edilmesinin caiz olup olmadığı meselesine dayanır. Müçtehidlerin ekserisi, ribanın her iki kısmının da haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Birinci kısmın, yani ribe'n-nesîe nin haramlığı, Kur'an ile; ikinci kısmın, yani ribe'l-fadl'in haramlığı ise sünnet iledir. Sonra sünnet, ribe'l-fadl m, hadiste zikredilen altı şey hakkında söz konusu olduğuna delâlet eder. Âlimler bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Fakihlerin çoğu, ribe'l-fadlın, hadiste zikredilen attı maddeye hasredilmeyeceği, aksine bu hadisin hükmünün diğer maddelerde de carî olduğu kanaatindedirler. Kıyası bir delil olarak kabul etmeyen alimler, bu haramlığın sadece hadiste geçen attı madde hakkında olduğunu söylemişlerdir. Bunların delilleri şunlardır: Birinci Delil: Hazret-i Peygamber ölçülüp tartılan şeyleri, yiyecekleri ve katıkları dört şeye tahsis etmiştir. Eğer hüküm bütün ölçülüp tartılanlar ve yiyecekler hakkında olsaydı, o zaman Hazret-i Peygamber, "ölçülüp tartılabilen şeyi, ölçülüp tartılan başka birşeye karşılık, fazla olarak alıp satmayın" veyahut da "Yiyecekleri yiyecekler ile, fazla olarak alıp satmayın" derdi. Çünkü bu hüküm daha kısa ve daha anlamlıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle demeyip, dört şey zikredince, haramlığın sadece onlara has olduğunu anlamış oluruz. İkinci Delil: Biz, Allahü teâlâ'nın, "Halbuki Allah alış-verişi helâl kılmıştır" sözünün, ribe'n nakd'in helâlliğini ifâde ettiğini söylemiştik. Sizler ise, ribe'n-nakd (fadl)in, altı şey hakkında gelen haber-i vahid ile, âyetin umûmi hükmünden çıkararak, bu haramlığı kıyas yolu ile onların dışındakilere de verdiniz. Böylece bu, o altı şeyi de içine alan Kur'an'ın âyetinin umûmî manasını, haber-i vâhid ile tahsis etmek olur. Bu altı şeyin dışında hüküm, kıyas yolu ile, yine haber-i vâhid ile sabit olmuş olur. Bu gibi kıyaslar haber-i vahidden daha zayıftır. Haber-i vahid de, Kur'an'ın zahirinden daha zayıf bir delildir. Binaenaleyh sizin yaptığınız daha zayıf olanı, daha güçlü delile tercih etmek olur ki bu caiz değildir. Üçüncü Delil: Nassın mahallinden, nass mahalli olmayana geçmek, ancak, nassın varid olduğu hususta, hükmü ta'lil etmek (illetini bildirmek) vasıtasıyla mümkündür; bu da caiz değildir. Bunun birinci sebebi, Allah'ın hükmünü ta'lil etmeyi (hükmün sebebini bildirmeyi) gerektirmezdir ki Usulü'd-Dîn ilminde sabit olduğu üzere bu sebebi bilmemiz imkânsızdır. İkinci sebebi, nass varid olan hususta hükmün malum olmasıdır. Dil (lisan) ise zannîdir. Ma'lumu maznuna bağlamak caiz değildir. Cumhur-u fukaha ribe'l-fadlın haramlığının, bu altı kalem eşyaya münhasır olmadığında müttefiktirler. Onlara göre bilakis diğer eşyada da riba cereyan eder. Ayrıca malûmdur ki, herhangi bir hükmü, nass mahallinden nass mahalli olmayan meseleye nakletmek (orada geçerli kılmak), nass mahallinde sabit olan hükmün illetini, nass mahalli olmayan meselede de göstermekle mümkün olabilir. İşte bundan ötürü âlimler, illeti izah ederken muhtelif görüşler ortaya koymuşlardır: Birinci Görüş: İmam Şafii (radıyallahü anh)'nin görüşüdür. Buna göre, ribanın haram oluş illeti, dört şeydeki tad ile cins birliği ve altın ile gümüşteki peşin oluştur. İkinci Görüş: Ebu Hanife (radıyallahü anh)'nin görüşüdür. Buna göre, miktarı belirlenebilen her şeyde riba (faiz) söz konusu olur. Altın ve gümüş paradaki ribânın illeti, tartılabilir olma; diğer dört şeyde ise ölçülebilme ve cins birliğidir. Üçüncü Görüş: İmâm Malik (radıyallahü anh)'in görüşüdür. Ona göre haramlığın illeti. yiyecek olma veyahut da yemeye elverişli olma özelliğidir ki bu ikinci özellik, meselâ tuzda vardır. Dördüncü Görüş: Abdulmelik İbn el-Mâcişûn'a âit olan görüştür. Ona göre, insanların istifade ettikleri her şeyde ribâ câridir. Âlimlerin ribâ (faiz) ile ilgili görüşlerinin özeti budur. Meselenin detayına inmek, tefsire uygun değildir. Ribanın (Faizin) Haram Kılınmasının Hikmetleri Âlimler, ribânın haram oluş hikmeti hususunda şu