285

"O Peygamber de kendisine Rabb'inden indirilene imân etti, mü'minler de... (Onlardan) her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine İnandı. "Onun peygamberlerinden hiç birini, diğerlerinden ayırmayız, (hepsine inanırız). Dinledik, itaat ettik. Affını dileriz ya Rabbi! Varış ancak sanadır" dediler" .

Birinci Mesele

Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âyetin daha önceki âyetlerle münasebeti konusunda birkaç vecih bulunmaktadır:

Birinci vecih: Hak teâlâ önceki âyette Allah'ın mülkünün, ilminin ve kudretinin kemâlini açıklayınca, bunlar da rubûbiyyet sıfatlarının kemâlini gerektirince, işte bunun peşinden hemen, mü'minlerin de Allah'a son derece bağlı, itaatkâr ve boyun eğmiş olduğunu, bunun da kulluğun kemâli olduğunu beyan etmiştir. Allah'ın rubûbiyyetinin kemâli bize tecellî edince, bizden de, O'na karşı kulluğun kemâli zuhur etmiştir. Lütfü ve ihsanı çok yaygın ve şamil olan Allah'tan ümid edilen, kıyamet gününde bizim hakkımızda inayet, rahmet ve ihsanın kemâlini izhar etmesidir. Allah'ım, sen bu arzumuzu gerçekleştir.

İkinci vecih: Allahü Teâlâ, "Siz, İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çeker" (Bakara. 294) buyurunca, bizim ne gizli, ne açık, ne zahir ne de batınımızdan hiçbir şeyin O'na asla gizli kalamayacağını beyan etmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bizim için bir medh ve övgü ifâde eden açıklamaları getirerek, "O Peygamber de kendisine (Rabb 'inden indirilene İmân etti, mü'minler de" (Bakara, 285) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak sanki, lütfü ve keremi vesilesiyle şöyle demektedir: "Kulum, her ne kadar ben senin bütün hallerine muttali isem de, bunlardan ancak, senin için bir medh ü sena olacak olanları zikrederim.. Öyle ki sen böylece benim, mülk, ilim ve kudret hususunda kemâl sahibi olduğum gibi, aynı şekilde cömertlik ve merhamet, iyilikleri izhar ve hataları da örtme hususunda da kemâl sahibi olduğumu bilir, anlarsın!"

Üçüncü vecih: Cenâb-ı Hak Bakara sûresine, gayba iman eden, namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiklerinden infâk eden muttakîleri medhederek başlamış; sûrenin sonunda da, başında medhü sena ettiği kimselerin, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmeti olduğunu beyân ederek, "...Mü'minler de (onlardan) herbiri, Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı. "O'nun peygamberlerinden hiçbirini, diğerlerinden ayırmayız", (hepsine inanırız derler)" (Bakara, 285) buyurmuştur. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın sûrenin başındaki, "ki onlar gayba imân ederler" (Bakara. 3) âyetinden muradı da budur. Sonra, Cenâb-ı Hak burada, "Dinledik, itaat ettik" buyurmuştur; "namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler" (Bakara, 3) âyetinden murad da, budur.

Cenâb-ı Hak burada, "Afhnı dileriz ya Rabbi. Varış ancak sanadır" buyurmuştur; O'nun, "Âhirete iser yakîni ve kati olarak inanırlar" (Bakara, 4) âyetinden murad edilen de budur.

Cenâb-ı Hak burada daha sonra, "Ya Rabb, unutur yahut yanıhrsak, bizi tutup sorguya çekme" (Bakara, 286)sözleriyle onların Rablerine nasıl tazarru ve niyazda bulunduğunu açıklamıştır ki, bu da, O'nun, "İşte onlar, Rab'lerinden gelen bir hidâyet üzerindedirler. İşte onlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridirler" (Bakara, 5) âyetinden kastedilendir.

