282

"Ey imân edenler, belirlenmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir yazıcı da doğrulukla (onu) yazsın. Kâtip, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın, Rabbi Allah'tan korksun, ondan hiçbirşeyi eksik bırakmasın. Eğer üstünde hak bulunan (borçlu), bir beyinsiz (cahil) veya bir zaifolur, yahut da bizzat yazdırmaya gücü yetmezse, velîsi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şâhid tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, razı olacağınız şâhidterden bir erkek ile iki kadın şahid (yeter). Kadınlardan biri unutursa, öbürü ona hatırlatır. Şâhidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Az olsun, çok olsun, o borcu vadesi ile birlikte yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah yanında adalete daha uygun, şahidlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenizi daha çok temin edicidir. Ancak aranızda devredeceğiniz ve peşin yaptığınız bir ticaret olursa, bu müstesna. O zaman, bunu yazmamanızda size bir vebal yoktur. Alışveriş yaptığınız zaman da şâhid tutun. Yazana da, şâhidlik edene de asla zarar verilmesin. (Bunu) yaparsanız o, sizin için bir fisktır. Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor. Allah herşeyi hakkıyla bilendir" .

Âyetin Makabli İle Münasebeti

Bil ki, bu âyette birkaç mesele vardır:

Bu âyet-i kerimenin kendinden öncekilerle münasebet keyfiyeti hususunda iki vech bulunmaktadır.

a) Allahü Teâlâ bu hükümden önce, birisi, Allah yolunda infâk etmek suretiyle, diğeri de ribâyı terketmek sebebiyle malın eksilmesine yol açan iki tür hükmü zikredip, sonra bu iki hükmü büyük bir tehdit ile bitirerek şöyle buyurmuştur: "öyle bir günden sakınınız ki o gün Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra (o günde) herkese kazandığı tastamam verilecektir..." (Bakara, 281). Takva ise, kazanç ve menfaat yollarının pekcoğundan insanı alıkor... İşte Cenâb-ı Hak, bunun peşinden de, insanı helâl malın korunma biçimine, onu bozulmaktan ve zayi olmaktan muhafaza yollarına teşvik ederek, bu hükmünü getirmiştir. Çünkü, Allah yolunda infâka, ribâ'yı terke ve takvayı terketmemeye muktedir olabilmek, ancak malın bulunmasıyla hasıl olabilir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, işte bu incelikten ötürü, helâl malın muhtelif telef ve zayi olma sebeplerinden korunması hususunda, önemli ve dikkat çekici tavsiyelerde bulunmuş, emirler vermiştir. Bunun bir benzeri de Nisa sûresinde vârid olan "Allah'ın dünya geçimi için vesile kıldığı tasarrufunuzdaki malları, akılsızlara vermeyin" (Nisa, 5) âyetidir. Bu âyette Cenâb-ı Hak, hem dünya hem de âhiret faydalarının teminine vesile olmasından dolayı, mal hususunda insanları ihtiyatlı olmaya teşvik etmiştir. Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Buna delâlet eden şey şudur: Kur'ân-ı Kerim'in lafızları ekseriyetle muhtasar ve kısadırlar. Bu âyet ise, oldukça uzundur. Baksanıza, Cenâb-ı Hak önce, "Belirlenmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın" buyurmuş, daha sonra, "Aranızdan bir yazıcı da doğrulukla (onu) yazsın" demiş, üçüncü olarak da, "Kâtip, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin "buyurmuştur. Bu üçüncü tabir, Cenâb-ı Hakk'ın, "Aranızda bir yazıcı da doğrulukla (onu) yazsın" emrinin bir tekrarı gibi olmuştur; çünkü adalet, Cenâb-ı Hakk'ın ona öğrettiği şeyin ta kendisidir.

Cenâb-ı Hak, dördüncü olarak, "Yazsın..." buyurmuştur; bu da ilk emrin bir tekrarı ve iadesidir.

Beşinci olarak, "Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın" buyurmuştur... Oysa ki, "Aranızda bir yazıcı da doğrulukla (onu) yazsın" buyruğu ile yetinilir, "Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın" emri tekrar edilmeyebilirdi; çünkü adaletle yazan bir yazıcı, sadece kendisine dikte ettirileni yazar...

Altıncı olarak, "Rabbi Allah'tan korksun" buyurmuştur. Busöz, birte'kid ifadesidir.

Yedinci olarak, "Ondan hiçbir şeyi eksik bırakmasın" buyurmuştur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabb'İ Allah'dan korksun" emrinden anlaşılmakta olan gibidir.

Sekizinci olarak, "Az olsun, çok olsun, o borcu vadesiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin" buyurmuştur. Bu da, daha öne geçrruş otes te'kid etmektedir.

Dokuzuncu olarak da, "Bu, Allah yanında adalete daha uygun, şahidlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize daha yakındır" buyurmuştur. Böylece, Cenâb-ı Hak, bu zikrettiği üç faydayı, daha önce geçmiş olan te'kîdler için zikretmiştir. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk'ın, "Evvelki iki hükümde, malın noksanlaştırılması sayılabilecek şeylere teşvik edince, insan, onun vasıtasıyla Allah yolunda infâk edebilsin, ribâ ve benzeri Allah'ın gazabını celbedecek şeylerden kaçınabilsin ve Allah'tan ittikâ etmeyi sürdürebilsin diye, helâl malın korunması ve yok olup zayi olmaktan muhafaza edilmesi hususunda, son derece dikkat çekici bir biçimde tavsiye ve emirler vermiştir. Âyet-i Kerime'nin öncekilerle olan münasebet vecihlerinden ilki budur. Bu, güzel ve hoş bîr açıklamadır.

b) Bir grup müfessir şöyle demiştir: "Müdâyene" den murad, "selem akdi" dir. Allahü Teâlâ, bir önceki âyette ribâyı yasaklayınca, her ne kadar ribâdan elde edilmek İstenen bütün faydalar "selem" akdinde de sözkonusu ise de, bu âyetin tamamında selem akdine izin vermiştir. Bundan dolayı bazı âlimler şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Allah, haram bir yolla ulaşılan her lezzet ve faydayı elde etmek için, mutlaka helâl ve meşru olan başka bir yol koymuştur. İşte bu da, âyetin önceki âyetlerle münasebeti hususunda zikredilen bir başka görüştür.

İkinci Mesele

(......) kelimesi mastarından, "tefaül" vezninde bir kelimedir. Bunun mânası, "Birbirinize borç verdiniz" demektir. "Borçlandınız" kelimesinin anlamı ise, "Borç ile alışveriş yaptınız..." manasındadır. Dilcilerkarz) kelimesinin ifâde ettiği mâna, (deyn) kelimesinin ifâde ettiğinden farklıdır. Çünkü (karz), insanın para, hububat veya hurma veyahut da buna benzer bir şeyi başkasına borç olarak vermesidir. Bunda bir süre ve bir mühlet tanımak caiz değildir. "Deyn" de ise, mühlet caizdir. Bir kimse malını, bedelini muayyen bir süre sonunda almak üzere sattığında deyn kökünden olmak üzedenilir. Ama onu "karz" olarak verdiğinde ise denilir. Yine bir kimse başkasından borç istediğinde, bui ile ifâde edilir. Şair el-Ahmer şöyle demiştir:

"Biz borç istiyoruz, Allah da bizim İhtiyacımızı karşılıyor. Darda olan kimseye borç vermeyenlerin de, çoğu kez yıkılıp gittiklerini, helak olduklarını görüyoruz."