izahları yapmışlardır: a) Ribâ, insanın malını, bir karşılık vermeden almak demektir. Çünkü bir dirhemi, iki dirhem karşılığında alıp-satan, fazladan karşılıksız bir dirhem almış olur. İnsanların, mallarına ihtiyaçtan vardır. Dolayısıyla malın, bu bakımdan büyük bir saygınlığı (hürmeti) vardır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "İnsanın malmın haramlığı kanın-canın haramlığı gibidir" Müsned, 1/446. buyurmuştur. Binaenaleyh, bir insanın malını karşılıksız almanın haram olması gerekir. İmdi şayet, "Anaparanın, o kimsenin elinde uzun müddet kalmasının, fazladan alınacak paraya bir karşılık sayılması niçin caiz olmasın? Çünkü anapara, şayet bu müddet içerisinde esas sahibinin elinde olsaydı, onun bu parayla ticaret yaparak kazanç elde etmesi mümkün olurdu. Parayı borçluya verdiğine, borçlu da bu paradan istifade ettiğine göre, borçlunun alacaklıya, o paradan ettiği istifadeye karşılık fazladan bir para vermesi, yadırganmamalıdır" denilir ise, biz deriz ki: Sizin bahsettiğiniz istifâde, olması da olmaması da muhtemel mevhum (var sayılan) bir şeydir. Halbuki anaparadan fazlasını almak, kesin bir iştir. Binaenaleyh kesin olanı, varsayılan zannî bir şeyden dolayı elden çıkarmak, her halükârda zarardır. b) Bazı alimler şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, ribayı (faizi), insanları çalışmaktan alıkoyacağı için haram kılmıştır. Çünkü parası olan kimseler, ister vadeli, ister peşin olsun, yapacakları ribâ akdi vasıtasıyla kâr elde etme imkânını bulduklarında, geçimlerini kolayca sağlarlar ve çalışma, ticaret ile güç sanatların meşakkatlerine girmezler. Bu da, insanların menfaatlerinin zedelenmesi neticesine götürür. Halbuki âlemin menfaatinin, ancak ticaret, sanat ve elsanatları ile, imar ile nizam ve düzene girdiği malumdur. c) Şu izah da yapılmıştır: Riba muamelesinin haram Ilgındaki hikmet, bunun insanlar arasında bilinen ve yaygın olan karan (borçlanmanın) sona ermesine sebeb olmasıdır. Çünkü ribâ haram kılındığında, insanlar borç para vermekten ve bu yaygın borç vermeyi sürdürmekten hoşlanırlar. Eğer ribâ helâl olsaydı, ihtiyaç sahiplerinin içinde bulunduğu zaruret, bu ihtiyaç sahibini, aldığı bir dirheme mukabil iki dirhem ödemeye mecbur ederdi. Bu da, eşitliğin, ma'ruf ve ihsanın sona ermesi neticesine götürür. d) Genel olarak borç veren zengin, borç alan da fakirdir. Binaenaleyh ribâ akdinin caiz olduğunu söylemek; zengine, fakir ve güçsüz kimseden fazladan para alma imkânı vermek olurdu. Bu ise rahim olan Allah'ın rahmetinden dolayı, caiz değildir. e) Ribanın haramlığı nass (ayet) ile sabittir. Mükellefiyetlerin hepsinin hikmetinin, insanlarca bilinmesi şart değildir. Biz, ribâ ile ilgili hikmetin ne olduğunu kesin olarak bilmesek bile, ribâ akdinin haram olduğunu kesin bilmek gerekir. Allahü teâlâ'nın buyruğu hakkında, müfessirlerin ekserisi, bundan muradın kıyamet günündeki kalkış olduğunu; diğer bazıları da bundan muradın kabirden kalkış olduğunu söylemişlerdir. Bil ki bu iki görüş arasında bir zıddiyet yoktur. Binaenaleyh lâfzı her iki manaya da almak gerekir. Şeytan Çarpmasının Buradaki Mânası Cenâb-ı Hakk'ınancak, kendisini şeytan çarpmış olan kimsenin kalkması gibi..." tabiri ile ilgili birkaç mesele vardır: Âyette geçen (......) kelimesinin mânâsı, rastgele vurmaktır. Herhangi bir iş hususunda gelişigüzel hareket eden ve onda doğru olanı bulamayan kimseye. "O rastgele gidiyor" denilir. Yine "Deve- yeryüzünde gelişigüzel yürüdü" denilir. Birisini şeytan çarpıp delirttiğinde (......) denilir. Çünkü delilik, şaşkınlık içinde gelişigüzel vurmaktır. Şeytanın çarpıp delirtmesine (......) denilir. Yine, "Onda bir delilik var" manasında (......) diye de kullanılır. Âyette kelilik demektir. "Adam delirdi"; "O, delirmiştir" ve "Onda bir delilik var" denilir. Bu kelimenin asıl manası, el ile dokunmaktır. Buna göre sanki, şeytan o insana dokunmuş ve onu delirtmiştir. Delilik diye adlandırılmıştır. Nitekim şeytan, insanı çarpar ve onu ayakları