283

"Eğer yolculukta olur ve bir yazıcı da bulamazsanız, o zaman (borçludan) alınacak rehinler (yeter). Eğer birbirinizden emin olmuşsanız, kendisine inanılan adam (borçlu), Rabb'i Allah'tan korksun ve emanetini ödesin. Şâhidliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, hakikaten onun kalbi günahkârdır. Allah ne yaparsanız hakkıyla bilendir" .

Bil ki Allahü teâlâ, bu âyette alış-verişleri üç kısma ayırmıştır; yazı ve şâhid tutarak, alınan bir rehin mukabili olarak, bir de karşılıklı güvenle yapılan alış-veriş etme. Cenâb-ı Hak, önceki âyetin sonunda yazmayı ve şâhid tutmayı emredip, bu hususun çoğu zaman ya yazacak birisinin bulunmaması, veyahut da yazacak kimse bulunsa bile yazacak malzemenin bulunmaması sebebi ile, yolculuk esnasında imkânsız olabileceğini bildirince, işi sağlama almaya dayanan başka bir alış veriş şekli zikretmiştir ki, bu da rehin almadır. Tefsirini yaptığımız âyetin, önceki âyetlerle irtibatı budur. Bu yof, yazma ve şahid tutma ile olandan daha ihtiyatlı bir yoldur.

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Sefer (Yolculuk) Kelimesi Hakkında

Biz, (......) kelimesinin nereden iştikak ettiğini, (Bakara, 184) âyetinin tefsirinde zikretmiştik. Burada tekrar ele alacağız. Dilciler şöyle muştur. Yahud bu ifâde de, umûmî bir ifâdedir ve mânâsı, "Allahü teâlâ'nın bütün emir ve yasakları hususunda Allah'tan korkun" şeklindedir. demişlerdir: "Bu kelime, ortaya çıkma manasına gelir. Meselâ "sifr" kelimesi, kitap demektir. Çünkü kitap birşeyi ortaya kor ve izah eder. Yolculuğa da "sefer" denmiştir. Çünkü yolculuk insanların huyunu huşunu ortaya çıkarır, veyahut da insan, gölgeliğinden sahraya çıktığında, herkesçe görülebilir. Veyahut da insan sahraya çıktığında, evi boş ve muhafazasız kalır. Tan ağardığında (sabah ortaya çıktı); kadın peçesini açtığında "Kadın yüzünü açtı" yani "insanlara göründü" denilir. Yine, kalbte olan niyet ortaya çıktığında (......) kadın bir yeri süpürdüğü zaman denilir süpürme manasınadır. Çünkü sen bir yeri süpürdüğünde, toz altında kalan şeyleri ortaya çıkarmış olursun. Rüzgâr yaprakları süpürüp götürdüğünde (......) denilir. Güneşin batmasından sonra, gündüzden arta kalan beyazlığa da, açık olduğu için (......) denilir.

Rehin Kelimesi Hakkında

"Rehin" kelimesinin asıl manası devamdır. Birşey devamlı hale geldiği denilir. Devamlı olan nimete de denilir.

Bu asıl mânâyı anladığında biz deriz ki, âyetteki "rehin" kelimesi (mef'ûl-ü mutlak) masdardır. Birşeyi, birisinin yanında koyduğund dersin. Nitekim şâir:

"Benimle karşılıklı rehinleşir (rehinleşmede yarışır) ve, bana oğullarını rehin bırakır; söylediğime karşılık, ben de oğullarımı ona rehin bırakırım."

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Masdarlar (mef'ûl-ü mutlaklar), bazan mef'ûl-ü mutlak olmaktan çıkar, isim (mef'ûl'ün bih) olurlar. Böylece de fiil onda mef'ûlü mutlak olarak amel etmez. Buna göre, mesela sen "Zeyd'in yanına bir rehin bıraktım" dediğin zaman, bu cümlende (......) kelimesi mef'ûl-ü mutlak olarak değil, mef'ûlün bih olarak mansub kılınmıştır. Nitekim bu aynen, "Zeyd'in yanına bir elbise rehin bıraktım" demen gibidir. Bu kelime, bu şekilde mefûlün bih kılınınca, isimler gibi cemî kılındı. Bu, veşeklinde cemî olur. Meselâ A'şâ'nın şu beyti şeklinde cemîlenmiştir.

"Ona, oğullarımdan hiçbirini rehin olarak vermeyeceğim Çünkü o da, daha önce ifsad etmiş olanlar gibi, oğullarımı ifsâd eder.."

Bu'âys de şöyle demiştir:

"Aden önünde gecelediği halde, Suâd uzaklaşıp gitti; ve onun yanındaki rehinlere de, senden önce el konuldu."