Borç Akdinin Nevileri

Sen bunu anladığın zaman biz deriz ki, burada bahsedilen "müdâyene"den ne kastedildiği hususunda birkaç görüş vardır:

1- İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bu âyet-i kerime "Selef akdi” hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiğinde, Medineliler iki veya üç sene süreyle olmak üzere, hurmada "selef" alışverişi yapıyorlardı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber:

"Kim selef alışverişi yaparsa, belli bir ölçü ve belli bir tartıda belli bir mühlet için bunu yapsın" Müslim, müsâkât, 128 (3/1227). buyurur. Allahü Teâla sonra mükelleflere ölçü, tartı ve mühlet hususunda ihtiyatlı davranmayı öğreterek, "Belirlenmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman, onu yazın" buyurmuştur.

2- Bu, "Karz, , 'dır Bu görüş zayıf bir görüştür. Çünkü biz, karz'da belli bir mühletin şart koşulmasının mümkün olmadığını: bu âyette zikredilen de ise, bir mühletin şart koşulduğunu beyan etmiştik.

3- Müessirlerden ekseriyetin görüşüne göre, alışverişler dört şekilde olur:

a) Mal karşılığında mal vermek. Bu, kesin olarak "müdâyene" değildir.

b) Borcu, borç ile değiştirmek. Bu muamele bâtıldır. Binaenaleyh, bu âyetin hükmü altına girmez. Geriye iki şekil kalır.

c) Borçlanarak mal almak.. Bu, parasını daha sonra vermek üzere birşey satın almaktır.

d) Parayı peşin verip, malı sonra almaktır... İşte buna, "selem" denilir. Bu son iki alışveriş şekli, "müdâyene" âyetinin hükmüne dahildir. Âyetle ilgili iki soru bulunmaktadır:

Âyetle İlgili Bazı Sualler ve Cevaplar

Birinci soru: "Müdâyene" kelimesi "müfâale" veznindedir. Bu veznin ifâde ettiği esas mâna, iki taraftan her birinin borcunun olmasıdır. Bu da, borca karşılık borç almaktır... Bu ise, ittifakla batıldır."

Cevap: tabirinden murad, "muamele ettiniz.."dir. Bu ifâdenin takdiri, "içinde borç bulunan bir muamele yaptığınızda.." şeklindedir.

İkinci soru: Âyettekü tabiri, zaten borca delâlet etmektedir. Binâenaleyh, buradak "bir borçla" kelimesinin mânası nedir?

Buna cevap, birkaç bakımdandır:

a) İbnu'l-Enbârî şöyle demiştir: "Tedayün kelimesinin iki mânası vardır: Birincisi, mal ile borçlanma, diğeri de "karşılığını vermek" anlamında borçlanmadır. Bu, Arapların"Nasıl muamele edersen, o şekilde muamele olunursun" şeklinde sözlerinden alınmıştır. Nitekim "deyn" kelimesi, ceza mânasına gelir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu iki mânadan birisini tahsis etmek için, (......) kelimesini zikretmiştir."

b) Keşşaf Sahibi şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hak, "Onu yazınız..." tafzındaki zamir, "deyn" kelimesine râci olsun diye (......) kelimesini zikretmiştir. Eğer bu kelimeyi zikretmemiş olsaydı, o zaman "Borcu yazınız " denilmesi gerekirdi ki, bu durumda âyetin nazmı güzel olmazdı.

c) Allahü Teâlâ bu ifâdeyi, te'kîd için zikretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde etti " (Hicr, 3)... iki kanadıyla uçan hiçbir kaş hariç olmamak üzere..." (En'âm, 38) âyetlerinde de aynı gayeyi gütmüştür.

d) Bu (......) mânasındadır. Yani, "Belirli bir müddete kadar, ister büyük olsun ister küçük olsun; ister karz olsun, ister selem olsun; veya aynî bir malı satma olsun., her ne şekilde olursa olsun., bir borçla boçlandığınızda" demektir.

e) Benim hatırıma gelen şu husustur: Biz daha önce "müdâyene" kelimesinin "müfâale" babından olduğunu söylemiştik. Bu ifâde, borcun borç ile satılmasını da içine alır ki, bu bâtıldır. Buna göre eğer Cenâb-ı Hak, sadece demiş olsaydı, nass, borcun borç mukabilinde satılmasına hasredilmiş olurdu ki, bu bâtıldır. Ama Cenâb-ı Hak buyurunca mâna, "İçinde borç bulunan bir muamele ile borçlandığınızda..." şeklinde olmuştur. Bu durumda da, borcun borç ile satılması meselesi nassın hükmünden çıkarılmış; "ayn"ın borç mukabilinde veyahut da borcun "ayn" mukabilinde satılması İse nassın hükmünün içinde kalmıştır. Çünkü bunların her birinde bulunan, sadece tek bir borçtur, başkası değil...

Bir üçüncü soru da şudur: Âyetten maksat, "Her ne zaman bir borçla muamele yaptığınızda, onu yazınız" manasıdır. Halbuki, ül lafzı, umûm ifâde etmez. O halde daha niye Cenâb-ı Hak, değil de, fâti 141 buyurmuştur?

Cevap: lafzı her ne kadar, umûm ifâde etmekle beraber bu lafız umumîliğe mani de değildir. Burada, bundan maksadın umumîlik olduğu hususuna dair delil bulunmaktadır. Çünkü Hak teâlâ yazmanın emredilmesindeki illeti, âyetin sonunda, "Bu, Allah katında adalete daha uygun, şahidlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenizi daha çok temin edicidir" diyerek beyân etmiştir. Buna göre mâna, "Borçla muamele yapılıp da o muamele yazılmadığında, zahirî duruma göre borcun keyfiyyeti unutulabilir ve böylece de, ilgili kişiler fazlalık vehmine kapılır; bu fazlalığı da almak ister ki, bu da bir zulümdür. Yine, ilgili taraflar noksanlık vehmine kapılır, böylece rızası alınmadan ve bir karşılığı da olmadan karşı tarafın hakkını vermemiş olur.

Ama vakıanın keyfiyyeti yazıldığında, bu tür mahzurlardan emin olunmuş olur. Nass, illetin bu olduğuna delâlet edip sonra bu illet de bütünde (küllde) bulununca, hüküm de bütünde (küllde) bulunmuş olur.

Hak teâlâ'nın "Belirlenmiş vakte kadar.. " tabirine gelince, bu hususta iki soru bulunmaktadır:

Birinci soru: Ayette geçen (......) kelimesinin mânası nedir?

Cevap: Arapçada "ecel", müddetin sona erdiğini belirtmek için tayin edilmiş olan bir zaman dilimi demektir. Meselâ, insanın eceli, ömrünün sona ermesi için belirlenmiş vakit demektir. "Borcun eceli" ise, ilerde ödeneceği muayyen bir vakit demektir. Bu kelimenin aslı ise, "geciktirmek"tir. Birşey geri kaldığında buna (......) denilir. (......) kelimesi ise (......) (acele olan, peşin, şimdi olan) kelimesinin zıddı olan bir mânayı ifâde eder.

İkinci soru: Borçlanmanın ne zamana kadar olduğu zaten bellidir. O halde bu lafız ((......) lafzı) zikredildikten sonra, yeniden (......) tabirinin zikredilmesinden fayda nedir?

Cevap: Cenâb-ı Hak (belirlenmiş, tayin edilmiş) kelimesini sıfat verebilmek için (......) kelimesini zikretmiştir. (......) kelimesinin zikredilmesindeki fayda, o zamanın, malûm bir zaman olduğu hükmünü belirtmektir... Meselâ bunu yıl, ay, günler... diye vakitlendirmek ve belirlemek gibi... Cenâb-ı Hak, "Hasad zamanına kadar"; "harman zamanına kadar" veyahut da, "Hacılar, haccdan dönünceye kadar..." şeklinde ifâde etmiş olsaydı, muayyen ve belirli bir zaman ortaya konulmadığı için, bu caiz olmazdı.