Dördüncü vecih: Bu vecih şöyledir: Vahiy meleği Allah katından peygambere gelip de O'na, "Muhakkak ki, Allah seni, bütün varlıklara peygamber olarak yolladı" deyince, peygamberin, meleğin sözünde sadık olup olmadığını bilmesi, ancak, Allahü Teâlâ'nın bu meleğin doğru söylediği hususunda izhar edeceği bir mucize ile mümkün olabilir. Eğer böyle bir mucize olmazsa, peygamber, haber veren bu varlığın sapmış ve başkalarını da sapıtan bir şeytan olduğunu düşünebilir, böyle bir şeyi caiz görebilir. Bu melek yine, Allahü Teâlâ'nın sözünü işittiğinde, duyduğu şeyin başkasının değil de Allah'ın sözü olduğuna delâlet edecek bir mucizeye ihtiyaç duyar... Bu mertebeler, birkaç bakımdan muteberdirler:

a) Meleğin duyduğu şeyin sadece Allah'ın kelamı olup başka bir şey olmadığını ispatlayan bir mucizenin bulunması. İşte melek bu mucize vasıtasıyla, Allah'ın sözünü duyduğunu bilir.

b) Bunun, meleğin sözünde ve iddiasında doğru olduğu; bunun şeytan olmayıp, Allah'ın göndermiş olduğu bir melek olduğu hususunda, peygamber için bir mucize olması..

c) Bunun, ümmet nazarında, peygamberin elinde zuhur etmiş olan bir mucize olması.. Böylece bu mucizeyle ümmet-i Muhammed, peygamberin, davasında sadık olduğu hususunda istidlal eder... Öyle ise peygamber, kendisinin Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu bilemeyince, bunu bilmeye ümmetin de gücü yetmez. Allahü teâlâ bu sûrede, muhtelif şeriatları ve ahkamın kısımlarını zikrederek "O peygamber imân etti.." buyurmuş ve böylece peygamberin, bunun Allah'tan gelen ve kendisine ulaşan bir vahiy olduğunu; bunu kendisine haber verenin, Allah tarafından gönderilmiş ve tahrif etmekten masum olan vahiy meleği olduğunu, saptıran bir şeytan olmadığını bildiğini açıklamıştır. Cenâb-ı Hak sonra, Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem)'nün buna olan imânını zikretmiştir ki bu önce gelen mertebedir. Bunun peşinden de buna olan mü'minlerin imânını zikretmiş, ki bu da sonraki mertebedir ve şöyle buyurmuştur: "Mü'minler de (imân ettiler). Her biri, Allah'a ... inandı" buyurmuştur.

İşte kim bu sûrenin nazmı, yani kelamın dizilmesindeki incelikler ve tertibinin eşsizliği hususunda iyiden iyiye düşünürse, Kur'ân-ı Kerim'in lafızlarının fesahati ve manalarının üstünlüğü yönünden bir mucize olduğu gibi, tertibi ve âyetlerinin nazmı (dizilmesi) bakımından da bir mucize olduğunu anlar. "Kur'ân, üslûbu bakımından bir mucizedir" diyenler de galiba bunu kastetmişlerdir. Ancak, şu kadar var ki ben müfessirlerin çoğunun, bu meselelerin farkına varmayıp, böylesi inceliklere dönüp bakmadıklarını gördüm. Bu konuda durum, hiç de böyle küçümsenecek gibi değildir. Nitekim şâir şöyle demiştir:

"Gözler yıldızı küçük görür. Küçük görmenin günahı yıldıza değil göze aittir."

Allahü teâlâ'dan, bizi bildiklerimizden faydalandırmasını, lütfü ve keremi ile bize faydası olacak şeyleri öğretmesini niyaz ederiz.

İkinci Mesele

Hak teâlâ'nın: sözü nün mânâsı, "O Peygamber, muazzam deliller ve apaçık mucizeler ile bu Kur'ân'ın ve onda bulunan bütün hükümlerin Allah katından indiğini, bunların ne şeytanların ilkâ ettiği şeyler kabilinden, ne de bir sihir, kehânet ve gözboyayıcılığı kabilinden bir şey olmadığını bilmiştir. O, bunu ancak, vahiy meleği Cebrail (aleyhisselâm)'in elinde tecelli eden güçlü mucizelerin zuhur etmesi ile bilmiştir" şeklindedir.