altında çiğneyerek delirtir. Bundan dolayı delilik, (......) diye de adlandırılmıştır. Buna göre, çarpma (habta) ayak ile, mes ise el ile olmuş olur. Sonra bu hususta iki sual vardır: Birinci Sual: "Tehabbut", "tefa'ul" veznindedir. Binaenaleyh bu babdan olup "lâzım" manasına gelen o fiil nasıl müteaddi manası ifâde eder?" Cevap: (......) fiilinin (......); (......) fiilinin de (......) manasına gelmesi gibi, babı da çoğu ke manasına gelir. İkinci Sual: Âyettek (......) tabirindeki harf-i cerri neye taalluk etmektedir? Biz deriz ki: Bu hususta iki görüş vardır: a) Bu (......) fiiline taalluk etmektedir. Buna göre ayetin takdiri, "Onlar kendilerinde bulunan mess (çarpılma) den, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalkışı gibi kalkarlar" şeklinde olur. b) Bu, ayetteki (......) fiiline taalluk eder. Buna göre takdir, "Onlar ancak, mess (dokunma) sebebi ile çarpılmış kimsenin kalkışı gibi kalkarlar" şeklinde olur. Cübbâi şöyle der: "İnsanlar, sar'alı kimseye, "şeytan dokunduğu ve çarptığı için bu hal onun başınagelmiştir" derler. Bunun aslı yoktur. Çünkü şeytan insanları delirtip öldürmeye kadir olacak kadar güçlü değildir. Bunun böyle olduğuna şu hususlar da delildir: a) Hak teâlâ'nın şeytanlardan naklettiği şu sözleri.. "Zaten benim, siz (insanlar) üzerinde hiçbir hükmüm ve nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icabet ettiniz" (ibrahim, 22). Bu âyet, şeytanın insanları delirtmeye, öldürmeye ve onlara eziyet etmeye gücü olmadığı hususunda açık bir nasstır. b) Şeytanın ya kesif bir cisim, veya lâtif bir cisim (ruhani bir varlık) olduğu söylenebilir. Eğer şeytan kesif bir cisim ise, görülmesi ve müşahede edilmesi gerekir. Çünkü onun kesif olması ve görülmesi mümkün olduğu halde görülemez ise o zaman bizim yanımızda güneşler, yıldırımlar, şimşekler ve dağların bulunup da bizim onları görmememiz de caiz olurdu. Bunu iddia etmek büyük bir cehalettir. Bir de, şayet şeytan kesif (maddi) bir cisim olsaydı, insanın içine girmesi nasıl mümkün olurdu? Şeytanın hava gibi lâtif bîr cisim olmasına gelince, bu gibi varlıklarda bir katılığın ve gücün bulunması imkânsızdır. Binaenaleyh şeytanın, insanı delirtmeye ve öldürmeye kadir olması imkânsızdır. c) Şayet şeytan insanı delirtmeye ve öldürmeye muktedir olsaydı, peygamberlerin mucizelerine benzer şeyler yapabilirdi. Bu da, nübüvvet müessesesine ta'n edilmesine sebebiyet verirdi. d) Şayet şeytan buna kadir ise, o zaman daha niçin mü'minlehn azılı düşmanı olmasına rağmen, hepsini çarpıp delirtmiyor, onların mallarını alıp durumlarını bozmuyor, sırlarını ortaya koymuyor ve akıllarını gidermiyor? Bütün bunlar, asılsızlığı aşikar olan şeylerdir. Şeytanın İnsanı delirtebileceğim ve öldürebileceğini söyleyenler ise şu iki şeyi, delil getirmişlerdir: a) Rivayet edildiğine göre; şeytanlar, Hazret-i Süleyman İbn Davud (aleyhisselâm) zamanında, Allah'ın da: "(Gider) Süleyman, kalalar, heykeller, büyük havuzlar gibi çanaklar ve sabit kazanlardan, ne dilerse yaparlardı'" (Sebe, 13) buyurduğu gibi, güç işlere girip, onları yapabiliyorlardı. Buna şöyle cevap verilir: Allahü teâlâ cinleri, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) zamanında mükellef tutmuştu. İşte bundan dolayı, bu gibi şeyleri yapabiliyorlardı. Bu, Süleyman (aleyhisselâm)'ın mucizelerinden idi. b) Tefsir etmekte olduğumuz ayetteki "Şeytan çarpmış olan kimse" tabiridir. Bu ifâde şeytanın dokunarak insanları delirttiği hususunda açık bir nastır. Buna şöyle cevap verilir: Şeytan, neticesinde sar'a ortaya çıkan, eziyet verici vesvesesi ile insana dokunur. Bu Eyyub (aleyhisselâm)'un, "Gerçekten şeytan beni meşakkate ve azaba (hastalığa) düşürdü".