281"Ey imân edenler, Allah'tan korkun ve mü'min iseniz ribâdan (faizden) kalanı bırakın. Böyle yapmazsanız Allah'a ve peygamberine karsı harbe (girmiş olduğunuzu) bilin. Eğer tevbe ederseniz sermâyeleriniz yine sizindir, (Bu suretle) ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğratılmış olmazsınız. Eğer (borçlu) darlık içinde bulunuyorsa, ona eli genişleyinceye kadar zaman tanıyın. (O alacağı) sadaka olarak bağışlamanız, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır. Öyle bir günden sakının ki, o gün Allah'a döndürüleceksiniz, sonra (o günde) herkese kazandığı tastamam verilecek, onlara haksızlık da edilmeyecek" . Bu âyetlerle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki Allahü teâlâ, önceki âyette ribâdan vazgeçenlerin, daha önce aldıkları faizlerin kendilerine ait olduğunu beyân edince ribâdan alınmış olan ile henüz alınmamış olan arasında herhangi bir fark olmadığı zannedilebilirdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu âyette, "ribâdan kalanı bırakın, (almayın)" buyurmuş ve bu beyanıyla, borç para verdikleri kimseler üzerinde henüz almadıkları ribâ var ise, bunu almalarının haram olduğunu, ana paralarından (sermâyelerinden) başka birşey alamayacaklarını beyan buyurmuştur. Allahü teâlâ, bu hususta çok şiddetli bir tehdidde bulunmuştur. Çünkü uzun zaman, bir müddetin dolmasını bekleyen kimseyi, müddet dolup da o fazlalığı (faizi) elde edeceğini umduğu bir anda, ondan vazgeçirmek için, şiddetli bir tehdid gerekir. İşte Hak teâlâ bundan dolayı, "Allah'tan korkun" buyurmuştur. Allah'tan korkmak ise, ribâdan vazgeçmekle olur. vine Cenâb-ı Allah, "Ribâdan kalanı bırakın, almayın' buyurmuştur ki: Eğer ribâ olarak birşey almış iseniz, Allah onu affeder. Eğer henüz o ribâyı ya bir kısmını almamış iseniz, ister tamamı, ister bir kısmı olsun, almadığınız : -oâyı almak haramdır" mânâsındadır. Bil ki, bu âyet, müslüman olan kâfirler hakkındaki hükümler bakımından, Mühim bir asıldır. Bu böyledir, çünkü kâfirin küfür döneminde yaptığı şeyler, olduğu gibi devam eder, onlar ne noksanlaştr, ne de "fesholur. Kâfirken yapılmayan şeylerin hükmü ise, İslâm'a hamlolunur. Meselâ, onlar kendilerince caiz olan, ama İslâm'a göre caiz olmayacak bir biçimde evlenip nikâhlandıkları zaman, bu affolunmuş olup, bunun peşine düşülmez.. Eğer nikâh haram bir şekilde cereyan etmiş olur, kadın da onu alırsa, bu olmuş bitmiş sayılır. Eğer kadın onu almamışsa, o kadına, mihr-i müsemmâ değil de, mihr-i misil vermek gerekir. Bu, Şafiî (radıyallahü anh)'nin mezhebidir. Buna göre şayet, "Allahü Teâlâ önce, "Ey iman edenler, Allahdan korkunuz" buyurmuş, âyetin sonunda ise, "Eğer mü'minler iseniz..." demiştir. Bu nasıl olur?" denilirse, buna şu bakımlardan cevap veririz: a) Bu tıpkı, denilmesi gibidir. Bunun mânası, "Kardeş olan kimse, kardeşine ikram eder" demektir, b) Bunun mânasının, "Daha önce mü'min idiyseniz..." şeklinde olduğu da söylenmiştir. c) Bunun mânası, "Sizin için imân hükmünün devam etmesini istiyor iseniz..." demektir. d) Bunun mânası, "Ey lisanlarıyla imân etmiş kimseler, eğer kalbinizle imân ettiyseniz, ribâdan (faizden) kalanı bırakın.." şeklindedir. Âyet-i kerimenin sebeb-i nüzulü hakkında pek çok rivayetler yapılmıştır. Birinci Rivayet: Bu, ribâ ile alışveriş yapan Mekkelilere hitaptır. Mekke'nin fethi sırasında müslüman olduklarında, Allahü Teâlâ onlara faizi değil de, sermayelerini geri almayı emretmiştir. İkinci Rivayet: Mukâtil, bu âyetin Sakîf Kabîlesi'nden dört kardeş: Mesûd, Abdi Yâleyl, Hubeyb ve Rebîa hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Bunlar, Amr İbn Umeyr es Sakâfî'nin oğulları olup, Muğîreoğulları'ndan borç alıp, onlara borç veriyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Taîf'i hükmü altına alınca bu kardeşlerin hepsi müslüman oldu. Sonra da Muğîreoğulları'ndaki ribâ'dan elde ettikleri faizlerini istediler. İşte bunun üzerine Allahü Teâlâ bu âyeti indirdi. Üçüncü Rivayet: Âyet-i kerime, Abbâs ile Osman İbn Affân (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Onlar, daha sonra almak üzere, parasını peşin vererek hurma alıyorlardı. Hurmaları toplama zamanı geldiğinde, hurmanın bir kısmını alıyor, geriye kalan kısmını da, bilâhere olmak üzere, fazlasıyla alıyorlardı. Bu, Atâ ve İkrime'nin görüşüdür. Dördüncü Rivayet: Bu âyet-i kerime Abbas ile Hâlid İbn Velîd hakkında nazil olmuştu. Onlar daha sonra fazlasıyla almak üzere, peşin parayla ribâ yapıyorlardı. Üçüncü Mesele Kadî, Hak teâlâ'nın, "Eğer mü'min iseniz... buyruğunun, insan büyük günahta ısrar ettiği sürece imânının tekâmül etmeyeceğine, bütün büyük günahlardan kaçındığında mutlak anlamda bir mü'min olacağına delâlet eder gibi olduğunu söylemiştir. Kadî'nin bu görüşüne şu şekilde cevap verebiliriz: Hak teâlâ'nın, "Kî onlar, gayba imân ederler" (Bakara, 3) sözünün tefsiri hususunda zikredilmiş olan birçok delil, amelin imândan ayrı olduğuna delâlet edince, bu âyet imânın kemâline ve onun kanunlarına (hükümlerine) hamledilmiş olur. Buna göre de âyetin takdiri, "Eğer imânın ahkâmına göre amel ediyorsanız..." şeklinde olur. Bu, her ne kadar âyetin zahirini terketmek olsa da biz, (Bakara, 3) âyetinde zikredilmiş olan delillerden dolayı bu kanâate vardık... Ribâyı Terketmeyenin Cezası Hak teâlâ'nın:kte böyle yapmazsanız Allah'a ve Peygamberine karşı harbe (girmiş olduğunuzu) bilin" buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: Âsim ve Hamza, şeklinde olarak, etif-i mem- düdenin fethası, zâl hailinin de kesresiyle şeklinde; diğer kıraat imamları ise, meksûr olan elifin sükûnu, zâl harfinin de fethasıyla (......) şeklinde okumuşlardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin (......) şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. Yani, "Bildirin, ilâm edin!..." demektir. Bu, Hak teâlâ'nın: "De ki, size müsavat üzere bildirdim " (Enbiya. 109)buyruğu gibidir. Buna göre bu âyette, (......)'yi fiilinin mefûlü hazfedilmiştir. Buna göre âyetin takdiri: "Ribâdan vazgeçmeyen kimselere, Allah'ın ve Resulünün onlara karşı açacağı harbi bildirin" şeklindedir. Onlar, bu harbi başkalarına bildirmekle emrolunduklan zaman, böylece de onlar bu harbi bilmiş ve anlamış olurlar. Ne var ki, bu ifâdeyi (......) şeklinde okursak, bunda başkalarına bildirme konusunda herhangi bir delâlet bulunmaz. Binâenaleyh, bu kıraat belagat bakımından daha kuvvetli olur. Ahmed İbn Yahya, "Ammenin kıraatinins şeklinde olduğunu; yani bir bilgi ve bir haber üzre olunuz..." anlamına geldiğini söylemiştir. Hasan d-Basrîde, "Yakînî ve kesin olarak biliniz..." şeklinde okumuştur ki, bu da ammenin kıraati lehine bir delildir. Âlimler, Cenâb-ı Hakk'ın "İşte böyle yapmazsanız, Allah'a ve Peygamberine karşı harbe (girmiş olduğunuzu) bilin" sözüyle ribâ ile muâmele yapmakta ısrar eden mü'minlere mi, ya da, "Alış-veriş de ribâ gibidir " diyerek, ribâyı helâl sayan kâfirlere mi hitâb edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir: 1- Kadî, birinci ihtimalin daha uygun olduğunu, çünkü emrinin daha önce zikredilmiş olan bir topluluğa hitâb olduğunu; bu kimselerin"Ey İmân edenler, Allah'tan korkun ve ribadan kalanı bırakın" sözüne muhatap olan kimseler olduğunu; bunun ise, hitabın mü'minlere yönelik olduğuna delâlet ettiğini söylemiştir. Eğer, "Müslümanlarla harbedilmesi nasıl emredilebilir?" denilirse deriz, ki: Bu lafız bazan, isyanı helal saymaksızın Allah'a isyan eden kimse hakkında da kullanılır. Nitekim bir hadis-i kutsîde şöyle varid olmuştur: -"Kim benim bir velîmi hor-hâkîr görürse, muhakkak ki o, bana açıkça muharebe açmış demektir. Aynı manada bir hadis için bkz. İbn Mâce, fiten, 16 (2/1321). Yine Câbir'in Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet ettiğine göre, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur "Her kim "muhabere" yi terketmezse, bilsin ki o, Allah ve Resulüne bir harb açmış demektir. Ebu Davud, Buyu', 33(3/262). Müfessir ve fakîhlerden pekçoğu ise, Hak teâlâ'nın: "Allah'a ve Resulüne harb açanların cezası, muhakkak ki.."