Bizim sözümüzün bir benzeri (......) gibi kelimelerdir. Zeccâc (......) veznini kalıbında cemi olarak getirilmesi azdır" demiştir. Ferrâ, (......) kelimesinin cem'inin (......) kelimesinin ceminin dolduğunu söylemiştir. Böylece (......) kelimesi, "cem'u'l-cem" (çoğulun çoğulu) olmuş olur. Bu, Arapların tıpk tabirleri gibidir. Bazı kimseler de Ferrâ'nın bu görüşünün aksini savunarak (......) kelimesinin cem'inin (......) kelimesinin cem'inin de olduğunu söylemişlerdir.

Bil ki, bu iki görüş birbirleriyle bir çelişki teşkil edince, bunların her ikisine de itibar edilmez. Özellikle Sibeveyh, cem'u'l-cem'in daima aynı olmadığı, aynen gelmeyeceği görüşündedir. Binâenaleyh, ancak üzerinde ittifak edilen şeyi söylemek gerekir. (......) kelimesinin, (......) kelimesinin çoğulu olmasına gelince, bu açık olan kıyasî bir çoğuldur. Meselâ elim ellerinde olduğu gibi.

Üçüncü Mesele

İbn Kesir ile Ebu Amr, râ ve hâ harflerinin dammesiyle (......) şeklinde okumuşlardır. Yine bu iki zatın bu kelimeyi, râ'nın ötresi, hâ'nın da sükûnu ile (......) şeklinde okudukları da rivayet edilmiştir. Diğer kıraat imamları ise (......) şeklinde okumuşlardır. Ebu Amr, "lafzının ancak atlar hakkında kullanıldığını biliyorum. İşte bundan dolayı, atlar hakkında kullanılan bu kelimeyle (......) kelimesinin cem'i olan (......) kelimesinin arasını ayırmak için (......) şeklinde okunmuştur" demiştir.

Ebu Amr'ın kıraati ise, râ harfinin ötresi ve hâ'nın de sükûnuyla şeklindedir. Ahfeş, bu şekilde okumanın güzel olmadığını; çünkü vezninin şeklinde cemi yapılmasının şaz bir durum olup çok az rastlandığını söylemiştir. Nitekim, kâf harfinin bazan dammesi, bazan da sükûnuyla, v; hurma hakkındai şeklinde söylenmektedir.

Dördüncü Mesele

Âyette bir hazf bulunmaktadır. Dilersek bu ifâdeyi mübtedâ kabul eder, haberi de takdir ederiz. Buna göre kelamın takdiri, "O takdirde, alınmış rehinler şâhidlerin yerine geçer" şeklinde olur. Veya, bu iki kelimenin yerine geçecek olan "O kimseye, alınacak rehinler gerekir, vardır" takdiri yapılır. İstersek de bu kelimeyi haber sayıp, mübtedâsını takdir ederiz. Buna göre takdir "Belge, alınacak rehinelerdir" şeklinde olur.

Beşinci Mesele

Bugün fukahâ, ister yolcu (seferî) ister mukîm olsun yine ister yazıcı bulunsun ister bulunmasın, ikisinin de hükmünün aynı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Mücahid, âyetin zahirine dayanarak rehnin sadece seferde caiz olabileceği görüşündedir. Bugün, Mücahidin görüşüyle amel edilmemektedir.

Âyetteki "sefer.." kaydı, genel durum göz önüne alınarak getirilmiştir. Bu Hak, Teâlâ'nın tıpkı, "Eğer endişe ederseniz, namazdan kısaltmanızda size bir vebal yoktur.." (Nisa. 101) âyeti gibidir.Halbuki âyette bahsedilen korku, seferde farz namazların kısaltılabilmesinin şartından değildir.

Altıncı Mesele

Rehn ile ilgili meseleler çoktur. Müşâ' (taksim edilmemiş ortak şey ve arazi)'nin rehn olarak verilmesinin caiz olmayacağını söyleyen kimseler, bu âyet-i kerimenin "rehnin ele geçmesinin (makbûd olmasının) farz olduğuna" delâlet ettiğini söyleyerek, istidlalde bulunmuşlardır. Akıl da buna delâlet eder. Çünkü rehin almaktan maksat, alacaktı tarafın, verdiği şeyin inkâr edilmeyeceğine dair güven içinde olması, buna dair teminat almasıdır. Bu ise ancak, "kabz" (ele almak, ele geçirmek) ile mümkün olur. "Müşâ"' olan şeyin ise ele geçmesi, (makbûd olması) mümkün değildir. Binâenaleyh, müşâ'ın rehn olması gerekir.