(Sad, 41) sözünde ifâde ettiği husustur. Sar'a, vesvese anında ortaya çıkar. Çünkü Allahü teâlâ, insanı zayıf tabiatlı ve ödlek olarak yaratmıştır. Çünkü vesvese esnasında hemen korkar, cesareti kırılır ve böylece de, korkak birisinin ıssız bir yerden korkup yere yığılması gibi, yığılır kalır. İşte bu manadan ötürü, böyle bir çarpma kâmil, fazıl, akıllı ve mazbut kimselerde görülmez. Ancak bu zayıf mizaçlı ve eksik akıllı kimselerde bulunur." İşte, bu konuda Cübbâî'nin söylediği bütün şeyler bunlardan ibarettir. Kaffâl, bu konuda şu izahı yapar: "İnsanlar, sar'ayı şeytan ve cinlerden bilirler. Bundan dolayı da, ayette onlara, bu husustaki zanlarına göre hitap olunmaktadır. Yine insanlar, birşeyi kötülemek istedikleri zaman, onu şeytana nisbet etmeyi adet haline getirmişlerdir. Nitekim Hak.Teâlâ "Tomurcukları şeytanların başları gibidir" (Saffat. 65) buyurmuştur." Bu Ayetin Tefsirinde Müessirlerin Başlıca Görüşleri Müfessirlerin âyetin tefsiri hususunda şu değişik görüşleri vardır: Birinci Görüş: Riba (faiz) yiyenler, kıyamet gününde cin çarpmış gibi kalkarlar. Bu, ribâ yiyenlere has bir alamettir. Böylece mahşerdekiler, bu alamet sayesinde, onların dünyada iken ribâ yediklerini anlamış olurlar. Buna göre âyetin manası, "Onlar kıyamet günü, şeytanın çarptığı kimseler gibi, mecnun olarak kalkarlar" şeklindedir. İkinci Görüş: Vehb İbn Münebbih şöyle der: "Allahü teâlâ bununla şunu kastetmektedir: İnsanlar, diriltilip kabirlerinden kaldırıldıklarında -bir ayette: "Onlar, kabirlerinden firlaya ûrlaya çıkarlar" (Meâriç, 43) buyrulduğu gibi- hızlıca çıkarlar. Riba yiyenler ise böyle çıkamazlar. Çünkü onlar, şeytanın çarptığı kimseler gibi, düşe kalka yürürler. Çünkü onlar, dünyada iken riba yemişlerdir. Böylece Hak teâlâ, onların dünyada yedikleri bu şeyi, kıyamet günü karınlarında artırmış ve onları ağırlaştırmıştır. Onlar kalkar ve düşerler. Koşmak isterler, fakat koşamazlar." Bu görüş, birinci görüşten farklıdır. Çünkü buna göre, ribâ yiyenlerin koşamamaları, karınlarının ağırlığı sebebiyledir, delilikten dolayı değildir. Bu görüş, İsrâ hadîsi ile ilgili hadis-i şerifte rivayet edilen hususlarla da kuvvet bulur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cebrail beni (İsrâ gecesi) herbiri koca bir ev gibi olan insanların yanına götürdü. Onlardan herbiri kalkmak istiyor, fakat karnı onu çektiği için tekrar düşüyordu. Bunun üzerine ben, "Ey Cibril kimdir bunlar?" dediğimde O, "ribâ yiyenler ancak, kendisini şeytan çarpmış olan kimsenin kalkması gibi kalkarlar" dedi". Üçüncü Görüş: Bu, Hak teâlâ'nın "Takvaya erenler, kendilerine şeytandan bir arıza dokunduğu zaman, iyice düşünürler, bir de bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir" (A'raf, 201) âyeti gibidir. Çünkü şeytan, insanı lezzet ve şehevî arzuların peşine düşmeye ve Allah'tan başka şeylerle meşgul olmaya davet eder. Şeytanın dokunmasından murad, işte budur. Bu durumda olan herkes dünya işleri hususunda cin çarpmış gibi olur. Bazan şeytan onu, nefsine ve hevasına doğru; bazan da melek dine ve takvaya doğru çeker. Böylece o insanda birbirini tutmayan hareketler, çeşitli fiiller ve yalpalamalar meydana gelir. İşte şeytanın dokunması ve vesvesesi sebebi ile olan çarpma budur. Ribâ yiyen kimse de, hiç şüphesiz dünya sevgisinde ileri gitmiş ve kendisini olmadık tehlikelere atmış demektir. Kişi bu sevgi ile öldüğü zaman, onun bu sevgisi kendisi ile Allah arasında bir perde olur. İnsanın mal sevgisinden dolayı, dünyada meydana gelen bu çarpılma, ahirette bir başka çarpılmanın sebebi olmuş ve onu, Allah ile kendisi arasına perde çekmiş, Allah'dan mahrum kalma zilletine düşürmüştür. Bu izah ve görüş, bence, naklettiğimiz ilk iki görüşten daha doğrudur. Allahü Teâlâ'nın, "Böyle olması onların, "Alım-satim da ribâ gibidir" demelerindendir" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır: Bu insanlar, şu benzerlikten dolayı, ribânın da helâl olduğu görüşündedirler: "Birisi, bir elbiseyi on dirheme satın alıp, sonra onu onbir dirheme satarsa bu helâl olmaktadır Aynen bunun gibi, on dirhemi, onbir dirheme sattığı zaman da bunun helâl olması gerekir. Çünkü aklen bu iki durum arasında herhangi bir fark yoktur. Bu ribe'l-fadl hakkındadır. Ribe'n-nesie de böyledir. Çünkü bir insan o anda on dirhem değerinde