(Maide: 33) )âyetini, yol kesen müslüman (haydut)lar hakkında bir nass kabul etmişlerdir. Bu anlatılanlarla, müslümanlar hakkında da bu nevi tehditlerin Allah'ın kitabı ile Resulünün sünnetinde bildirildiği sabit olmaktadır. Sen bunu iyice anladığında deriz ki: Zikredilen soruya cevap hususunüa iki vecih bulunmaktadır: a) Murad, tehdit hususunda mübalağa olup, harbin bizzat kendisi değildir. b) Murad, harbin bizzat kendisidir. Bunun açıklaması şöyledir: Eğer ribâ'da ısrar etmek tek bir şahıs tarafından vaki oluyor ve imâm da (devlet reisi) ona güç yetirebiliyorsa, onu yakalar ve, o tevbe edinceye kadar ona hapis ve tâzir cezalan gibi, Allah'ın hükümlerini uygular. Eğer Ribâ'da ısrar etmek, ordusu ve gücü kuvveti olan bir kimseden vaki oluyorsa imâm, tıpkı azgın bir grup ile muharebe ediyorcasına onunla savaşır.. Nitekim Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh), zekâtı vermeyenlerle savaşmıştı. Topluluk, ezanı terketme ve ölüleri defnetmeme hususunda anlaşırlarsa, yine durum aynıdır. İmâm, onlara da yukarda zikrettiğimiz şekilde muamele eder. Nitekim İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir:m ribâ ile muamele yaparsa, ondan tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse ne âlâ.. Aksi halde, boynu vurulur:' 2- buyruğu, kâfirlere hitaptır. Buna göre âyetin mânası, "Eğer siz ribânın haram olduğunu itiraf ediyorsanız, ribâdan kalanı terkediniz" şeklindedir. Eğer onun haram olduğunu itiraf etmiyorsanız, o zaman Allah ve Resulüne bir harb açmış olduğunuzu biliniz..." şeklindedir. Bu görüşte olanlar, bu âyette, İslâm'ın bütün kanunlarını inkâr eden kimsenin kâfir olması gibi, O'nun kanunlarından tek bir tanesini dahi inkâr eden kimsenin de kâfir olacağına dair bir delil bulunduğunu söylemişlerdir. ı Hak teâlâ'msözünün mânası, birinci görüşe göre, "Ribâ ile muamele yapmaktan tevbe ederseniz"; ikinci görüşe göre ise, "Ribâyı helâl saymanızdan dolayı meydana gelmiş olan günahtan tevbe ederseniz, sermâyeleriniz yine sizindir. (Bu suretle) ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğratılmış olursunuz" şeklinde olur. Yani, "Sermayenizden fazlasını almak suretiyle borçlu olan kimselere zulmetmemiş; sermâyenizden daha azını alarak da zulme uğratılmış olmazsınız" demektir. Borçlunun Eli Dar İse Ona İmkân Tanınır Hak teâlâ'nın"Eğer (borçlu) darlık içinde bulunuyorsa, ona eli genişleyinceye kadar zaman tanıyın" buyruğuna gelince, bu hususta iki mesele vardır: Nahivciler (......) kelimesinin birkaç şekilde kullanıldığını söylemişlerdir. (......) Hakkında Dil Yönünden Geniş İzahat a) Bu kelimenin(oldu, meydana geldi) (vâki oldu) manasına geldiğini söylerler. Nitekim bu mâna, bir kimse (......) dediğinde tahakkuk eder. Yani, "Muhakkak ki iş bulundu, oldu, meydana geldi.." İşte bu mânaya geldiği zaman, (......) fiili haber almaz. b) Kendisinde, "hades, , (iş, olay, hareket) anlamının bulunmaması hali.. Bu durumda kelime, sırf zaman anlamını ifâde etmek için bulunmuş olur. O zaman da bir "haber"e muhtaç olur. Bu, bir kimsenin "Zeyd, gidici idi" demesi gibidir. Bil ki ben, Harezm'de bulunuyordum. Burada, büyük edebiyatçılardan müteşekkil bir topluluk bulunmaktaydı. Onlara bu konuda bir müşkili arzederek şöyle dedim: "Siz, "nakısa" olduğu zaman, onun fiil olduğunu söylüyorsunuz, ama bu imkânsızdır. Çünkü fiil, bir "hades"in, bir zamanda meydana geldiğine delâlet eden şeydir. Buna göre senin demen, "kevn" işinin geçmiş zamanda olup bittiğine delâlet eder. Bu lafız bu mânayı ifade edince, o zaman bu lafız nakıs değil, tam olmuş olur. Buna göre bu delil, lafzı fiil ise, onun nakıs değil, tam olmasını gerektirir. Eğer bu lafız tam olmazsa, kesinlikle fiil olmayıp, bilâkis bir harf olur. Siz ise, bunun harf olmasını kabul etmiyorsunuz." Bunun üzerine onlar, bu müşkil soru üzerinde uzun bir süre kalakaldılar, düşündüler.. Buna cevap vermek için bir kitap tasnif ettiler, ama bu konuda yeterince başarılı olamadılar. Sonra şurada