Borcu Yazmanın Mânası ve Faydası

Cenâb-ı Hakk'ın "Onu yazınız" emrine gelince, bil ki, Allahü Teâlâ "müdâyene" hususunda şu iki şeyi emretmiştir:

a) Borcu yazmayı... Bu, Hak teâlâ'nın bu âyetteki, "Onu yazınız" buyruğundan anlaşılmaktadır.

b) Şahid tutmak... Buda, "Erkeklerinizden iki de şahid tutun" emrinden anlaşılmaktadır. Bu hususta iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Yazma ve şahid tutmanın faydası şudur: Zamanla ilgili olan her şeyde, isteme gecikebilir, araya unutkanlık girebilir ve bazan da inkâr etme durumu söz konusu olabilir. Böylece borcu yazmak, her iki taraf için de, malı muhafaza etmenin vesilesi gibidir. Çünkü alacaklı kimse, alacağı miktarı yazdırarak ve şahid tutarak kayıt altına aldığını bildiğinde, fazlasını ve zamanı gelmeden önce borcunu istemekten sakınır. Borçlu olan kimse de, bunu bildiği zaman malı inkâr etmekten sakınır, borcunu vaktinde ödeyebilmek için, ödeme vaktinden önce tedbirini alır. Yazmada ve şahid bulundurmada bu gibi faydalar bulunduğundan, Cenâb-ı Hak bunları emretmiştir. Allah en iyisini bilendir.

İkinci Mesele

Emrin zahirinin "nedb" (mendûb hükmünü) ifâde ettiğini söyleyenlere göre, burada onlar için bir müşkilât söz konusu değildir. Ama, emrin zahirinin vücûb ifâde ettiğine hükmeden kimselere gelince, onlar buradaki emrin hükmü üzerinde ihtilâf etmişlerdir. Bazıları burada geçen emirlerin vücûb ifâde ettiğini söylemişlerdir. Bu, Atâ, İbn Cüreyc, en-Nehaî'nin mezhebi ve Muhammed İbn Cerîr et- Taberi'nın de tercih etmiş olduğu görüştür. Meselâ, Nehaî: "Sattığı şey, velev ki, bir bağ (deste) sebze olsun; onun buna şahid tutması gerekir" demiştir. Diğerleri ise, buradaki emri "nedb"e hamledildiğini söylemişlerdir. Müçtehid fukahânın çoğu bu görüştedir. Bunun delili şudur: Biz bütün İslâm ülkelerinde müslümanların çoğunu, yazmaksızın ve şahid tutmaksızın veresiye alışveriş yaparken görüyoruz. Bu da, yazmanın ve şahid tutmanın vâcib olmadığı hususunda bir icmâdır. Bir de, bunların vâcib olması müslümanlara büyük bir külfet yüklemek demektir. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben, kolay ve müsamahalı olan Hanîflik (tevhid) İnancıyla peygamber olarak gönderildim" Müsned, 5/266; 6/116. buyurmuştur.

Bazı âlimler de, bunun vâcib olduğunu, ancak, Hak teâlâ'nın, "Eğer bir seferde bulunuyorsanız, bir yazıcı da bulamazsanız, o vakit, birtakım rehinler alırsınız. Eğer birbirinizden emin olmuşsaniz, kendisine İnandan adam, rabbi olan Allah'dan korksun" (Bakara, 283) âyetiyte mensûh olduğunu söylemişlerdir. Bu, Hasan el-Basrî, Şa'bî ve Hakem İbn Uyeyne'nin görüşüdür. et-Teymî de, "Hasan el-Basrî'ye bu meseleyi sordum, o da bana, "isterse şahid tutar, isterse tutmaz. Hak teâlâ'nın, "Eğer birbirinizden emin olmussanız..." dediğini duymaz mısın?" dedi." demiştir.

Allahü Teâlâ, borcu yazmayı emrederken, bu yazma hususunda iki şarta itibâr etmiştir.

Birinci şart: Bu, kâtibin âdil olmasıdır. Bu da Hak teâlâ'nın, "Aranızda bir yazıcı da doğrulukla (onu) yazsın." buyruğundan anlaşılmaktadır. Bil ki, Hak teâlâ'nın: emrinin zahiri, bu yazmanın herkese vâcib olmasını gerektirir. Ne var ki bu, imkânsız bir şeydir. Bazan o kimseler (muameleyi yapanlar), yazı yazmasını bilmeyebilirler. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın emrinin mânası, bu yazma işinin mutlaka bulunması, demektir. Bu, Hak teâlâ'nın tıpkı, "Erkek hırsızla kadın hırsızın ellerini kesin" (Maide, 38) âyetinde olduğu gibidir. Çünkü Maide 38 âyetinin zahiri, her ne kadar bu işi herkesin yapması gerektiğini ifâde ediyorsa da, ancak ne var ki biz bundan maksadın el kesmenin mutlaka tek bir insan, imâm (devlet başkanı), veya onun naibi, yahut da müsade ettiği bir görevli tarafından ifa edilmesi olduğunu anlamış olduk. İşte burada da böyledir. Sonra bizim belirttiğimiz bu husus, Hak teâlâ'nın "Aranızda bir yazıcı da doğrulukla (onu) yazsın" buyruğu ile de kuvvet kazanmaktadır. Çünkü bu da, bundan maksadın, bu yazma işinin herhangi bir şahıs tarafından yapılabileceğine delâlet eder.

Borç Ödemede Adalet Şartı

Cenâb-ı Hakk'ın:"adaletle" sözüne gelince, bu şu şekillerde izah edilmiştir:

a) Kâtibin, borcu ne fazla ne de noksan göstermeyecek ve ihtiyaç anında delil olabilecek bir biçimde yazmasıdır.

b) Kâtip, fakîh olursa, borcu, her iki tarafın da lehine olabilecek bir biçimde yazması gerekir. Hatta, taraflardan herhangi birinin, diğerinin kendi hakkını iptal edemiyeceği hususunda emin olabileceği bir biçimde yazması lâzımdır.

c) Bazı fakihler de, âyet-i kerimede geçen kaydından maksadın, "Kâtibin onu, ehl-i ilim arasında "müttefekun aleyh" olacak ve müslüman hâkimlerinden hiçbir hâkim de, müçtehid imamlardan bazısının mezhebine göre onu iptal edebilme imkânını bulamayacak bir tarzda yazması" olduğunu söylemişlerdir.

d) Yazılan şeyden muradın ne olduğu hususunda çekişmeye sevkedecek mücmel ve mübhem lafızlardan kaçınarak, açıkça yazmasıdır. Söylemiş olduğumuz bu hususlara riâyet ancak kâtibin fakîh, müçtehidlerin görüşlerini bilen ve müteşabih lafızları birbirinden tefrik eden bir edîb olması durumunda mümkündür.