olan bir elbiseyi, parasını bir ay sonra almak üzere onbir dirheme satarsa caiz olur. Tıpkı bunun gibi, on dirhemi, bir ay sonra geri almak üzere onbir dirhem mukabilinde verir ise, bunun da caiz olması gerekir. Çünkü aklen bu iki şekil, birbirinden farklı değildir. Zira birinci şekiller, iki taraf arasında bir rıza olduğu için caizdir. İkinci şekillerde de, taraflar arasında bir rızâ olduğuna göre, bunların da caiz olması gerekir. Alış-veriş, ihtiyaçları gidermek için meşru kılınmıştır. İnsanın o anda elinde hiçbir şeyin bulunmaması, fakat şiddetli ihtiyaç içinde olması ve ileride birçok mallara sahip olması mümkündür. İmdi eğer ribâ caiz olmaz ise, elinde parası bulunan kimse, o insana hiçbirşey veremez, böylece de o insan ihtiyaç ve sıkıntı içinde kalmaya devam eder. Fakat ribâ caiz olsa, parası olan kimse, karşılığında daha fazlasını alacağı için, o insana para verir; o insan da, mal elde ettiğinde, borcunu fazlasıyla verebilir. Mal elde edildiği zaman, fazlasıyla borcu ödemek, o insan için, devamlı ihtiyaç içinde sürünmekten daha kolaydır. İşte bu durum, riba'nın (faiz'in) helâl sayılmasını gerektirir. Nitekim biz, ihtiyaçlar karşılansın diye, diğer alış-verişlerin helâl olduğuna hükmetmişiz. "İşte bu insanların alış-verişi ribâ'ya benzetişleri böyledir. Allahü teâlâ, buna, tek bir sözle cevap vermiştir. O da, şu âyettir"Halbuki Allah alışverişi helâl ribâyı haram kılmıştır." Cenâb-ı Hakk'ın bu cevabının izahı şöyledir: "Sizin söylediğiniz husus, nassa, kıyâs ile karşı koymaktır. Bu ise, şeytanın işidir. Çünkü Allahü teâlâ, şeytana, Hazret-i Adem için secde etmesini emredince kıvas yapıp Allah'ın emrine karşı çıkarak, "Ben ondan hayırlıyım. (Çünkü) beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın" (Araf, 12) demiştir. Bil ki kıyası delil olarak kabul etmeyen âlimler de aynı yoldan giderek, "şayet din, kıyâs ile olsaydı, bu şüphenin haklı bulunması gerekirdi. Bu şüphe kabul edilmediğine göre, dinin kıyâs ile değil, nass ile olabileceğini anlamış oluruz" demişlerdir. Kaffâl (r.h.), bu iki meselenin birbirinden farklı oluşunu şöyle diyerek belirtir: "Değeri on dirhem olan bir elbiseyi, insan yirmi dirheme satsa, bu kimse elbiseyi yirmi dirhemlik kabul etmiş olur. Yirmi dirhem üzerinde, alan ve satan anlaştığında, elbise ve fiyat, alan ve satana göre, mal olarak birbirine denk sayılmış olurlar. Bundan dolayı, taraflar birbirinden karşılıksız birşey almamış olurlar. Fakat insan, karşılığında yirmi dirhem almak üzere on dirhem satarsa, karşılıksız fazladan on dirhem almış olur. "Onun karşılığı zaman bakımından tanınan mühlettir" denemez. Çünkü o, ne maldır, ne de kendisine işaret edilebilecek bir varlıktır. Binaenaleyh mühlet, fazladan alınan on dirhemin karşılığı sayılamaz. Bu izah ile, iki şekil arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. "Böyle olması, onların, "Alım-satım da ancak ribâ gibidir" demelerindendir" âyetinin zahiri, ribâyı alıp, haram olmasına rağmen yemekten ötürü değil, onu helâl saymadan dolayı yapılan ilâhî bir tehdidi gösterir. Buna göre, ribâ'nın büyük günahlardan olduğu, bu âyetle sabit olmaz. Buna göre şayet, "Bundan önceki ifadeler ribâ yiyenlerin kıyamet günü cin çarpmış gibi kalkacak olmalarının sebebinin, ribayı yemeleri olduğunu gösterir" denir ise, biz de deriz ki, âyetteki; "Böyle olması onların "Alım-satım da ancak ribâ gibidir" demelerindendir" buyruğu o çarpılışın sebebinin sadece bu söz ve inanış olduğunu açıkça göstermektedir. Binaenaleyh bundan önceki kısmı te'vil etmek gerekir. Halbuki biz, âyette bahsedilen "yeme"den maksadın, bizzat yemek olmadığını söylemiş ve bunun delillerini getirmiştik. Siz bunu, riba ile tasarrufa hamlediyorsunuz. Biz ise onu, ribâyı helâl ve mahzursuz sayma manasına hamlediyoruz. Çünkü bazan "yeme" ile, o şeyin helâlliği ifâde edilir. Nitekim lanca, Allah'ın malını, helâl-haram demeden yer". Yani "hepsini helâl görür" denir. Âyetteki "yeme"yi, helâl görme mânâsına aldığımızda, ayetin başı