zikredeceğim sır, bana tecellî ve inkişâf etti. Bu sır şudur: (......)nin ve (......) (meydana geldi, vâki oldu ve var oldu, bulundu) mânalarından başka herhangi bir mânası yoktur. Ancak senin (......) ve (......) fiillerinin mânası da iki kısımdır: 1- Mânanın, "bir şey bulundu, bir şey meydana geldi " şeklinde olmasıdır. Meselâ senin"Cevher bulundu, araz meydana geldi" demen gibi. 2- Mananın, "bir şeyin birşey ile mevsûfiyyeti bulundu, meydana geldi" şeklinde olmasıdır. Buna göre dediğinde bunun mânası, "Geçmiş zamanda, Zeyd'in ilim ile mevsûfiyyeti tahakkuk etti, meydana geldi" şeklindedir. Birinci kısım, "tam olan, ikinci kısım ise, "nakıs olan diye adlandırılır. İşin hakikati ise, her iki yerde de, lafzından anlaşılan, bir şeyin meydana gelmesi ve vuku bulmasıdır. Ancak ne var ki birinci kısımda murad edilen, o şeyin kendisinde meydana gelmesidir. Buna göre hiç şüphesiz, tek bir isim yeterli olmaktadır, (Binaenaleyh habere ihtiyaç duyulmaz). İkinci kısımda murad edilen ise, iki şeyden birisinin diğeri ile mevsûfiyyetinin meydana gelmesidir. Binaenaleyh, hiç şüphesiz böyle olan de, tek bir ismin bulunması yeterli olmayıp, birinin diğeriyle mevsûf olduğuna işaret edilebilmesi için, mutlaka iki ismin zikredilmesi gerekir. Bu anlattıklarımız bu tür konuların inceliklerindendir. Ama (......)nin, geçmiş zamanda masdarın meydana geldiğine delâlet eden bir fiil olduğunu söylediğimizde zaman nakıs değil, tam bir fiil olur. Eğer onun fiil değil de harf olduğunu söylersek, bu harf mefhûmun içine mazi, muzari, emir ve fiillerin diğer bütün özellikleri nasıl girebilir? Ama konuyu bizim dediğimiz mânaya hamledersek, onun bir fiil olduğu ortaya çıkar ve bu müşkil de tamamiyle ortadan kalkar. c) (......) nin(oldu) manasına gelmesidir.Nitekim lûgatçılar şu beyti nakletmişlerdir: Ipıssiz birçölde(yiz!), . Binek hayvanları da sanki yumurtaları civciv haline dönüşmüş olan ve hüzün şarkıları söyleyen bağırtlak kuşları gibidir." Bana göre bu lafız, burada bizim zikrettiğimiz mânâya halledilmiştir. Çünkü'nin mânası, bir varlığın daha önce böyle bir vasfı yok iken bilahare bir mevsut olması (sayrûret) demektir. Böylece burada (......) kelimesi, (......) ve (......) manasına gelir. Ne var ki, bu meydana geliş, yeni bir oluştur. O da, o varlığın daha önce başka bir sıfatla mevsûf iken müteakiben başka bir sıfat ile mevsûfiyyetinin meydana gelmesidir. d) (......)'nin zâid olmasıdır. Nitekim şairler şöyle demişlerdir: "Ebu Bekroğullarının savaşçıları, mühürlü ve nişanlı asil atlara biniyorlar." Bu kaideyi iyice öğrendikten sonra, biz tekrar tefsire dönüyor ve bu âyetteki tâ hakkında şu iki izahın bulunduğunu söylüyoruz: 1- Bunun, (......) ve (......) manasına gelmiş olması.. Buna göre (......) buyruğunun mânası (......) şeklinde olur. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, (......) manasında olmak üzere, ref ile "Yapılan ticaretin peşin olması müstesna" (Nisa, 29) buyurmasıdır. Âyetin maksadı da, ancak bu mânaya göre doğru olur. Çünkü, şayet denilmiş olsaydı, hiç şüphesiz mâna "Eğer müşteri sıkıntı içinde olursa, ona eli genişleyinceye kadar zaman tanıyın" şeklinde olurdu. Bu durumda da, zaman tanıma işi sadece müşteriye, parayı alana hasredilmiş olurdu. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü, ister müşteri isterse başkası darlık içinde bulunduğunda, ona eli genişleyinceye kadar mühlet verilir. 