Sonra Hak Teâla "Eğer birbirinizden emin oimuşsanız, kendisine inanılan adam (borçlu) emanetini ödesin.." buyurmuştur

Bil ki bu, âyet-i kerimede zikredilen alış-veriş şekillerinin üçüncüsüdür. Bu da, güvene dayanarak yapılan alış-veriştir (bey'u'l-emâne). Yani, kendisinde yazı, şâhid ve rehin olmayan alış-veriş şekli... Bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bir kimse bir kimseye güvenip ondan endişelenmediğine denilir. Nitekim Hak teâlâ:

"Bundan önce kardeşi Yusuf'u size emniyet ettiğim gibi hiç onu size emniyet edebilir miyim?" (Yusuf. 64) buyurmuştur. Buna göre Hak teâlâ'nın: O sözünün mânâsı, "O hak sahibi, borçlu kimsenin hainlik edip inkâr edeceğinden bir endişeduymazsa yani, "borç veren kimsenin nazarında emîn ve güvenilir bir kimse olan o borçlu kişi, borcunu ödesin. Borcunu edâ edeceği ve hakkını ona vereceği hususunda, hak sahibinin hakkındaki hüsnü zannına muhalefet etmesin!.." demektir. Nitekim: "ondan emin oldum; o kendisinden emin olunulan kimsedir; ona güvendim, o güvenilen bir kimsedir " denilir.

Sonra Hak teâlâ: "Rabb'i olan Allah'tan korksun" buyurmuştur. Yani, borçlu kimsenin Allah'tan korkması ve borcunu asla inkâr etmemesi gerekir. Çünkü borç veren kimse, alacağı hususunda o kimseye güvenip, ondan herhangi bir yazı isteme, şâhid tutma ve rehin alma gibi vesikalar taleb etmeksizin ona güzel bir şekilde davranınca, bu borçlu kimsenin de Allah'tan sakınması, borcunu inkâr etmeme ve zamanı geldiğinde de onu ödeme hususlarında alacaklıya aynı şekilde güzel muamelede bulunması gerekir.

Âyet hakkında başka bir görüş de şudur: Bu ifâde, malını eksiksiz aldığında, rehn alan kimseye, almış olduğu rehni geriye vermesiyle ilgili olan bir hitaptır. Çünkü aldığı rehin de, o kimsenin elinde bir emânettir. Ama, kabule şayan olan görüş birincisidir.

Bu Âyette Nesh Sozkonusu Değildir

Bazı âlimler bu âyetin, yazmanın, şahid tutmanın ve rehin almanın vâcib olduğuna delâlet eden önceki âyetleri neshettiğinı söylemişlerdir. Bil ki, mecbur eden bir delil bulunmadan, neshin vuku bulduğunu kabul etmek hatadır. Aksine önceki âyetlerde geçen emirler irşada ve ihtiyatlı davranmayı temin gayesine hamleditmiştir. Bu âyet ise, ruhsat'a hamledilmistir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan: "Müdâyene âyetinde nesh yoktur" dediği rivayet edilmiştir.

Cenâb-ı Hak sonra: Şahidliği gizlemeyin" buyurmuştur. Âyetin tefsiriyle ilgili şu izahlar bulunmaktadır:

Birinci izah: Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Allahü Teâlâ, borçlu kimsenin güvenilir birisi olduğuna inanıldığı zaman, yazmamayı, şahid tutmamayı ve rehin almamayı mubah kılınca, sonra da bu borçlu kimsenin, alacaklı kimsenin kendisi hakkındaki zannına muhalefet ederek, hainlik edip onun hakkını inkâr eden birisi olarak hâin çıkması mümkün olunca; -ancak ne var ki, diğer insanların da bu gibi insanların hallerine muttali olmaları da mümkün olunca- işte Cenâb-ı Hak bu noktada bu bazı insanları, o hakkı ihya ve hak sahibinin hakkını ikrar etme hususunda sa'yü gayret etmeye teşvik etmiş ve, -hak sahibi onun şehadetini ister bilsin, isterse bilmesin- şehâdeti gizlemekten onları men etmiş, bu hususta da şiddet göstererek, şehâdeti terketmesi durumunda o kimselerin kalbinin günahkâr olduğunu belirtmiştir."

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, bu açıklamanın doğruluğuna delâlet eden şu haber de rivayet edilmiştir: - "Şahidlerin en hayırlısı, kendisinden şehâdette bulunması istenmeden önce şahidlik eden kimsedir."