ile sonu birbirine uyar. Âyetin lâfzının delalet ettiği, işte budur. Fakat müfessirlerin çoğu âyeti ribâ akdini helâl görenlere karşı ilâhî bir tehdid manasına değil, ribâ ile alış-veriş yapanlara karşı bir tehdid manasına hami etmişlerdir. Ayetin bu kısmı ile ilgili bir soru vardır, o da şudur: Niçin "Ribâ da ancak alış-veriş gibidir" denilmemiştir. Çünkü alış-verişin helâl olduğu ittifakla kabul edilmiş bir husustur. Onlar ribâyı buna kıyas etmek istemişlerdir. Kıyas ise ihtilaflı olan hususun, üzerinde ittifak edilen hususa benzetilmesinden ibarettir. Binaenaleyh âyetin nazmının, "Riba da ancak alışveriş gibidir" şeklinde olması gerekirdi. Bunun ters çevrilerek, "Alım-satım da ancak ribâ gibidir" denilmesinin hikmeti nedir? Cevap: Bu kimselerin maksadı, bizzat bu kıyasa sarılmak değil, aksine maksadları, ribâ ile alış-verişin matlub olan her yönden birbirine benzediğini ifâde etmektir. "Binâenaleyh birbirine denk sayılan iki şeyden birisinin helâl, diğerinin de haram olduğunu söylemek nasıl caiz olur?" demek istiyorlar. Bu takdire göre, bunlardan hangisi önce zikredilse veya sonra zikredilse caiz olur. Riba Haram, Alış Veriş İse Mubahtır Cenâb-ı Allah'ın "Halbuki Allah alışverişi helâl, ribâyı haram kılmıştır" beyanı ile ilgili birkaç mesele vardır: Bu cümlenin kâfirlerin sözlerinin devamı olması muhtemeldir. Buna göre mânâ şöyle olur: "Alış-veriş ribâ gibidir, sizler ise, Allah alış-verişi helâl, ribâyı haram kıldı diyorsunuz. Bu nasıl düşünülebilir" diyorlar. Yani, "Bu ikisi, birbirinin aynısı olduğuna göre, biri helâl, diğeri haram kabul edildiğinde, aynı olan iki şeyi farklı görme olur. Bu ise, hakîm Allah'ın hikmetine uygun değildir" demektedirler. Buna göre, "Allah alış-verişi helâl, ribâyı haram kılmıştır" ifâdesi kâfirlerin akıldan uzak sayarak zikrettikleri bir söz olur. Fakat müfessirlerin çoğu, kâfirlerin sözünün "alış veriş riba gibidir" sözü ile sona erip "Allah alış verişi helâl, ribâyı ise haram kılmıştır" cümlesinin Allahü teâlâ'nın sözü olduğunda ittifak etmişlerdir. Müfessirlere göre Allah, bu farkı belirtmek ve kâfirlerin "alış veriş riba gibidir" iddialarını iptal etmek üzere bunu bildirmiştir. Bu görüşün doğruluğunun birçok delilleri vardır: Birinci Delil: Bu ifâdenin kâfirlerin sözü olduğunu söyleyenlere göre, bunda birtakım mahzuf ziyadeler takdir etmek gerekir. Mesela bu sözü istifham-ı inkâriye hamletmek veya (alay etme kasdıyla) müslümanların ağzından naklettiklerini, yani (size kalsa.... böyledir) şeklinde söylediklerini düşünmek gerekir. Halbuki bilindiği üzere, aslolan mahzuf söz takdir etmek değildir (Zaruret olmadıkça böyle yapılmaz). Fakat biz onu, Allah'ın kelâmı kabul edersek, böyle bir takdire ihtiyaç kalmaz. Binaenaleyh bu daha uygun olur. İkinci Delil: Müslümanlar, baştan beri bütün alış-veriş meselelerinde bu âyeti delil getirmiş ve buna sarılmışlardır. Eğer onlar, bu sözün kâfirlerden nakledilen değil de Allah'ın kendi sözü olduğu kanaatinde olmasalardı, bu âyetle istidlal etmelen caiz olmazdı. Bu delil hakkında, ikinci meselede bahsedilecektir. Üçüncü Delil: Allahü teâlâ bu sözün peşinden, "Kim, Rabbinden kendisine bir öğüt gelip de (ribadan) vazgeçerse, geçmişi ona, ve İşi de Allah'a aittir. Kim de tekrar dönerse, onlar o ateşin yaranıdırlar ki orada ebedi kalıcıdırlar" ifâdesini getirmiştir. Bunun zahiri, kâfirlerin, "Alış-veriş de ancak ribâ gibidir" şüphesine sarıldıklarını, Allahü teâlâ'nın da bu şöpheyi ve onun zayıflığını ortaya koyduğunu ifâde eder. Eğer, "Halbuki Allah alışverişi helâl, ribâyı haram kılmıştır" hükmü, Allah'ın kendi sözü olmasaydı, bu şüphenin cevabt zikredilmiş olmaz ve "Kim, Rabbinden kendisine bir öğüt gelip de vazgeçerse" ifâdesinin burada getirilmesi uygun düşmezdi. Şafiî (radıyallahü anh)'ye göre âyetteki, "Halbuki Allah alışverişi helâl, ribayı haram kılmıştır" sözü delil olarak kullanılamayacak mücmel âyetlerdendir. Bana göre uygun olan görüş de budur. Bu görüşün delilleri şunlardır: 1- Usûl-ü Fıkıh'da, başında lam-ı ta'rif bulunan müfred isimlerin, kesinlikle umûm ifâde etmediklerini, aksine onlardaki marifeliğin, mahiyet itibari ile bir marifelik olduklarını açıkladık. Durum böyle olunca, bunların hükmünün tek bir şeyde bulunduğunu söylemek ve bu şekilde amel etmek kâfidir. 