2- (......)'nin, haberi hazfedilmiş bir nakıs fiil olmasıdır. Buna göre âyetin takdir: "Eğer sıkıntıda olan kimse, size borçlu olursa" şeklinde olur. Osman, (......) şeklinde okumuştur ki, buna göre âyetin takdiri, "Eğer borçlu sıkıntı içinde olursa.." şeklinde olur. Yine, bu ifâde, "kim sıkıntı içinde olursa..." şeklinde de okunmuştur. (......) lafzı (......) lafzından alınmış bir isimdir. ı'sar kelimesi de, "mal bulamama, sıkıntıda olma" demektir. Meselâ, bir kimse sıkıntıya düştüğünde denilir. Çünkü bu durumda, kişinin mal bulması zorlaşır. Hak teâlâ'nın "Ona eli genişleyinceye kadar mühlet verin" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: Bu sözde bir hazf bulunmaktadır. Buna göre kelamın takdiri "Hüküm, mühlet vermedir" Durum mühlet vermedir" veyahut da yapacak olduğunuz iş, muamele, ... mühlet vermedir" şeklindedir. (......) kelimesinin manası tehir etmek, geciktirmektir. Bu kelime (......)dan alınmış bir isimdir. "İnzâr'"ın mânası ise, zaman tanımak, mühlet vermektir. Nitekim sen "Ona o şeyi, ona mühlet ve zaman tanıyarak (veresiye) sattım" dersin. Nitekim Cenâb-ı Hak, "(Şeytan) şöyle dedi: "Ya Rabbi, o halde (insanların) diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver." (Cenâb-ı Hak), "Haydi, sen mühlet verilenlerdensin; malûm olan zamanın gününe kadar.." buyurdu" (Sad, 79-81) buyurmuştur. Bu kelime zâ harfinin sükûnu ile (......) şeklinde okunmuştur. Atâ ise (......) şeklinde okumuştur. Yani, "Hak sahibi, ona mühlet verir" demektir. Yahut da nisbet yoluyla, "Mühlet tanıyan kimse... ona zaman tanır" demektir. Bu ifâde, Arapların tıpkı (otlu) ve (sebzeli, otlu) manasında olmak üzere (......) demeleri gibidir. Atâ'dan, emir şeklinde olmak üzere, (......) şeklinde okunduğu da rivayet edilmiştir. Yani, "o kimsenin eli genişliğe çıkıncaya kadar, ona müsamaha et" demektir. (......) kelimesi (......) ve (......) kökünden olan mef'ale vezninde bir kelimedir. Yusr ve Yesâr kelimeleri ise, i'sar kelimesinin zıd manasını ifâde ederler. Bu da, "zengin olmak" demektir. "Adam zengin oldu; o zengindir" denilmiş olması da böyledir. Yani, "Eli bolluğa çıktı, zenginleşti" demektir. Buna göre meysere, yusr ve meysûr kelimeleri, "zenginlik" anlamlarına gelir. Beşinci Mesele Nâfî (......) kelimesini sîn harfinin dammesiyle meysure şeklinde; diğerleri de sînin fethasıyla okumuşlardır. Bu iki okuyuş şekli; (mezar)(balkon), ve(otlak, mer'â) kelimelerinde olduğu gibi, meşhur olan iki okuyuş şeklidir. Fakat, fetha ile okunuşu daha meşhurdur; zira Araplar bu kelimeyi daha ziyade fethalı kullanmaktadırlar. Altıncı Mesele Âlimler mühlet verme hükmünün sadece ribâ ile mi, yoksa bütün muamelelerle mi ilgili olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir: 1- İbn Abbas, Şureyh, Dahhâk, Süddî ve İbrahim en-Nehaî bu hükmün ribâ ile ilgili olduğunu söylemişlerdir. Nakledildiğine göre Şureyh, davalaşan iki kişiden birisinin hapsedilmesini emreder. Ona, "Onun eli dardır" denilir. Bunun üzerine Şureyh, eli darda olmakla ilgili hüküm, ancak ribâ ile ilgilidir. Allahü Teâlâ kitabında, "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehillerine vermenizi., emrediyor" (Nisa, 58) buyurmuştur. Bu Âyetin Nüzul Sebebi Müfessirler bu âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şunu zikretmişlerdir: Allahü Teâlâ'nın, "Allah'a ve Peygamberine karşı harbe (girmiş olduğunuzu) bilin" âyetifcu Sakîfli o dört kardeş, "Hayır aksine, biz Allah'a döner, O'na tevbe ederiz. Çünkü biz, Allah ve Resûlüyle harbedemeyiz" dediler. Böylece de, sadece sermâyelerini almaya razı olarak, Muğîreoğulları'ndan sadece bunu istediler. Bunun üzerine Muğireoğulları, ellerinin darlığından şikâyet ederek, "ücretleri alıncaya kadar bize mühlet tanıyın" dediler. Onlar, mühlet tanımayı kabul etmeyince, Cenâb-ı Hak, "Eğer (borçlu) darlık içinde bulunuyorsa, ona eli genişleyinceye kadar mühlet verin " âyetini indirdi. 2- Mücâhid ve bir grup müfessirin görüşüne göre âyet-i kerime, her türlü borç hakkında umûmidir. Bu görüşte olanlar, Allahü Teâlâ'nın deyip de, hüküm güç durumda olan herkesi içine alsın diye, dememiş olmasını ileri sürmüşlerdir. Birinci görüş, tercihe daha şayandır Çünkü Hak teâlâ, önceki âyette, "Eğer tevbe ederseniz, cimrilik etmeden ve noksanlaşhrılmadan sermâyeleriniz yine sizindir" buyurmuş, bu âyette de, "Borçlu güç durumda olursa, borcunu ödeyebileceği bir zamana kadar ona mühlet tanımak gerekir" demiştir. Çünkü bu âyette geçen (......) kelimesiyle geciktirme, tehir etme, sonra alma manası murad edilmiştir. Geciktirmenin olabilmesi için mutlaka daha önce