Hak teâlâ'nın: "Mü'minler de (imân ettiler)" ifâdesi hakkında iki ihtimal bulunmaktadır:

a) Söz, bu kelime ile tamamlanmaktadır. Buna göre âyetin mânâsı, "Peygamber ve mü'minler, ona Rabb'inden indirilene imân ettiler" şeklindedir.

(......) ifâdesi ile yeni bir söz başlamıştır. Buna göre mânâ, "Daha önce zikredilmiş olanlardan herbiri, ki bunlar da peygamber ile mü'minlerdir, Allah'a imân etti" şeklindedir.

b) Sözün, bu kelimeden önce tamamlanıp, bu (......) kelimesi ile yeni bir cümleye başlanmıştır. Buna göre mânâ, "Peygamber, Rabb'inden kendisine indirilen herşeye imân etti. Mü'minler de, muhakkak ki Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine imân ettiler" şeklinde olur. Birinci ihtimal, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Rabb'ine imân etmemiş iken, sonra imân ettiğini ve istidlal vaktinden önce imanının olmadığı zannını uyandırabilir. İkinci ihtimale göre ise, lafız, meydana gelen şeyin, O Peygamber'in kendisine indirilmiş olan ahkama imân etmesi olduğunu hissettirir. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Halbuki (vahiyden evvel) kitap nedir, imân nedir, bilmezdin" (Şûra, 52) buyurmuştur.

Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine icmâfî (toptan) imâna gelince bu, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Peygamber'i yarattığı ilk andan itibaren, onda mevcut idi. Hazret-i İsâ (aleyhisselâm), doğduğu zaman "Ben, Allah'ın kuluyum, O bana kitap verdi" demişken, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında bunu uzak görmek nasıl mümkün olur? Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın çocuk iken Allah'ın peygamberi olduğu akıldan uzak görülmeyince, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), mükemmel bir akıl ile yaratıldığı ilk andan itibaren, Rabb'ini biliyordu" denilmesi, nasıl uzak bir ihtimal olarak görülür?

Üçüncü Mesele

Âyet, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Rabb'i tarafından kendisine idirilene; mü'minlerin ise, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine imân ettiklerini gösterir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bilhassa buna imân ettiği ifâde edilmiştir. Çünkü Rabb'inden kendisine indirilen şey, bazan başkasının "metluv" diye isimlendirdiği, tanıyıp imân etmesi mümkün olan bir söz olur, bazan da, peygamberden başkasının bilemeyeceği bir vahiy olur. Böylece o hususa sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) imân etmiş olur, başkasının imân etmesi mümkün olmaz. İşte bu sebepten dolayı, imân konusunda, başkasının imân etmesinin mümkün olmayacağı bir hususa, sadece Hazret-i Peygamber imân etmiş olur.

Sonra Allahü teâlâ "Mü'minlerden herbiri, Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Bu Âyete Göre İmânın Mertebeleri

Bil ki bu âyet, şu dört mertebenin bilinmesinin, imânın şartlarından olduğunu gösterir

Birinci mertebe: Allahü teâlâya imân etmek. Bu böyledir, çünkü âlemin, herşeye kadir olan, herşeyi bilen, her türlü ihtiyaçtan âzâde bir Yaratıcısı olmadıkça, peygamberlerin doğru söylediklerine inanmak imkânsız olur. İşte bu sebeple Allah'a imân edip, O'nu tanıma, imârun temeli olmuştur. Bu sebeple de Hak teâlâ, burada öncelikle "Allah'a imânı" zikretmiştir.

İkinci mertebe: Allahü Teâlâ melekleri vasıtası ile peygamberlerine vahyetmiş ve şöyle buyurmuştur: "O, kendi emriyle kullarından dilediğine vahiy ile melekleri indirir" (Nahl, 2); "(Ya) bir vahiy tler ya bir perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de kendi izniyle dilediği şeyi vahyetmesi dışında, Allah'ın hiçbir insana konuşması (vâkî) olmamıştır" (Şûra, 51); "Çünkü (Cebrail), senin kalbine o Kur'ân'ı indirmiştir" (Bakara, 97); "Onu, Ruhu'l Emîn, senin kalbine indirdi..." (Sû'ârâ, 193-194)ve "O (Kur'ân'ı) müthiş kuvvetlere sahip olan öğretti" (Necm. 5). Allah'ın vahyinin, insanlara melekler vasıtası ile ulaştığı sabit olunca, melekler de Allah ile insan arasında bir vasıta gibi olurlar. İşte bundan dolayı, meleklere imân âyette ikinci mertebede zikredilmiştir. Yine bu incelikten dolayı Hak teâlâ: "Allah, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler ve ilim sahipleri de (böylece inandı..)" (Âl-i İmran, 18) buyurmuştur.

