284

"Göklerde ve yerde bulunan bütün şeyler, Allah'ındır. Siz, içinizdekini açıklasanız da gizleseniz der Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra, dilediğini bağışlar, dilediğini de azablandırır. Allah herşeye hakkıyla kadirdir" .

Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu âyetin, daha önceki kısımla münasebeti hususunda şu görüşler ileri sürülmüştür:

a) el-Esamm şöyle der: "Hak teâlâ Bakara sûresinde usûl ilmine (tevhîd ilmi) dair birçok şeyleri, -ki bunlar tevhîd ve nübüvvet delilleridir; ve yine, şeriatın ve mükellefiyetlerin izahı ile ilgili usûl ilmine dair diğer pekçok şeyi de, ki bunlar da namaz, zekât, kısas, oruç, hacc, cihad, hayz, talâk, iddet, mihir, hull, îlâ, reda' (süt emzirme), alış-veriş, ribâ ve müdâyenenin keyfiyyeti gibi hususlardır- bu sûrede bir araya getirince, O, bu sûreyi tehdit ifâde eden bu âyetiyle bitirmiştir."

Ben derim ki, hakîkî kemâl olan sıfatların sadece kudret ve ilim olduğu sabittir. Bunun için Cenâb-ı Hak, kudretinin kemâlinden "Göklerde ve yerde bulunan bütün şeyler, hem mülken, hem de milken Allah'ındır" buyruğu ile; külliyyâtı ve cüz'iyyâtı kuşatan ilminin kemâlinden ise, "Siz, içiıtizdekini açıklasanız da gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çeker" beyanıyla bahsetmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin ve ilminin kemâli tahakkuk edip de, göklerde ve yerde bulunanların da O'nun yaratması ve halketmesiyle meydana gelen, bakıp büyüttüğü kullar olduğu ortaya çıkınca, bu itaat edenler için mükemmel bir va'ad; günahkâr olanlar için de aynı şekilde tam bir vaîd (tehdit) olmuş olur. İşte bu sebepten dolayı Allahü Teâlâ bu sûreyi, bu âyet ile hitâma erdirmiştir.

b) Ebu Müslim şöyle der: "Allahü Teâlâ önceki âyetin sonunda, "Allah, ne yaparsanız, hakkıyla bilendir" buyurunca, bunun peşine aklî delîl yerine kaîm olacak ifâdeyi getirerek, "Göklerde ve yerde bulunan bütün şeyler Allah'ındır" buyurmuştur. Buradaki mülkiyyetin mânası, "Bu şeyler meydana gelince, hiç şüphesiz Allah'ın yaratması, tekvini ve ibdâı ile ortaya çıkmışlardır. Birçok hikmete ve büyük faydalara şamil olan şu muhkem, sağlam, akıllara hayranlık verici ve şaşırtıcı bu fiillerin faili olan, yaratıcısı olan zâtın, mutlaka bu fiilleri en mükemmel biçimde bilmesi gerekir. Çünkü, bir şeyin detayını bilmeyen kimseden, son derece muhkem, güzel, yerliyerinde olan fiillerin sâdır olması imkânsızdır. İşte bundan dolayı Allahü Teâlâ, kendilerinde çeşitli sağlamlık ve güzelliklerin bulunması yanında, gökleri ve yeri de yaratmış olmasıyla, kendisinin gökleri, yeri ve içinde bulunanları bildiğine, bütün unsurlarını da en mükemmel biçimde ihata ettiğine dair delil getirmiştir" şeklindedir.

c) Kadî şöyle demektedir: "Allahü teâlâ yazmak, şahid tutmak ve rehin almak veya vermek gibi işlemler yapmayı (vesaik) emredip, bunları emretmekten maksadı da malı koruyup, onu koruma hususunda ihtiyatlı davranmak gerektiğini açıklamak olunca, O, bundan hasıl olacak faydanın kendisine değil de, mahlûkâta âit olduğunu beyân buyurmuştur. Çünkü, göklerin ve yerin mülkiyyeti O'na aittir."

d) Şa'bî, İkrime ve Mücahid şöyle demektedir: "Allahü Teâlâ, şehâdeti gizlemeyi yasaklayıp, bu husustaki tehdidini izhâr edince, göklerin ve yerin mülkiyyetinin ancak kendisine ait olduğunu; şehâdeti gizleyenler ile onu ifa edenlere, hak etmiş oldukları karşılıkları vereceğini beyân etmiştir."