Borç Akdinin Yazılması İle İlgili Şartlar

Hak teâlâ'nın: "Kâüp, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin' emrine gelince, bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifâdenin zahiri, yazabilen herkesi, yazmamaktan nehyeder ve yazmayı emreder. Bu hususta şu görüşler ileri sürülmüştür:

a) Bu, farz kılma manasında değil de, evlâ olana sevketme manasında bir emirdir ve manası şudur: "Allahü teâlâ, o kimseye yazmayı öğretip, şer'î hükümleri bilme şerefini nâsib ettiği için, ona yakışan, bu nimetin şükrünü edâ etmek gayesiyle, müslüman kardeşinin mühim işini yazarak yerine getirmesidir. Bu tıpkı Hak teâlâ'nın: "Allah'ın sana iyilik edişi gibi sen de iyilik et." (Kasas, 77) âyeti gibidir. Allahü teâlâ, o kimseye bunları öğreterek faydalandırdığı gibi, o da yazısı ile insanları faydalandırır.

b) Şâ'bî'nin görüşüne göre, yazma farz-ı kifâyedir. Eğer o kimse, bundan başka yazacak kimse bulamaz ise, bu şahsın onu yazması farz-ı ayn olur. Eğer yazabilecek başka kimseler bulur ise, bunu yazmak onlardan sadece birine vâcib olur.

c) Bu, yazabilene farzdır. Ancak bu hüküm, âyetteki "Yazana da, şahidlik edene de asla zarar verilmesin" sözü ile neshedilmiştir.

d) Farz olan, o kimsenin Allah'ın öğrettiği şekilde yazmasıdır. Yani, yazması düşünülmesi durumunda, o kimseye gereken, onu Allah'ın öğrettiği şekilde yazması, hiçbir şartını zedelememesi ve tarafların maksadına zarar verecek bir kayıt düşmemesidir. Çünkü bu şartlara riayet etmeden yazacak olursa, tarafların maksadı yerini bulmaz ve malları ziyan olur. Buna göre yazana sanki şöyle denilmektedir: "Eğer yazacaksan âdil bir biçimde yaz ve Cenâb-ı Hakk'ın itibar ettiği bütün şartlara itibar et."

İkinci Mesele

Âyetteki "Allah'ın, kendisine öğrettiği gibi" ifâdesi ile ilgili iki ihtimal vardır:

1- Bu ifâdenin, kendinden öncesi ile ilgili olması...

Buna göre mana, "Hiçbir kâtip, Allah'ın kendisine öğrettiği kitabetten çekinmesin. Hiçbir kâtibe, Allah'ın öğrettiğinin dışında birşey yazması yakışmaz. O, Allah'ın kendisine öğrettiği yazıyı yazsın."

2- Bunun, kendinden sonrası ile ilgili olması... Buna göre takdir "Hiçbir kâtip yazmaktan çekinmesin" şeklinde olur ve söz burada biter. Bundan sonra Cenâb-ı Allah, "O kâtip, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazsın" buyurmuş olur. Bu durumda birincisi, mutlak mânâda yazmayı emretmek olur. Cenâb-ı Hak bunun peşinden, ona öğrettiği kitabete göre yazmasını emretmiş olur. Bu iki izah, Zeccâc'a aittir.

Kitabette (yazmada)ki ikinci şart, Hak teâlâ'nın "Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın" emridir. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Her nekadar şartların ve kayıtların nasıl yazılacağını bilen birisinin tercih edilmesi yazmada gerekli ise de, yazma işi ancak borçlu kimsenin yazdırması ile tamam olur. "Onun yazdırması" hükmüne, üzerindeki hakkın (borcunun) ne kadar olduğunu, ne olduğunu, nasıl olduğunu ve ne zamana kadar olduğunu ve benzeri şeyleri itiraf etmesi girer. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın" buyurmuştur.

İkinci Mesele

(......) ve (......) kelimeleri aynı mânâya gelir.

Ferrâ, "Ona kitabı yazdırdım" şeklindeki kullanışın, Hicazlılar ile, Esed Kâbilesi'nin kullanışı olduğunu, şeklindeki kullanışın ise Temim ve Kays Kabilelert'nin kullanışı olduğunu söylemiştir. Kur'ân, her ikilügata göre de inmiştir. Nitekim Allahü teâlâ, müşriklerden naklen, "O, sabah akşam kendisine okunuyor (dikte ettiriliyor)" (Furkan, 5) buyurmuştur.

Sonra Cenâb-ı Allah "Rabbi Allah'dan korksun, ondan hiçbir şeyi eksik bırakmasın" buyurmuştur. Bu, üzerinde hak olan (borçlu)ın, üzerindeki borcun ne kadar olduğunu eksiksiz söylemesini ve noksansız olarak vermesini emretmektir.

Daha sonra Hak teâlâ:

"Eğer üstünde hak bulunan (borçlu) bir beyinsiz (cahil) veya bir zâif olur, yahut da bizzat yazdırmaya gücü yetmezse, velisi dosdoğru yazdırsın " buyurmuştur. Bunun mânâsı, "Borçlu kimsenin ikrarı muteber olmadığı zaman, muteber olan, onun velîsinin ikrarıdır. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Şu üç lafzın, yani "sefih", "zaîf" ve "bizzat yazdırmaya gücü yetmeyen" kelimelerinin başına (veyahut) lafzının getirilmiş olması, bunların başka başka şeyler olduğunu gösterir. Çünkü bu, "Borçlu kimsede, bu üç vasfın biri bulunduğu zaman, velisi o borcu dosdoğru yazdırsın" mânâsındadır. Binâenaleyh bu üç lafzın, birbirinden farklı şeyler olması gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, âyet-i kerime'de geçen "sefîh" lafzını, buluğa ermiş kimselerden aklı noksan ve görüşü zayıf; "zaîf" lafzını ise küçük, deli ve bunak manasına hamletmek gerekir. Bunlar tamamen akıldan yoksun kimselerdir.

Bizzat yazdırmaya gücü yetmeyen "kimse" ise, dilsiz olduğu için yazdıramayan veyahut da lehine ve aleyhine olan şeyleri bilemeyen kimse demektir. İşte

Böyle kimselerin, ne yazdırmaları ne de ikrarları sahih olur. Mutlaka onların yerine, bunu yapacak birisinin bulunması gerekir. Bundan dolayı Hak teâlâ, "Velîsi dosdoğru yazdırsın" buyurmuştur ki, bundan murad, bu üç durumdaki insandan herbirinin vetisidir. Çünkü malında tasarruf etmekten şer'an alıkonan sefîh'in velîsi ile, çocuğun velîsi, diğer işleri ikrar ettikleri gibi, borcu da ikrar ederler. Doğru olan görüş budur. İbn Abbas (radıyallahü anh), Mukâttl ve Rebî' ise, âyetindeki "veensad, alacaklının velîsidir. Yani "Alacaklı olanın velisi yazdırsın" demişlerdir ki bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü muteber olsa bile, iddia edenin sözü kabul edilmez. Yoksa, yazmaya ve şâhid tutmaya ne gerek var.

Borç Akdinde Şahit Tutma İşi

Cenâb-ı Allah'ın müdayene'de itibar ettiği işlerden kincisi şâhid tutmadır. Bu "Erkeklerinizden iki de şâhid tutun" âyetinde beyan edilmiştir.

Bil ki, kitabetten maksad, inkâr edilmesi halinde, şâhidler vasıtası ile hakkı alabilmek için şâhid tutmadır. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kelimesi, "şâhid tutun" manasınadır. Nitekim, bu manad denilirmesi manasınadır. Buradaki vezni, ism-i fail manasınadır.

İkinci Mesele

Ayettekifâdesindeki izafet hususunda şu görüşler ileri sürülmüştür:

1- Bu, "sizin dindaşlarınızdan, müslümanlardan" demektir.

2- Bazıları bunun, "hür erkeklerinizden.." manasında olduğunu söylemişlerdir.

3- Bu, "Adaletleri sebebi ile şâhidliğe uygun gördüğünüz kimselerden..." demektir.