verilmiş olan bir hakkın bulunması gerekir. Rundan da öte, nassın hükmüyle, bu hususta zaman tanımanın vâcib olduğu sabit olunca, mâna bakımından müşterek olmak zaruretinden dolayı, diğer durumlarda da zaman tanımanın vâcib olduğu sabit olmuş olur. Mâna bakımından müşterek olma, "Malı veremeyen kimseye, onu ödemesini teklif etmenin caiz olmaması hükmü" dür. İşte, Ebu Hanife, Mâlik ve Şafiî (radıyallahü anh) gibi, fukahânın ekserisinin görüşü budur. İ'sar (Eli Dar Olma) Nedir? Bil ki bizim, "i'sâr" kelimesini iyice açıklamamız gerekmektedir. Buna göre biz deriz ki i'sâr, kişinin mülkü içerisinde, o şeyi ayniyle ödeyeceği bir şey bulamaması ve satması halinde borcunu ödeyebilecek bir şeyin de olmaması demektir. İşte bu sebepten dolayı biz diyoruz ki, bir kimsenin, satabildiğinde borcunu ödeyebileceği bir evi, ya da bir elbisesi, vb. şeyleri var ise, o kimse sıkıntı içinde bulunan kimselerden sayılmaz. Böyle bir kimsenin geriye sadece, hem kendisi hem de çoluk çocuğu için bir günlük yiyeceği ve, namaz kılıp soğuktan sıcaktan korunmaları için de gerekli olan eşyayı bırakmaları caiz olur. Âlimler, borçlu kimsenin gücünün kuvvetinin yerinde olması hâlinde, bu borçlu kimsenin alacaklıya ya da başkalarına ücret karşılığında çalışıp çalışamayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bunun, kendisi ve çoluk çocuğu için çalışmaya ihtiyaç duyduğunda gerekli olduğu gibi, bu durumda da gerekli olduğunu; bazıları da gerekli olmadığını söylemişlerdir. Yine âlimler, sıkıntı içinde bulunan bu kimseye, başkalarının, borcunu ödeyebileceği kadar mal vermesi halinde onun bunu kabul edip edemiyeceği hususunda da ihtilâf etmişlerdir. Ama, değerinde satamıyacağı bir malı ve bir ticâret eşyası bulunan kimsenin, eğer bundan başka hiçbir şeyi yoksa, onun bunu noksanıyla satması ve borcunu ödemesi gerekir... İnsan, alacaklısının darda olduğunu bilirse, onu hapsettirmesi ve ondan malını istemesi o kimseye haram olur. Bundan dolayı, onun eli genişleyinceye kadar ona mühlet tanıması gerekir. Eğer onun elinin darda olduğu hususunda bir şüphesi varsa, onun elinin darda olduğu ortaya çıkıncaya kadar, onun başka yere gitmesini engellemesi caizdir. Bil ki, borçlu olan kimse darda olduğunu iddia eder, alacaklı da onu yalanlarsa, onun vermesi gereken borç, ya alışverişten ya da borç para almasından dolayıdır veya böyle değildir. Eğer birinci kısma dahil ise, borçlunun bu malın helak olduğu hususunda âdil iki şahid getirmesi gerekir. İkinci kısımdan ise, yani o borç telef etmek, mehir ve tazminatta olduğu gibi bir karşılık mukabili değilse, borçlunun sözüne itibar edilir; alacaklının da bir delil getirmesi gerekir. Çünkü aslolan, fakirlik durumudur. Alacağını Bağışlamanın Fazileti Sonra Cenâb-ı Hak"Sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır" buyurmuştur. Bu âyette birkaç mesele vardır: Asım, (......) kelimesini, sâd harfinin tahfifiyle, diğer kıraat imamları da, sâd harfinin şeddesiyle (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kelimenin aslı, iki ta harfiyle olmak üzereşeklindedir. Sâd harfini şeddesiz okuyanlar, hafiflik olsun diye iki tâ harfinden birisini hazfetmişlerdir. Şeddeli okuyanlar ise, tâ harfinden birisini sonraki sâd harfine idğam etmişlerdir. Buradaki "tasadduk etme" hakkında iki görüş vardır: 1- Bunun mânası, "sıkıntıda olana üzerinde olan alacağınızı tasadduk etmeniz, sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır. Çünkü, o malı başkasına sadaka olarak vermek doğru değildir" şeklindedir. Bu bilindiği için âyette hazfedilmiştir. Çünkü âyette hem güç durumda olandan, hem de ana paradan bahsedilmiştir. Böylece tasaddukun bunlarla ilgili olduğu anlaşılmıştır. Bu, tıpkı Hak teâlâ'nın "Bağışlamanız takvaya daha yakındır" (Bakara, 237) âyeti gibidir. 