İkinci Mesele

Âlimlerimiz, Hak teâlâ'nın: "Göklerde ve yerde bulunan bütün şeyler, Allah'ındır" buyruğuyla, kulların fiillerini Allah'ın yarattığı hususunda istidlalde bulunmuşlardır. Çünkü, kulların fiillerini yaratma meselesi de, istisnanın yapılabilmesi delili ile, "Göklerde ve yerde bulunan bütün şeyler" cümlesindendir. Cenâb-ı Hakk'ın, sözünde lâm "lâmu'l-garad" (maksat lamı) değildir. Çünkü, fâsıkın fıskından maksadı, Allah'a itaat etmek değildir. Binâenaleyh, bu lamdan maksadın "lâmu't-mülk ve't-tahlîk" (mülkiyyet ve yaratma lamı) olması gerekir.

Üçüncü Mesele

Âlimlerimiz bu âyetle "ma'dûm"un, bir şey olmadığına istidlal etmişlerdir. Çünkü eşyanın hakikâti ile mahiyyeti de, "Göklerde ve yerde bulunan bütün şeyler.." cümlesindendir. Binâenaleyh, eşyanın hakikati ile mâhiyyetinin, mutlaka Allah'ın kudretinin tahtında bulunması gerekir. Allah, bu hakikatleri gerçekleştirmeye ve o mahiyyetleri meydana getirmeye (tekvîn) kadir olursa ancak, hakikatler ve mâhiyyetler O'nun kudretinin tahtında bulunmuş olur. Durum böyle olunca, Allahü Teâlâ'nın kudreti, zâtları oluşturan ve hakikatleri tahakkuk ettiren olmuş olur. Böylece de, "ma'dûm"un şey olduğuna hükmetmek yanlış olmuş olur.

Allah Aşikâr Gibi Gizliyi de Bilir

Sonra Hak teâlâ, "Siz, içinîzdekini açıklasanız da gîzleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çeker" buyurmuştur. İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu âyet-i kerime nazil olunca, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Abdurrahman İbn Avf, Muâz (radıyallahü anh) ve bazı insanlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, "Ya Resûlallah! Biz, güç yetiremiyeceğimiz amellerle mükellef tutulduk. Çünkü, hiç şüphe yok ki içimizden birisi, kalbinde yer almasını istemediği şeyleri hatırından geçirebilir.. Üstelik o kimse dünyadadır..." derler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Belki de sizler İsrâiloğullarının, , ama isyan ettik " (Nisa, 46) dedikleri gibi demek istiyorsunuz.. Sizler, "İşittik ve itaat ettik" (Bakara. 285) deyiniz.." der. Bu cevap, onlara ağır geldi. Onlar, bu konuda bir yıl bekledi.. İşte bunun üzerine Allahü Teâlâ: "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" (Bakara, 266) âyetini indirmiştir. Böylece de, bu âyet nesholunmuştur. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem);

"Allahü Teâlâ, yapmadıkları veya onu söylemedikleri müddetçe ümmetimin, nefislerine söylemiş oldukları şeyi bağışlamıştır" buyurmuştur.

Bil ki, bu âyette bahse konu olan şey, Hak teâlâ'nın: "Siz, içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çeker" sözüdür. Bu ifâde, insanın kendi kendine bir şeyler fısıldamasıyla kalbe gelen ve kalbten çıkarılması mümkün olmayan bozuk düşünceleri konu alır. Binâenaleyh bu şeylerden sorumlu tutulmak, "teklif-i mâla yutak" (= takat getirilemiyecek teklif) olur. Âlimlerimiz, bu hususa şu şekillerde cevap vermişlerdir:

İradî Olmaksızın Kalbden Geçen Şeyler

a) Kalbe gelen düşünceler iki kısma ayrılır. Bunların bir kısmını insan kalbine iyice yerleştirir ve onları gerçekleştirmeye azmeder. Bir kısmıysa böyle değildir; aksine bunlar, insanın hoşlanmadığı, fakat içinden de bir türlü söküp atamadığı şeylerdir. İnsan birinci kısımdakilerden sorumludur. İkinci kısımdakilerden ise, mes'ûl değildir. Hak teâlâ'nın: "Allah, sizi yeminlerinizdeki "lağv" dan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat sizi kalblerinizin azmettiği yeminler yüzünden sorumlu tutar (muaheze eder)" (Bakara. 225) âyetini görmez misin? Yine O, bu sûrenin sonunda, "(Herkesin) kazandığı (hayır) kendi faydasına, yaptığı (şer) de kendi zarannadır"; "Mü'minler arasında kötülüğün yayılıp duyulmasını arzu edenler..." (Nur, 19) buyurmuştur. İşte dayanılacak cevap budur.

b) "Yapılmayan, fakat kalbte bulunan herşey, affın konusuna girer. Halbuki, "Siz, içinizdekini açıklasanız da gizlesiniz de, Allah onunla sizi hesaba çeker" beyânından maksat, bu işin ya açıktan, veya gizli olarak fiil haline getirilmesidir. Fakat kalbdeki niyet ve düşünceler fiil haline getirilmez ise, hepsi affedilebilir." Bu cevap zayıftır. Çünkü insanların sorumlu tutuldukları şeylerin çoğu kalbin fiilleridir. Baksana, küfür ve bid'at kalbin amellerindendir. En büyük ceza da bunlara verilmektedir. Yine azaların (organların) fiilleri, kalbin fiillerinden uzak ve berî olduğunda, onlara herhangi bir ceza terettüb etmez.

Meselâ uyuyan kimse ile, dalgın kimsenin yaptığı (gayr-i ihtiyarî) fiiller gibi... Böylece bu cevabın zayıflığı ortaya çıkmış olur.

c) Allahü teâlâ. o kimseyi kalbinden geçirdiği bu hususlarla sorumlu tutar. Fakat bunların cezası, dünyada çekilen gam ve kederlerdir. Dahhâk, Hazret-i Âişe (r.h)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kulun kalbinden geçirdiği kötü şeylerin muhasebesi, Allahü teâlâ'nın o kimseyi dünyada gam, keder ve sıkıntılarla imtihan etmesidir. Âhiret günü geldiğinde, Allah insanları bunlardan mesut tutmaz ve bunlardan dolayı ceza vermez." Hazret-i Âişe (r.h), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bu âyetin mânâsını sorduğunu, O'nun da bu şekilde cevap verdiğini rivayet etmiştir.

Buna göre eğer, "Allahü teâlâ: "Bugün herkes, ne kazandı ise, onunla karşılanacak" (Mümin, 17) buyurmuş iken, bu dünyada iken nasıl muaheze olunur?" denilir ise, biz deriz ki: "Bu, husûsî bir hükümdür. Binâenaleyh umûmî ifâdeden önce gelir."

d) Allahü teâlâ "Allah, onunla sizi hesaba çeker" buyurmuş, fakat "Allah, onunla sizi sorumlu tutar (muaheze eder)" dememiştir. Biz, Hak teâlâ'nın "hasîb" ve "muhâsib" olmasının mânâsı hususunda birçok izahlar zikrettik. Bunlardan birisi olarak, bunun "Allahü teâlâ, onları bilir" mânâsına olduğunu zikretmiştik. Buna göre âyetin mânâsı: "Allahü teâlâ, kalblerde saklı ve gizli olan herşeyi bilir" şeklinde olur.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ, kıyamet günü, bütün mahlûkâtı biraraya toplar ve onlara kalblerinden geçirdiklerini haber verir. Mü'minlere haber verir ve sonra onları affeder. Günahkârlara da, kalblerinden geçirdikleri küfür ve günahları haber verir."

e) Allahü teâlâ, bu beyânı müteakip, "sonra dilediğini bağışlar, dilediğini de azablandırır" buyurmuştur. Buna göre, bu bağışlama, böyle düşüncelerin kalbine gelmesinden hoşlanmayan kimselerin payı; azab da, böyle düşüncelerde ısrar edip, onları hoş karşılayan kimselerin payıdır.