Üçüncü Mesele

Şâhidliğin şartları pek çoktur ve fıkıh kitaplarında sayılmıştır. Biz burada, bir tek meseleden bahsedeceğiz. O da şudur: Kadı Şüreyh, İbn Şîrîn ve Ahmed İbn Hanbel'e göre, kölenin şahadeti caizdir. İmâm Şafiî ve İmam Ebû Hanife (r.h)'ye göre ise caiz değildir. Şüreyh'in delili şudur: Bu âyetteki "Erkeklerinizden iki de şâhid tutun" emri köleye de, köle olmayana da şamil olan umûmi bir ifâdedir. Nasstan çıkartılan mana da buna delalet etmektedir.

Bu böyledir, çünkü insanın aklı, dini ve adaleti, yalan söylemesine manî olur. Bu şartlar bir araya geldiğinde, iddia edenin sözü bunlarla kuvvet kazanır. Bu da, o kimsenin hakkının yenmemesine sebeb olur. Akıl, din ve adalet, hürriyet ve kölelik sebebi ile değişmez. Binâenaleyh kölenin şâhidliğinin de makbul sayılması gerekir.

Şâfi'î ve Ebu Hanîfe'nin delilleri ise, "Şâhidler çağırıldıkları zaman kaçınmasın" ifadesidir. Bu ifâde, şâhid olan herkesin, şâhidliği yapacağı yere gitmesinin vâcib olduğunu, gitmemesinin ise haram olduğunu gösterir. Binâenaleyh âyet şâhid olan herkesin, şâhidliği yapacağı yere gitmesinin vâcib olduğuna delâlet edip, icmâ da kölenin gitmesinin vâcib olmadığına delâlet ettiğine göre, kölenin şahit olamaması gerekir. Yapılan bu istidlal güzeldir.

Cenâb-ı Allah'ın, "Erkeklerinizden iki de şâhid tutun" buyruğuna gelince, biz bazı âlimlerin, bunun, "şahadeti edâ etmeye uygun gördüğünüz erkeklerinizden iki de şâhid tutun" manasında olduğunu söylediklerini beyan etmiştik. Bu mânâya göre, kölelerin de buna uygun olduğunu niçin kabul etmiyorsunuz?

Sonra Cenâb-ı Allah "Eğer iki erkek bulunmazsa, bir erkek şâhid ile iki kadın şâhid (yeter)" buyruğundaki (......) ve (......) kelimelerinin merfu oluşu hususunda şu dört izah yapılmıştır:

a) Bu "Bir erkek ile iki kadın (şâhid) olsun" takdirindedir.

b) Bu, "Bir erkek ile iki kadın şâhidlik etsin" takdirindedir.

c) Bu, "O zaman şâhid, bir erkekle iki kadındır" manasındadır.

d) Bu, "Bir erkek ile iki kadın şahadet ederler" mânasındadır. Bu takdirlerin hepsi, mümkün ve yerindedir. Bunları Alî İbn İsâ zikretmiştir.

Şahidde Bulunacak Şartlar

Daha sonra Allahü teâlâ: "Razı olacağınız şâhidlerden" buyurmuştur. Bu, talakla ilgili olan "İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şâhid yapın" (Talak, 2) âyeti gibidir. Bil ki bu âyet, herkesin şâhid olmaya elverişli olmadığını gösterir. Fakîhler şöyle demişlerdir: "Şahadetin kabul edilebilmesinin on şartı vardır. Bunlar şahidin hür, baliğ, müslüman, âdil, neye şahadet ettiğini bilen, bu şahadeti sebebi ile bir menfaat elde etmeyecek veya bir zararı gidermeyecek olan, fazla yanılma özelliği ile tanınmayan, kişilik sahibi ve aleyhine şahadet ettiği kimse ile bir düşmanlığı bulunmayan bir insan olmasıdır."

Daha sonra Hak teâlâ "Böylece kadınlardan biri unutursa, öbürü ona hatırladır" buyurmuştur. Bunun mânâsı şudur: Kadınların yapılarında, burûdet ve rutubetin çok olmasından ötürü, unutma kadınların genel karakteri olmuştur. İki kadının birden unutması, birinin unutmasından aklen daha uzak bir ihtimaldir. İşte bundan dolayı, biri unuttuğunda, diğeri kendisine hatırlatsın diye iki kadın bir erkeğe bedel sayılmıştır. Âyetten maksad da işte budur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, hemzenin kesresi ile âyeti, (Eğer unutursa) şeklinde; buradaki lafzımda, şeddeli ve merfu olarak (Ona hatırlatır) şeklinde okumuştur. Bu, şartın cezasıdır. Buna göre fiili cezm mahallindedir. Fakat muzâf bir fiil olduğu için, cezm hali açıkça görülmemektedir. fiili ise merfûdur, çünkü "ceza" cümlesinin sonrası mübtedâdır. Diğer kıraat imamları ise, hemzenin fethası ile âyeti, (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kıraatin şu iki izahı vardır:

a) Bu, (unutursa diye) takdirindedir. Buna göre, buradaki lam harf-i cerri hazfedilmiştir.

b) Bu "unutacağı düşüncesiyle.." takdirindedir.

Buna göre eğer, "Şâhid tutmak, saptırmak için değil de hatırlatmak için olduğuna göre, bu söz nasıl doğru olur?" denilirse, biz deriz ki:

Burada iki maksat vardır:

a) Şahit tutmak. Bu da ancak, iki kadından birisinin diğerine hatırlatmasıyla mümkün olur.

b) Erkeğin kadına üstün kılınmış olduğunun izahı. Bu da, iki kadının bir erkeğin yerine geçmesinin, hükümdeki adaletin ancak böyle temin edileceğini beyân etmek içindir.. Bunu sağlamak da, ancak kadınlardan birisinin unutması halinde meydana gelir. Şahit tutmak ile erkeğin kadından üstün olduğunu beyân etmek kastedilip, bu da ancak iki kadından birisinin unutması, diğerinin de ona hatırlatması durumunda mümkün olunca, hiç şüphesiz bu iki husus elde edilmek istenen netice olmuş olur (matlûb). Bu, bu konuyu yazarken bu sorunun cevabı olarak hatırıma gelen husustur. Bu hususta ayrıca nahivcilerin de, benim şahsen güzel bulmadığım başka cevaptan da vardır.. Bunlar, kitaplarda yazılıdır. Allah en iyisini bilendir.

İkinci Mesele

Hak teâlâ'nın "Kadınlardan biri unutursa" ifâdesindeki "dalâl"in hangi manaya geldiği hususunda şu iki izah yapılmıştır

a) Bu, unutmak anlamındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Uydurmakta oldukları şeyler, onlardan ayrılıp gayb oldu" (Enam, 24). yani "gitti" buyurmuştur.

b) Bunun mânâsı, kişinin yolu şaşırmasıdır. Bu iki izah, birbirine yakındır.

Ebu Amr ise, Arapça'da "dalâl"in manasının "kaybolmak", "yitmek" olduğunu söylemiştir.

Üçüncü Mesele

Nâfi, İbn Âmir, Âsim ve el-Kisa Hamza şeddeli ve merfû olarak ibn Kesir ve Ebu Amr ise, şeddesiz ve nasb ile (......) şeklinde okumuşlardır. Gerek (......), gerekse (......) kelimelere (......) kelimeleri gibi, aynı manada kullanılırlar. Fakat, şeddeli olarak kullanılmaları daha fazladır. Nitekim Hak teâlâ: "Hatırlat, sen ancak bir hatırlatıcısın" (Gâşîye. 21) buyurmuştur. Bu kelimeyi şeddesiz olarak okuyanlar, onu (......) babından olarak okumuşlardır. Süfyân İbn Uyeyne'den rivayet edilen durum hariç, bütün müfessirler hatırlatma manasına gelen bu "tezkir" ve "izkâr"ın unutmadan dolayı olduğu görüşündedirler. Süfyan İbn Uyeyne ise (......) şeklinde okuyarak, bunun mânasının da, "onlardan biri diğer kadımda zikreder, hatırlatır" şeklinde olduğunu söylemiştir. Buna göre mâna, "O iki kadının yapacakları şahadetin toplamı, bir erkeğin şahadeti gibidir" şeklinde olur. Bu görüş, Ebu Amr İbn el-Alâ'dan da rivayet edilmiştir. el-Alâ şöyle der: "Kadının birisi şahadet edip, diğeri de gelerek onunla beraber şahadette bulunduğunda, o ona hatırlatmış olur... Çünkü bu iki kadın bir erkeğin yerine geçmiş olurlar."