2- Burada tasadduktan murad, mühlet vermedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bir müslümanm borcunu alma zamanı gelir de, borçluya yeniden mühlet tantr ise, bu para hergün için o adam namına bir sadaka sayılır" buyurmuştur. İkinci görüş zayıftır. Çünkü zaman tanımanın gerekmesi, önceki âyet ile sabit olmuş bir hükümdür. Binâenaleyh bu âyeti, değişik bir manaya hamletmek gerekir. Bir de Cenâb-ı Hakk'ın "Sizin için daha hayırlıdır" buyruğu, vâcib olan değil, mendub olan bir hükme uygun düşer. Âyetteki "hayır"dan murad, dünyada güzel bir övgü ve şeref, âhirette de bol sevabtır. Allahü teâlâ sonra, "eğer bilirseniz" buyurmuştur ki, bunun tefsiri ile ilgili şu izahlar vardır: a) Bu, "Böyle yapmanız halinde bu tasaddukun sizin için daha hayırlı olduğunu eğer bilirseniz..." manasındadır. Buna göre amel, ilmin (bilmenin) ayrılmaz bir vasfı kılınmıştır. Bu ifâdede, günahkârlar için şiddetli bir tehdid vardır. b) "Tasaddukun, zaman tanıyıp böylece o parayı almaktan daha hayırlı olduğunu bilirseniz..." manasındadır. c) Bu, "Rabbinizin size emrettiği şeylerin, sizin daha hayrınıza olduğunu bilirseniz..." manasındadır. Sonra Cenâb-ı Hakk: 'Öyle bir günden sakının ki o gün Allah'ın huzuruna döndürüleceksiniz, sonra (o günde) herkese kazandığı tastamam verilecek, onlara haksızlık da edilmeyecek" buyurmuştur. Bil ki bu âyet-i kerime ribâ ile alış-veriş yapan, zengin, kudretli, ve etrafı çok olan ekâbirler hakkındadır. Genel olarak bu kimseler, servetleri ile, insanlara hükümran olmak istemişlerdir. Bu sebeble ribâ (faiz)'den ve insanların mallarını diğer batıl yollarla alıp yemekten vazgeçsinler diye, bunlar için çok şiddetli bir tehdid ve va'îd gerekmiştir. İşte Allahü teâlâ bu âyetle onları tehdid etmiş ve onları en şiddetli bir biçimde korkutmuştur. Birinci Mesele Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: İbn Abbas (radıyallahü anh), bu âyetin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e en son inen âyet olduğunu söylemiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) haccederken, Kelâle âyeti diye bilinen (Nisa, 176) âyeti nazil olmuştur. Daha sonra O, Arafat'da vakfede İken"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi Tamamladım" (Mâide.3)âyeti, daha sonra da (tefsir ettiğimiz) bu âyet nazil olmuş ve Cebrail (aleyhisselâm), "Ya Muhammed, bu âyeti Bakara sûresinin 280. âyetinin peşine koy" demiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu âyetin nüzulünden sonra ancak seksenbir gün yaşamıştır. Bu müddetin yirmibir gün, veya yedi gün, veyahut da üç saat olduğu da söylenmiştir. İkinci Mesele Ebu Amr, (......) kelimesini, te harfinin fethası ile, diğerleri de zammesi ile okumuşlardır. Bil ki, masdarı lâzım masdarı ise müteaddidir. Bu iki kıraat, bu iki masdara dayanmaktadır. Üçüncü Mesele Âyetteki, (......) kelimesi, mefûlün fih olarak değil, mefulun bıh olarak mansubdur. Çünkü âyetin manası "o günde korkun" şeklinde değil, "yaptığınız salih ameller ile, o günle karşılaşmaya hazırlanın" şeklindedir. Bunun bir benzeri de, O " Eger siz. İnkâr ederseniz, çocukları ak saçlı İhtiyarlara çevirecek bir günden kendinizi nasıl koruyabileceksiniz?" (Müzzemmil, 17) yani, "Allah'ı inkâr ederek, şu vasıfta olan o günden nasıl sakınacaksınız?" âyetidir. Dördüncü Mesele Kâdî şöyle der: "Yevm (gün), belli bir zaman diliminden ibarettir. Binaenaleyh ondan korkulmaz. Ancak onda meydana gelen şiddetlerden ve korkunç hallerden korkulur. Bu hallerden sakınmak ise, daha dünyada iken günahlardan kaçınıp ibadetleri yerine getirmekle olur. Bundan dolayı âyetteki "... bir günden sakının" buyruğu, bütün mükellefiyetleri emir manasına gelir. İnsanın Allah'a Döndörülmesinin Mânası "Allah'a döndürülmek"ten murad, mekan ve yön bakımından olan birisinin Allah için muhaldir. Bundan murad, Allah'ın ilmine ve muhafazasına dönmek de değildir. Çünkü Allah, , nerede olurlarsa olsunlar, dâima onlarladır. Ancak Kur'ân-ı Kerim'de, bu tabirin geçtiği her âyette, bu döndürülmenin şu iki manası vardır: a) İnsanın, sırası ile şu üç durumu söz konusudur: Birinci durum, ana karnında olup, insanın zararı defedemeyip, faydasına olacak şeyi elde edememesidir. Bunlar üzerinde tasarruf