İkinci izah: "Şehâdeti gizlemek"ten maksat, kişinin o vak'âyı bildiğini inkâr etmesidir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa siz, "Hakikaten İbrahim, İsmail İshâk, Yakûb ve oğulları yahudi, yahud hristiyan idiler" mi diyorsunuz? De ki: "Siz mi yoksa Allah mı daha iyi bilir? Allah tarafından gelen (kitap vasıtasıyla bildiği) ve kendince sabit gördüğü şeyin şahitliğini gizleyenden daha zalim kim olabilir?" (Bakara. 140) âyetidir. Bu âyetteki "gizlemek"ten maksat, inkâr etmek ve bildiğini saklamaktır

Üçüncü izah: Bundan maksat, ihtiyaç hissedildiğinde, şehâdeti yerine getirmekten kaçınmaktır. Bu husus O'nun, "Şâhidler, çağrıldıklarında kaçınmasın.." (Bakara, 282) emrinin tefsirinde geçmişti. Bu böyledir, çünkü kişi şehâdette bulunmadığı zaman, alacaklı kimsenin hakkı zayi olmuş olur. Böylece de şehâdette bulunmayan kimse bundan kaçındığı için, o kimsenin hakkını bizzat zayi etmiş gibi olur. Halbuki müslümanın malı da, canı kadar mukaddestir. Bu, son derece etkili bir tehdittir.

Sonra Cenâb-ı Hak: "Kim onu gizlerse, hakikaten onun kalbi günahkârdır" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

(......) kelimesi, fâcir anlamına gelir. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Ömer, bir bedevîye Hak teâlâ'nın: "Muhakkak ki zakkum ağacı, günahkârın yiyeceğidir" (Duhân, 43-44) âyetini öğretirken, (yetiminiyeceği) dedi. Onun beceremediğini gören Hazret-i Ömer, ona, bari (Fâcirin yiyeceği) şeklinde okumasını söyledi. İşte bu da, âsim kelimesinin fâcir (günahkâr) anlamına geldiğini gösterir.

İkinci Mesele

Keşşaf sahibi, âyet-ı kerimedeki (......) lafzının (......)nin haberi; (......) lafzının ise (......) kelimesinin faili olduğunu söylemiştir. Burada sanki "Muhakkak ki onun kalbi günah işler" denmek istenmiştir. (......) kelimesi fetha ile olmak üzere şeklinde de okunmuştur. Bu Hak teâlâ'nın "Kendini bilmedi " (Bakara, 130) âyetinde olduğu gibidir. Ibn Ebî Able bunu (......) şeklinde okumuştur. Yani, "Kalbini günahkâr yaptı..."

Kalbin Fiilleri ve Mesuliyeti

Bil ki, kelâmcıların pek çoğu şöyle demişlerdir: Kalb, hem fail, hem arif, hem memur hem de menhî (yasaklanan)dir. Biz bu meseleyi, Hak teâlâ'nın Şuârâ Süresindeki: "Onu Rûhu'l-emin senin kalbine indirdi" (Şuâra. 193-194)âyetinin tefsirinde derinlemesine inceledik. Bu hususu bir nebze de Hak teâlâ'nın: "Kim Cebrail'e düşman olursa, (bilsin ki, Cebrail) onu senin kalbine indirmiştir" (Bakara, 97) âyetinin tefsirinde zikretmiştik. İşte bu kimseler, bu âyetle istidlal ederek şöyle demektedirler: Allahü Teâlâ "İsm" (günah) hadisesini kalbe nisbet etmiştir. Eğer kalb fail olmasaydı, günahkâr addedilmezdi...

Bu görüşe muhalefet edenler, buna şu şekilde cevap vermişlerdir: Fiili, bedenin cüzlerinden bir cüze nisbet etmek, o fiilin meydana gelmesinde rolü olan sebeplerin en büyüğünün, o uzuv olması sebebiyledir. İşte bundan dolayı, gözümün gördüğü, kulağımın işittiği ye kalbimin tanıyıp bildiği söyler cümlesindendir" denilir. Yine, (......) denilir. Yani, "Falanca, namusunu gözetmez, namussuz." Uzuvlara ait olan fiillerin, kalbin fiillerine tabi olduğu ve kalbde meydana gelen sebeplerin neticesi olarak ortaya çıktığı herkesin malûmudur. Durum böyle olunca, işte bundan dolayı, bu âyet-i kerimede "günah" fiili, kalbe nisbet edilmiştir.

Sonra Hak teâlâ (c.c) "Allah, ne yaparsanız, hakkıyla bilendir" buyurmuştur. Hak teâlâ'nın bu buyruğu insanları, şehâdeti gizlemeye cüret etmekten sakındırmanın bir ifadesidir. Çünkü mükellef olan kimse, kalbinde gizlediği şeylerin Allah'ın bilmesinden gizli kalamıyacağtnı bilince, Allah'ın emirlerine muhalefet etmekten korkarak, daima bu endişeyi taşır. Çünkü o kimse, Allahü Teâlâ'nın, kendisini, yapmış olduğu bütün fiillerden sigaya çekeceğini ve bu fiillere mutlaka bir karşılık vereceğini bilir. Eğer yaptığı şeyler hayır ise, karşılığı hayır; şer ise, elde edeceği karşılık şer olur.

283 ﴿