2- Biz, bu kelimelerin umûm ifade ettiğini kabul etsek bile, bunların ifâde ettikleri umumîliğin, cemî lâfızların ifâde ettiği umumilikten daha zayıf olduğunda şüphe etmiyoruz. Meselâ âyetteki (......) kelimesi, her nekadar umum ifâde etse bile bunun cemî olan (......) kelimesinin ifâde ettiği umumilik daha kuvvetlidir. Böylece Cenab-ı Hakk'ın (......) sözünün zayıf bir umumîliği gösterdiği ortaya çıkmış olur. Âyetin umûm ifâde ettiği kabul edilse bile, ona sayısız hususiliğin arız olması söz konusudur. Böyle bir umumilik, ne Allah'ın, ne de Resulullah'ın sözüne uygun düşmez. Çünkü bu yalan olur, yalan da Allah için muhaldir. Çok az tahsis gören umûmî ifâdelerde ise bu caizdir. Çünkü genel olana umûmî denilmesi, Arapça'da meşhur olan bir örftür. Böylece bunu böyle bir umûma hamletmenin caiz olmadığı sabit olur. 3- Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in "Biz ona, ribânın ne olduğunu soramadan Allah'ın Resulü bu dünyadan gitti" dediği rivayet edilmiştir. Eğer bu lâfız umumîliği ifâde etmiş olsaydı, Hazret-i Ömer böyle demezdi. Onun sözünden biz, bu âyetin mücmel olduğunu anlıyoruz. 4- Hak teâlâ'nın "Halbuki Allah alış-verişi helâl kılmıştır" buyruğu hertürlü alış-verişin helâl olmasını "ribayı haram kılmıştır" buyruğu da, her türlü ribânın haram olmasını gerektirir. Çünkü ri-bâ, fazlalık manasınadır. Halbuki kendisinden artış (kâr) beklenmeyen hiçbir alış-veriş yoktur. Buna göre bu âyetin başı, bütün alış-verişleri mubah, sonu da bütün alış-verişleri haram kılmıştır. Binaenaleyh, helâl olan haram olandan, bu âyetle ayırdedilemez. Bu bakımdan âyet mücmeldir. Bundan dolayı, helâl ile haramı iyece bilip tanımak için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in açıklamalarına başvurmak gerekir. Allahü Teâlâ'nın Rabbinden kendisine biröğüt gelip de" buyruğuna gelince bil ki, âyette fail olarak gelen "mev'iza" kelimesinin müennesliği, hakiki olmadığı ve "va'z" manasına geldiği için, fiili müzekker olarak getirilmiştir. Ubey (radıyallahü anh) ve Hasan el-Basri, âyeti (......) şeklinde okumuşlardır. Allahü teâlâ bundan sonra "vazgeçerse, geçmişi ona aittir" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele "Geçmişi ona aittir" kısmı ile ilgili şu iki izah yapılmıştır: a) Zeccâc şöyle demiştir: "Yani Allah, bu âyet nazil olmadan önce insanların işledikleri günahları bağışlar" demektir. Bu tıpkı, "O kafirlere, eğer vazgeçerlerse, geçmiş günahlarının affedileceğini söyle" (Enfal. 38) âyeti gibidir. Zeccâc'ın yaptığı bu izah zayıftır. Çünkü bu âyet inmeden önce, bu iş ne haramdı, ne de günahtı. O halde, ortada herhangi bir günah olmadığı halde, bu âyetten maksadın günahları bağışlamak olduğu nasıl söylenebilir? Sonradan gelen nehiy, önceden yapılmış fiil hakkında hüküm ifâde etmez. Bir de Allahü teâlâ, bunu o kimseye mâlikiyet ifâde eden lâm harf-i cerri ile (......) şeklinde nisbet etmiştir. O halde, bu daha nasıl günâh sayılır. b) Süddî şöyle der: "geçmişi ona aittir" sözü; "Daha önce yediği faizler ona aittir. Daha önce aldığı faizleri geri vermesi gerekmez. Fakat aldığı ribâyı henüz harcamamış olanın, onu yemesi caiz olmaz. "Eğer tevbe ederseniz, sermâyeleriniz (anaparalarınız) sizindir" (Bakara. 