Bu görüş, bütün müfessirlerin ittifakıyla bâtıldır. Bunun zayıf olduğuna şu iki husus da delâlet eder:

a) Kadınların sayısı ne olursa olsun, içlerinde bir erkek bulunmazsa, onların şahadetleri caiz olmaz. Durum böyle olunca, ikinci kadın birincisine hatırlatmamış olur.

b) Hak teâlâ'nın, sözü, O'nun ifâdesinin mukabili olarak zikredilmiştir. Binâenaleyh, "ed-dalâl" sözü, unutma ile tefsir edilince, hatırlatma da, nisyânın zıddı olarak tefsir edilmiş olur.

Daha sonra Hak teâlâ: "Şâhitler çağırıldıkları zaman kaçınmasın" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyetin tefsiri hususunda şunlar söylenmiştir:

a) En doğru olan bu görüşe göre, Hak teâlâ şahadette bulunacak olan kimseyi, hak sahibinin, onun şahadetine ihtiyaç duyduğunda şahadette bulunmamaktan nehyetmiştir.

b) Bundan maksat, mutlak anlamda şahadeti üstlenmektir. Bu, Katâde'nin görüşüdür ki, Kaffâl da bunu tercih ederek şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak kâtibe, yazmaktan kaçınmamasını emrettiği gibi, şahide de, şahadeti üstlenmekten kaçınmamasını emretmiştir. Çünkü bunlardan her biri (şehâdet ve kitabet), birbirleriyle ilgilidir. Bu iki şey bir arada olmazsa, haklar zayi olabilir.

c) Bundan murad, başkası bulunmadığı zaman şahadeti üstlenmektir.

d) Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. Buna göre bundan maksat, iki şeyin tamamıdır. Yani, ilk defa şahadeti üstlenmek ikinci olarak da onu yerine getirmektir.

Gerektiğinde Şahitlik Etmenin Lüzumu

Birinci görüşte olanların delilleri şunlardır:

1- Hak teâlâ'nın, "Şâhidler çağırıldıklan zaman kaçınmasın" emri, onların şâhid olmalarının takdimini gerektirir. Bu da fiilen ancak, şahadet îfa edilirken mümkün olabilir. Şahadeti üstlenme zamanı, onların şâhid olmaları zamanından önce bulunamaz.

Buna göre şayet, "Bu, Hak teâlâ'nın, "Erkeklerinizden iki de şâhid tutun" buyruğu ile müşkillik arzeder. Nitekim Cenâb-ı Hak, yazmazdan önce de kâtibi, kâtip olarak adlandırmıştır" denilirse, biz deriz ki:

Bizim zikretmiş olduğumuz delil, bu âyette zaruret sebebiyle zikredilmemiştir. Binâenaleyh, bunu, zaruret illetinden dolayı o âyette terketmemiz caiz olmaz.

2- Hak teâlâ'nın, "Şâhidler çağırıldıkları zaman kaçınmasın" emrinin zahiri, şahadetten kaçınmayı nehy; bilfiil şahadette bulunmayı emirdir. Bu da, herkes hakkında vücub ifâde eder. Şahadeti üstlenmenin herkese vâcib olmadığı, bilinen bir husustur, Binâenaleyh bunu, o mânaya hamletmek caiz değildir. Şahadeti üstlendikten sonra onu bilfiil edâ etmek ise herkese farz ve Hak teâlâ'nın "Şâhidliği gizlemeyiniz" ( Bakara, 283) buyruğu ile de te'kid edilmiştir. Binâenaleyh bu daha evlâdır.

3- Şâhid tutmayı emretme, bazı bakımlardan şahide bu şâhidliği üstlenmeyi emretmeyi ifâde eder. Binâenaleyh böylece şahadeti üstlenmeyi emretme işi, Hak teâlâ'nın, "Erkeklerinizden iki de şâhid tutun" emrinin hükmüne girer. Bundan dolayı âyetteki "Şâhidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar" buyruğunu, başka bir mânâya hamletmek gayesi ile, şahadeti bilfiil yerine getirmeyi emretme manasına vermek gerekir. Bu sebeble, bu daha evlâ olur. Yaptığımız izah ile, âyetin, şahidin şâhidliğe çağrıldığında, şahadetten kaçınmamasının farz olduğuna delâlet ettiği ortaya çıkmış olur.

Bil ki, şâhid ya belli bir kimsedir, veyahut da buna şâhid olan birçok insan vardır. Eğer şâhid belli birisi ise, bu kimsenin şahadeti ifâ etmesi farz olur. Eğer birçok insan buna şâhid olabilecek ise, bu şahadet o zaman farz-ı kifaye olur.

Bu âyetin, kölenin şahadetinin caiz olmadığınadelâlet ettiğini yukarıda açıklamıştık. Binâenaleyh burada aynı mevzuyu tekrar etmiyoruz.

Şâfi'î (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bir şahid ve yemin ile hüküm vermek caizdir." Ebu Hanife (radıyallahü anh) ise bunun caiz olmadığını söylemiştir. Ebu Hanife, bu âyeti delil getirerek şöyle demiştir: "Allahü Teâlâ iki erkek şâhid bulunmadığı zaman, bir erkek ve iki kadının şâhid olacaklarını özellikle belirtmiştir. Binâenaleyh tek bir şâhid ve yemin ile yetinmeyi caiz görürsek, Allah'ın bu belirlemesi bâttl olmuş olur."

Şâfi'î (radıyallahü anh)'nin delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir şâhid ve yemin ile hükmetmiş olmasıdır. Bu husustaki geniş izah, fıkıh hilâfiyat kitaplarında vardır.

Birinci Mesele

Bil ki, Allahü Teâlâ, borçla alış veriş yaparken önce yazmayı, sonra da şâhid tutmayı emredince, bunu İkinci defa te'kid yollu tekrar ederek, yazmayı yeniden emretmiş ve "Az olsun, çok olsun, o borcu vadesi ile birlikte yazmaktan üşenmeyin" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

(......) bıkmak, canı sıkılmak ve usanmak manasınadır. "o şeyden usandım" denilir. Âyetten maksad, borç ister az ister çok olsun, insanları yazmaya teşviktir. Çünkü bu ihtiyata göre, mal az da olsa çok sayılır. Zira az mal sebebi ile meydana gelen münakaşalar, çoğu kez büyük fesatlara ve tehlikeli olaylara götürür. İşte Hak teâlâ, bundan dolayı, borç alınan mal az olsun çok olsun yazmayı emretmiş, böylece de "üşenmeyin" yani, "Bıkmayın, eğer bıkar ve yazmayı bırakırsanız sonra pişman olursmunuz" buyurmuştur.

Buna göre, "Bu emre, çok az şeylerin borç alınmasında da yazma dahil midir?" denilir ise, biz deriz ki: Hayır. Çünkü bu örfe bırakılmıştır ve örten önemsiz şeyler yazılmaz.