sadece Cenâb-ı Allah'ın elindedir. İkinci durum, insanın ana karnından çıkmasıdır. Bu durumda, öncelikle onların durumlarını iyileştirmeyi üzerine alan, ana ve babasıdır. Bu durumdan sonra, onlar birbiri üzerinde zahiren tasarrufta bulunurlar. Üçüncü durum ise, insanın ölümünden sonra meydana gelen durumdur. Bu durumda da, zahiren hakiki manada tasarruf sahibi sadece Allahü teâlâ'dır. Buna göre sanki insan, öldükten sonra, dünyaya getmezden önceki durumuna dönmüş olur ki, işte Allah'a dönmenin ve döndürülmenin manası budur. b) Bundan murad, Allah'ın insanlar için hazırlamış olduğu sevab veya ikâba dönmektir. Her iki izah da, âyetin lafzına uygun, güzel birer açıklamadır. Sonra Allahü teâlâ: Sonra (o günde) herkese kazandığı tastamam verilecek" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır: Birinci Mesele Bundan murad, "Her mükellefin Allah'a rücû etmesi esnasında, kendisine, yaptığı şeylerin karşılığının tam tamına mutlaka ulaşması" dır. Nitekim Hak teâlâ, "İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyorsa, onu görecektir, Kim de, zerre ağırlığınca şer yapıyorsa, onu da görecektir" (Zilzal, 7-8); "Evladım, bir haslet bir hardal tanesi kadar dahi olsa, bir kaya içinde, göklerde, yahud yerin içinde bile olsar Allah onu getirir.. Çünkü Allah latiftir, hakkıyla haberdârdır" (Lokman, 17) ve "Biz kıyamet gününde adalet terazilerini kuracağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şekilde haksızlığa uğratmayacaktır. (O şey) bir hardal dânesi kadar bile olsa onu getirir (mizana koruz). Hesaba çekenler olarak biz yeteriz" (Enbiya, 47) buyurmuştur. Âyetteki "kazandığı" tabiri ile ilgili şu iki izah yapılmıştır: a) Bu sözde bir hazif vardır ve takdiri: "kazandığının karşılığı" şeklindedir. b) Kazanılan, bu karşılığın kendisidir. Çünkü kişinin, ticaretten elde ettiği mal, Arapça'da "onun müktesebi" diye ifâde edilir. Buna göre, Hak teâlâ'nın sözünün mânası, "Her nefse, müktesebi tastamam ödenir" şeklindedir. Bu ikinci izah, daha münasiptir. Çünkü herhangi bir takdire ihtiyaç duyulmadan, sözü açıklamak mümkün olduğu zaman, o açıklama daha uygun olur. İkinci Mesele Vaîdiyye bu âyetle, günahkârlar için de bir tehdidin bulunduğuna kesin olarak hükmetmişlerdir. Âlimlerimiz ise, bu âyetle, günahkârların cehennemde ebedî kalmayacaklarına kesin olarak hükmetmişlerdir. Çünkü kişi mü'min olunca, mutlaka imanının mükâfaatını görmesi gerekir. Bu da, onun cehennemden çıkartılarak, neticede cennete sokulmasıyla mümkün olur. Sonra Hak teâlâfa "Onlara haksızlık da edilmeyecek.." buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili şu soru vardır: Âyetteki "Herkese kazandığı tastamam verüecek., " buyruğu ancak, "onlar zulme ve haksızlığa uğratılmaz" manasındadır. Binâenaleyh bu bir tekrar olmuş olur? Buna şöyle, cevap verilir: Allahü teâlâ, "Herkese kazandığı tastamam verilecek., "dediği için, bu, günahkâr ve kâfire ilâhî azabın ulaşacağına bir delil olur. Bundan dolayı, birisi şöyle diyebilir: Cömertlerin en cömerdi (Ekremu'l-Ekremîn) Allahü teâlâ'nın keremine, kullarına azab etmesi nasıl yakışır? Cenâb-ı Allah, işte çıkabilecek böyle bir soruya "Onlara haksızlık da edilmeyecek" diyerek cevap vermiştir. Bu, "O tehlikeye, kul kendi kendini düşürmüştür. Çünkü Hak teâlâ ona imkân vermiş, hertüriü mazeretini ortadan kaldırmış, istidlal yollarını kolaylaştırmış ve onlara mühlet tanımıştır. Buna rağmen kim kusur ederse, artık o kendisine kötülük etmiş demektir" manasına gelir. Bu şekildeki bir cevap, ancak Mu'tezile'nin prensiplerine göe doğru olur. Fakat ehl-i sünnet âlimlerinin prensiplerine göre ise, Hak teâlâ mahlûkatın gerçek maliki ve sahibidir. Mâlik olan, mülkünde istediği ve dilediği şekilde tasarruf ettiğinde, bu kesinlikle zulüm sayılamaz. Binaenaleyh, ilahî va'îdin zikrinden sonra, "Onlara haksızlık da edilmeyecek" buyurulması, bizim zikrettiğimiz mânaya bir işarettir. Bu sûrede, burada zikredilen şer'î hükümlerden üçüncüsü, müdâyene (borçlanma) âyetidir. |
﴾ 281 ﴿