f) Bazı âlimler, bu âyetten maksadın, şâhidliği gizlemek olduğunu söylemişlerdir ki bu zayıftır. Çünkü lafız umûmî (genel)dir ve hernekadar o hükmün peşinden geliyorsa da, bunu sadece ona has kılmamak gerekir.

g) Bu âyetin, "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" âyeti ile neshedilmiş olduğu görüşü rivayet edilmiştir. Fakat bu, şu sebeplerden ötürü zayıftır:

1- Nesh, ancak "Onlar, daha önce, savuşturmaktan âciz oldukları bu tür düşüncelerden kaçınmakla emrolunmuşlardı" dememiz hâlinde mümkün olur ki bu denemez. Çünkü mükellefiyet, ancak insanın gücü dahilindeki şeylerde söz konusudur. İşte bu sebepten ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben, kolay ve müsamahakâr olan Haniflik (tevhid) inancı ile gönderildim" Müsned, 5/266. buyurmuştur.

2- Neshe, âyetin bu tür düşünce ve niyetlerden dolayı ikâba delâlet etmesi halinde ihtiyaç hissedilir. Halbuki âyetin buna delâlet etmediğini daha önce belirtmiştik.

3- Ahbârın (hâdise ve kıssaların) neshedilmesi caiz değildir. Nesh, ancak emir ve nehiylerde caizdir.

Bil ki ahbârın neshedilip edilemeyeceği hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Biz "Usûl-ül-Fıkıh" kitabımızda bunu anlattık. Allah en iyi bilendir.

Cenâb-ı Hak: "Sonra, dilediğini bağışlar, dilediğine de azâb eder" buyurmuştur. Bu cümle ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Âlimlerimiz, bu âyeti büyük günah sahibi kimselerin affedilebileceği hususuna delil getirmişlerdir. Bu böyledir; çünkü itaatkâr mü'minin azâb edilmeyip, mükâfaatfandırılacağında; kâfirin ise mükâfaatlandırılmayıp cezalandırılacağı hususunda kesin hüküm vardır. O hâlde, Hak teâlâ'nın: "Sonra, dilediğini bağışlar, dilediğine de azâb'eder" buyruğu, sevâb ve mükâfaattan birisine kesin hükmetmeyi ortadan kaldırır. Bundan dolayı, geriye bunun, günahkâr mü'minin nasibi olması kalır.

İkinci Mesele

Âsim ve İbn Âmir, râ ve bâ harfinin ref'i ile (......) şeklinde, diğer kıraat imamları ise, bunları (......) şeklinde meczûm olarak okumuşlardır. Merfu okuyanlar, bu ifâdeleri müste'nef bir cümle sayarak; meczûm okuyanlar ise, bunları (......) kelimesine atfederek böyle okumuşlardır. Ebû Âmr'ın, (......) kısmındaki râ'yı lâm'a idğam ederek (......) şeklinde okuduğu nakledilmiştir.

Keşşaf sahibi bu hususta şöyle der: "Bu, hatalı bir okuyuştur ve bunun Ebu Âmr'a nisbeti yalandır. Böyle bir dil hatası, Arapçayı en ileri derecede bilen bir zata hiç isnad edilebilir mi?"

Daha sonra Allahü teâlâ "Allah herşeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Allahü teâlâ: "Göklerde ve yerde bulunan bütün şeyler Allah'ındır" buyruğu ile mülk ve melekûtun; "Siz, İçinizdekini açıklasanız dar gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çeker" sözü ile de ilminin ve ihatasının mükemmel olduğunu beyân buyurmuş, daha sonra da, "Allah herşeye hakkıyla kadirdir" diyerek kudretinin mükemmel olduğunu ve kendisinin, kahretmesi, kadir olması, yaratması ve yok etmesi ile de hertürlü mümkinâta hükümran olduğunu bildirmiştir. Bu sıfatlardaki kemâlden, daha büyük ve mükemmel başka bir kemâl yoktur. Bu kemâlat ile mevsuf olan Allah'a, aklı olan her insanın kul olması, boyun eğmesi, emirleri ile yasaklarına itaat etmesi, O'nun gazabından ve nehyettiği şeylerden sakınması gerekir. Muvaffakiyyet Allah'tandır.

284 ﴿