İkinci Mesele

Âyet-i Kerime'deki, sözünün mahalli, şu iki şeyden dolayı mansubtur:

a) Onu, te'vii-i masdara çevirmek. Buna göre takdirişeklinde olur.

b) Başındaki harf-i cerr hazfedildiği için... Buna göre, âyetin takdiri şeklindedir.

Üçüncü Mesele

Âyetteki (......) sözündeki mef'ul (hû) zamiri mutlaka daha önce geçen bir şeye râcîdir. O geçen şey de, ya "deyn" (borç), veyahut da "hak" kelimeleridir.

Dördüncü Mesele

Bu ifâde, her iki fiil de yâ harfi ile şeklinde de okunmuştur.

Sonra Hak teâlâ:

"Bu, Allah yanında adalete daha uygun, şâhidlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenizi daha çok temin edicidir" buyurmuştur. Bil ki, Cenâb-ı Allah, yazma işinin şu üç faydası olduğunu beyân etmiştir:

Birinci fayda: "Bu, Allah yanında adalete daha uygun" sözüdür. Bu ifâdedeki (......) kelimesindeki (......) ism-i işaretinin neye işaret ettiği hususunda şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Bu, Hak teâlâ'nın, masdar mânâsında olan (......) ifâdesine işarettir. Yani, "Bu yazmanız adalete daha uygundur" demektir.

b) Kaffâl (r.h), bunun "size emrettiğim bu yazma ve şâhid tutma işi, isteyenler içindir" manasında olduğunu söylemiştir. Âyetteki vasfı, "Allah katında daha âdildir" manasındadır. (......) kelimesi isim, (......) kelimesi ise masdardır. Kişi âdil olduğu zaman "Falanca, hükmetmesinde âdil oldu, o âdildir" denilir. Nitekim Hak teâlâ, "Allah, şüphe yok ki âdil olanları sever" (Hucurat, 9) buyurmuştur. Yine birisi zulmettiğinde "O, zalimdir" denilir. Nitekim Hak teâlâ "zulmedenlere gelince, onlar cehenneme odun oldular" (Cin, 15) buyurmuştur. Bu, Allah yanında adalete daha uygun olmuştur, çünkü borç yazılınca hakka ve doğruya yakın, cehalet ve yalandan da o nisbette uzak olmuş olur. Böylece de bu, Allah, katında adalete daha uygun olur. Bu, Hak teâlâ'nın: "Onları babalarına nisbetle çağırın. Bu, Allah indinde daha doğrudur." Yani daha âdil ve sizin onları babaları olmayan kimselere nisbet etmenizden gerçeğe daha uygundur (Ahzab, 5) âyeti gibidir.

İkinci fayda, âyetteki "şahidlik için daha sağlam" sözüdür. Buradaki (......) kelimesinin mânâsı, eğriliğin zıddı olan, dosdoğru olmadır. Çünkü dosdoğru olan şey, eğri büğrü olan şeyin zıddıdır.

Buna göre şayet, "Âyetteki ve ism-i tafdilleri, neden bina edilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Sibeveyh'e göre, bunların laiillerinden olmaları mümkün olduğu gibi, ism-i tafdilinin İsm-i failinden (......) kelimesinin (......) kelimesinden olmaları da mümkündür.

Bil ki kitabetin (yazmanın), şâhidlik için daha sağlam olması, yazmanın hatırlama ve hıfzın bir sebebi olmasından dolayıdır. Böylece bu, doğruya daha yakın olmuş olur. Birinci fayda ile ikinci fayda arasındaki fark şudur: Birincisi, Allah'ın rızasını elde etme, ikincisi ise dünyevî menfaati sağlama ile ilgilidir. Dinin, dünyaya tercih edilmesi gerektiğini ihsas ettirmek için, birinci fayda ikinciden önce zikredilmiştir.

Üçüncü fayda, âyetteki "şüpheye düşmemenizi daha çok temin edicidir ifadesidir. Yani, "Bu, tarafların kalblerinde şek ve şüphenin zail olmasına daha uygundur" demektir. İlk iki fayda ile, bu üçüncüsü arasındaki fark şudur: İlk ikisi, menfaatin elde edilmesiyle ilgilidir. Bunlardan birincisi dinî, ikincisi de dünyevî menfaatin elde edilmesine işarettir. Üçüncüsü ise, insanın hem kendisinden, hem de başkasından zararı defetmesine işarettir.

İnsanın kendisinden zararı defetmesi şu şekilde olur: O, bu sayede, bu işin nasıl olduğunu ve söylediği şeyin doğru mu yanlış mı olduğunu kafasına takmaz. Başkasından zararı gidermesi de şu şekilde olabilir: Bu kimse, onun bazan yalan söylediğini ve hatalı davrandığını düşünebilir; Böylece de gıybet ve iftira günahına düşebilir. Bunlar, ne güzel faydalar ve ne âdii hükümlerdir. Ne güzel de sıralanmışlardır!

Sonra Allahü Teâlâ: "Ancak aranızda devredeceğiniz ve peşin yaptığınız bir ticaret olursa, bu müstesna.." buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Buradaki, istisna edatı ve istisnası hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bu, istisnâ-ı muttasıldır.

b) Bu, istisnâ-ı munkatî'dır.

İstisnâ'ı muttasıl sayılması durumunda şu iki izah yapılmıştır:

1- Bu istisna, "Belirlenmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın" cümlesinden yapılmıştır. Çünkü borç karşılıklı alışveriş etmek, bazan yakın bazan uzak bir müddet için olur. Cenâb-ı Hak, borçla alış-veriş ederken yazmayı emredince, bu hükümden, yakın zamanlı olanı istisna etmiştir. Buna göre âyetin takdiri:

"Belirlenmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın, ancak mühlet yakın ise bu müstesna" şeklindedir ki bundan murad peşin yapılan ticarettir.

2- Bu istisna, âyetteki, "Az olsun, çok olsun o borcu vâdesi ile yazmaktan üşenmeyin" kısmından yapılmıştır. Buradaki istisnanın munkatı' sayılması halinde ise, âyetin takdiri: "Fakat o, aranızda devredeceğiniz ve peşin yaptığınız bir ticaret olursa, onu yazmamanızda size bir vebal yoktur" şeklinde olur. Buna göre, istisna cümlesi müste'nef (yeni) bir cümle olmuş olur. Cenâb-ı Allah, insanlar arasında çokça yapıldığı için, bu tür ticarette yazmamaya ve şâhid tutmamaya müsaade etmiştir. Eğer bu şekildeki ticarette yazma ve şahid tutma şart kılınmış olsaydı, bu insanlara güç gelirdi. Çünkü alış-veriş yapanlardan herbiri, hakkını karşı taraftan aynı anda ve yerde aldıkları zaman bir inkâr etme korkusu olmaz. Bundan dolayı da yazmaya ve şahid tutmaya gerek yoktur.

İkinci Mesele

Âyetteki kısmındali ile ilgili iki görüş vardır:

1- Bu, bizim âyetinin tefsirinde bahsettiğimiz gibi, "meydana geldi, vâkî oldu" manasında olan dır.

2- Ferrâ şöyle demiştir: "Dilersen sen onu, nakıs fiil olan kabul edersin ki bu durumdaifâdesi onun ismi kısmı da haberi olur. Buna göre âyetin takdiri: "Onun, aranızda cereyan eden peşin bir ticaret olması müstesna..." şeklinde olur."