279) âyeti ile belirtildiği gibi, o kimsenin, bu durumda sadece sermayesini geri alması caizdir" mânâsına gelir." Vahidi şöyle demiştir: "Selef" önce geçen demektir. Senden önce geçen herşey "seleftir. Geçmiş ümmet manasına "ümmet-i sâlife" denilmesi de bundandır. Boynun üst tarafına da, (......) denilir. Yemekten önce atıştırılan şeye de (......) denilir. İçkinin saf olanına da (......) denilir. Çünkü bu, üzüm suyundan ilk önce çıkarılan süzme nevidir. Hak teâlâ'nın "ve işi de Allah'a aittir" buyruğu ile ilgili, müfessirlerin değişik görüşleri var. Fakat ben bu âyetin, rîba yeyip yemediğinden bahsedilmeksizin, ribayı helâl görmeyi terkeden kimselerle ilgili olduğunu söylüyorum. Bunun delili, âyetin başı ile son kısımlarıdır. Âyetin başında "Kim, Rabbinden kendisine bir öğüt gelip de vazgeçerse" buyrulmuştur. Bu ifâdede, bu kimsenin neden vazgeçtiği beyan edilmemiştir. Binaenaleyh bunun, geçen şeye hamledilmedi gerekir. Bu âyette en yakında zikredilen şey, Allah'ın kâfirlerden naklettiği, "Alışveriş de ribâ gibidir" sözüdür. Binaenaleyh "vazgeçerse" sözü bununla ilgilidir. Buna göre mana, "Bu sözden vazgeçerse" şeklinde olur. Âyetin sonunda ise, "Kim de tekrar dönerse, onlar cehennemlik olur ki orada onlar ebedî kalıcıdırlar" buyurmuştur. Bunun mânâsı, "kim de o geçen söze dönerse, yani ribayı helâl sayarsa, onun işi de Allah'a aittir" şeklindedir. Sonra bu insan için, ya "O, ribayı helâl saymaktan vazgeçtiği gibi, riba yemekten de vazgeçmiştir" denilir, veya "Böyle değildir" denilir. Eğer birincisi söz konusu olur ise, bu kimse Allah'ın dinini ikrar etmiş ve O'nun tekliflerini bilmiş olur. Bu durumda da, medhe, ta'zîme ve ikram edilmeye müstehak olmuş olur. Ne var ki Hak teâlâ'nın "Ve işi de Allah'a aittir" sözü böyle değildir. Çünkü bu, Hak teâlâ'nın o kimseye isterse azâb edeceğini, isterse o kimseyi bağışlayacağını ifâde eder. Binaenaleyh, bu âyetin mânasının, kâfire de, itaatkâr mü'mine de uygun düşmeyeceği ortaya çıkmış olur. Bu sebeple geriye, bu âyetin sadece ribânın haram olduğunu ikrar edip de onu yiyen kimseye has olduğu meselesi kalır. İşte bu noktada onun işi Allah'a kalmıştır. Allah dilerse ona azab eder, isterse bağışlar. Bu tıpkı Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz Allah, kendisine eş tanınmasını (şirk koşulmasını) bağışlamaz. Ondan başka (günahı) dilediği kimse için bağışlar" (Nisa, 48) âyeti gibidir. Binaenaleyh bu, bizim "Allah'ın affetmesi umulur" şeklindeki sözümüzün doğruluğuna apaçık bir delil olmuş olur. Hak teâlâ'nın, "Kim de tekrar dönerse, onlar cehennemlik olup, orada onlar ebedi kalıcıdırlar" buyruğunun mânası, "kim bu ribâyı helâl saymaya ve böylece de küfre dönerse" şeklindedir. Hak teâlâ'nın, "Onlar cehennemlik olup orada onlar ebedî kalıcıdırlar" sözü, ebedi kalmanın sadece kâfirler için söz konusu olacağı hususunda kesin bir delildir. Çünkü Hak teâlâ'nı sözü, kâfirlerin görüşüne avdet eden kimseler hakkında bir hasr ifâde eder. Yine Hak teâlâ'nın (......) buyruğu da hasr ifâde eder. İşte bu tabirler cehennemlik olmanın ve o cehennemde ebedi kalmanın, sadece kâfirler için söz konusu olacağına delâlet eder. Bu konuda söylenecek en ileri söz şudur: Biz, bu zahire muhalefet ederek öteki kâfirleri de buna dahil edip cehenneme girdirdik. Ne var ki bu âyet-i kerime, büyük günah sahibi hakkında da zahiri üzerinde kalmaya devam etmektedir. Binaenaleyh sen, bu konuyu iyi düşün. Çünkü, bizim anlayışımıza göre büyük günah sahibi, Allah'a ve Resûlullah'a iman etmiş olursa, o kimseyi Allah'ın affetmesi caiz olduğu gibi, ona azâb etmesi de caizdir. Bu iki hususta onun durumu, Allah'a havale edilmiştir. Allah'ın o kimseye azâb etmesinin kabul edilmesi durumunda, hiç şüphesiz Allah o kimseyi cehennemde ebedî bırakmaz, bilakis daha sonra onu oradan çıkarır. Allahü Teâlâ bu görüşün doğruluğunu işte bu âyette, "Ve işi de, Allah'a aittir" ifadesiyle beyân buyurmuştur. Yani beyân ettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hakk'ın büyük günah sahibini affetmesi caizdir. Hak teâlâ'nın, "Onlar cehenemlik olup orada onlar ebedî kalıcıdırlar" buyruğuna gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın, büyük günah sahibini cehenneme sokacağının kabul edilmesi durumunda, O'nun o kimseyi orada ebedî olarak bırakmayacağına delâlet eder. Çünkü ebedî kalış, iman ehline değil, kâfirlere has bir durumdur. İşte bu, güzel bir beyân ve güzel bir tefsirdir. Allah Faizin Neticesini Akîm Bırakır |
﴾ 275 ﴿