Üçüncü Mesele

Âsım, "ticaret" kelimesini, mansub olarak (......) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, merfû olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Mansub okunuş, kelimenin (......) fiilinin ismi sayılmasına göredir. Bu durumda (......) için bir isim takdir etmek gerekir. Bunun da birkaç şekli vardır:

1- Bunun takdir"O ticaretin, peşin yapılan bir ticaret olması müstesna..." şeklindedir. Buna benzer bir şekilde şâir şöyle demiştir:

"Esedoğulları, o gün, parlak yıldızlı bir gün olduğu zaman bizim belâmızı biliyor musunuz?" takdirindedir.

2- Bunun takdiri, "iş ve durumun, peşin bir ticâret olması müstesna.." şeklindedir.

3- Zeccac, bunun takdirinin "Borçlanmanın peşin bir ticaret olması müstesna..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Ebû Ali el-Fârisî, bu takdirin caiz olmadığını, çünkü borçlanmanın peşin bir ticaret olamayacağını söylemiştir.

Ebû Ali'ye şöyle cevap verilebilir: Borçlanma bir saat mühlet için olursa, onu peşin ticaret saymak mümkündür. Çünkü insan bir elbiseyi, bir saat sonra parasını vermek üzere alırsa, bu hem bir müdayene (borçlanma), hem de peşin bir ticaret olur. Âyetteki "ticaret" kelimesinin merfû okunuşunun izahı ise, ikinci meselede yaptığımız izahın aynısıdır. Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Ticaret, kazanç sağlamak için, ister peşin olsun, ister veresiye olsun, malda tasarrufta bulunmaktan ibarettir. Meselâ Adam ticaret yaptı, o tacirdir " denilir. Bil ki, alış-veriş, ister borç mukabili, isterse mal mukabili olsun, bu peşin ticaret sayılır. Buna göre Hak teâlâ'nın: "Peşin yaptığınız bir ticaret olursa, bu müstesna" istisnasını zahirî mânâsına hamletmek mümkün değildir. Aksine âyette bahsedilen ticaretten murad, kendisinde ticaret yapılan şey demektir. Bu şeyin, insanlar arasında devretmesinin, dönüp dolaşmasının manası ise, insanların o şey hususunda elden ele peşin muamele yapmalarıdır.

Sonra Hak teâlâ O zaman bunu yazmamanızda size bir vebal yoktur" buyurmuştur. Bu, "Yazmayı bırakmada size bir zarar yoktur ve bundan dolayı size günah olmaz" manasındadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, bunun günah olduğunu murad etmiş olsaydı, bu yazma onlara farz olurdu ve alacaklı da yazmadığı için günaha girmiş olurdu. Halbuki böyle değildir. Çünkü yukarıda da anlattığımız gibi, yazmamada bir zarar söz konusu değildir.

Sonra Cenâb-ı Hak: "Alış-veriş yaptığınız zaman da şâhid tutun" buyurmuştur. Müfessirlerin çoğu şöyle demişlerdir: "Bundan murad şudur: Hernekadar peşin ticarette yazma işi onlardan kaldırılmış ise de, şâhid tutma kaldırılmamıştır." Çünkü yazma olmaksızın şâhid tutma daha az zordur. Bir de bunda, ihtiyaç duyulduğunda "unutma"dan endişe edilmez. Bil ki bu emirden maksad, insanları ihtiyatlı olana sevketmektir.

Daha sonra Allahü teâlâ: "yazana da şâhidlik edene de asta zarar verilmesin" buyurmuştur. Bil ki bunun, kâtip ve şahidi, alacaklı olana zarar vermekten nehiy manasına gelmesi muhtemeldir. Kâtibin zarar vermesi, borcu fazla veya noksan yazması veyahut da yazarken ihtiyatı terketmesi sebebiyle olur. Şahidin zarar vermesi ise, ya şâhidliği hiç yapmama veya işe yaramaz bir şekilde şâhidlik etmesi ile olur. Yine bunun, hak sahibi kâtibe ve şahide, onları zarara sokmak veya mühim işlerinden alıkoymak suretiyle, zarar vermekten nehyi ifâde etmesi de muhtemeldir. Birincisi müfessirlerden ekserisi ile, Hasan el-Basrî, Tavus ve Katâde'nin görüşüdür. İkincisi ise İbn Mes'ud, Ata ve Mücâhidin görüşüdür.

Bil ki her iki ihtimal de Arapça açısından mümkündür. Bu iki ihtimal, âyetteki fiilindeki idğama dayanır. Birinci ihtimal, kelimenin aslının, ilk râ harfinin kesresi il şeklinde olmasına dayanır. Buna göre kâtip ve şâhid, zararın faili olurlar. İkinci ihtimal ise, kelimenin asılının, birinci râ harfinin fethası ile şeklinde meçhul olmasına dayanır. Buna göre kâtip ve şâhid zararın mef'ûlü (nâib-i faili) olmuş olurlar. Bu âyetin bir benzeri de Bakara süresindeki, Anne çocuğu yüzünden zarara uğratılmasın" (Bakara. 233) âyetidir. Biz, o âyeti tefsir ederken bu lafzı iyice açıklamıştık.

Zikrettiğimiz bu iki ihtimalin delili, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in bu ifâdeyi idğamsız ve birinci râ'nın kesresi ile şeklinde; İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın ise yine idğamsız, fakat birinci râ'nın fethası ile (......) şeklinde okumuş olmalarıdır.

Zeccâc birinci görüşü tercih etmiş ve buna, âyetteki "Bunu yaparsanız, o sizin için bir uskur" buyruğu ile istidlal ederek, şöyle demiştir: "Fısk isminin, alacaklının hakkının tamamen zayi olması için yazıyı tahrif eden kâtip ile şâhidliği yapmayan kimseye verilmesi, kâtip ile şahide zarar veren kimseye verilmesinden daha uygundur. Bir de Hak teâlâ, şâhidlik etmekten kaçınan kimseler hakkında, "Kim onu gizlerse, hakikaten onun kalbi günahkârdır" buyurmuştur ki fâsık ile günahkârın mânâsı, birbirine yakındır.

İkinci ihtimali savunanlar ise şu şekilde delil getirmişlerdir: "Eğer bu kâtip ile şahide bir hitap olsaydı, o zaman bunun, "Siz ikiniz eğer bunu yaparsanız, o sizin için bir fısktır" şeklinde olması gerekirdi. Bu borçla alış-veriş yapanlara bir hitap olduğu için, zarar vermekten nehyolunanfar onlardır." Allah en iyisini bilendir.

Sonra Cenâb-ı Allah "(Bunu) yaparsanız, o sizin için bir fısktır" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılır:

1- Bu ifâdenin, sadece bu borçlanma mevzuu ile ilgili olması muhtemeldir. Buna göre mana, "Eğer nehyettiğimiz bu zararı verirseniz..." şeklindedir.

2- Bu ifâde, bütün mükellefiyetler hakkında umûmîdir. Buna göre mana, "Eğer yasakladıklarımızdan birini yapar veya emrettiklerimizden birini terkederseniz, bu sizin için bir fısktır " yani "Allah'ın emrinin ve taatının dışına çıkmadır" şeklinde olur.

Sonra da Cenâb-ı Hak, yani "Burada sizi sakındırdığı zarar verme hususunda Allah'tan korkunuz" buyur

Sonra Allahü teâlâ:"Allah size öğretiyor" yani, "Allah size, dinî hususlarda güzel ve hoş olan şeyleri öğrettiği gibi, dünyevî hususlarda güzel ve ihtiyatlı olan şeyleri de öğretiyor" demektir. Allah'ın, "Allah herşeyi hakkıyla bilendir" buyruğu, Allahü teâlâ'nın dünya ve âhiretin bütün faydalarını bildiğine işarettir.

282 ﴿