Üçüncü mertebe: Kitaplara imândır. Kitap, meleğin Allah'tan alıp, insanlara ulaştırdığı vahiydir. Bunu, ayın yüzünün güneşin ışığından alarak aydınlanmasına benzetebiliriz. Buna göre melek, ay gibi; vahiy ise ayın nurlanması gibi olmuştur. Ayın bizzat kendisinin, derece bakımından nurlanmasından önce oluşu gibi, meleğin kendisi de "kitaplar" diye ifâde olunan vahiyden öncedir. İşte bu sebeple, âyette "kitaplar" sözü, meleklerden sonra zikredilmiştir. Yine bundan dolayı Allahü teâlâ, kitaplara imânı, meleklere imandan sonra zikretmiştir.

Dördüncü mertebe: Peygamberlere İmandır. Peygamberler, vahyin nurunu meleklerden alan insanlardır. Bundan dolayı peygamberler, mertebe bakımından kitaplardan sonradırlar. Bu sebepten ötürü, Allahü teâlâ, peygamberlere imânı dördüncü sırada saymıştır.

Bil ki bu şekilde yapılan bu dörtlü tertibte, ince sırlar ve kitaplarda açıklanması yerinde olmayan büyük hikmetler vardır. Yaptığımız bu kadar izah, mevzunun şerefi için kifayet eder.

İkinci Mesele

Allah'a imân, O'nun varlığına, sıfatlarına, fiillerine hükümlerine ve isimlerine imândan ibarettir.

Allah'ın varlığına imân, insanın bir mekânı olavarlıkların ötesinde, bütün varlıkları yaratan bir Yaratıcının olduğunu bilmesidir. Buna göre, mücessime itikadına sahip olanlar, Allah'ın varlığını kabul etmezler. Çünkü mekan tutan varlıkların dışında, bunlara göre hiçbirşey yoktur. Binâenaleyh bizim ile mücessime arasındaki ihtilâf, Allah'ın zâtının varlığını kabul etme hususundadır. Felsefeciler ile Mu'tezile, mekan tutan varlıkların (yani maddî varlıkların) Ötesinde, onları yaratan bir mevcudun bulunduğunu kabul ederler. Buna göre, felsefeciler ve Mu'tezile ile bizim aramızdaki ihtilaf, Allah'ın zâtı konusunda olmayıp, O'nun sıfatları hususundadır.

Allah'ın sıfatlarına imâna gelince, O'nun sıfatları iki kısımdır, selbî ve subûtî...

Selbî sıfatları: İnsanın Cenâb-ı Hakk'ı her türlü terkibten münezzeh tek bir zat olarak bilmesidir. Çünkü her mürekkeb varlık, kendisini meydana getiren parçalardan herbirine muhtaçtır. Parçalarından herbiri, kendisinden başka olan şey, mürekkebtir, başkasına muhtaçtır ve "mümkin" bir varlıktır. Binâenaleyh her mürekkeb varlık, mümkin li-zâtihi (zatı gereği mümkin)dir. Zatı gereği mümkin olmayıp, vâcib olan varlığın, kesinlikle mürekkeb olmaması, aksine mutlak mânâda tek olması gerekir. O, zâtı bakımından tek (müfred) bir varlık olunca, onun bir mekan tutmaması, cisim veya cevher olmaması, bir mekanda bulunmaması, bir mekanın sıfatı olmaması, bir mahalde olmaması, değişmemesi ve hiçbir surette başkasına muhtaç olmaması gerekir.

Subûtî sıfatları: İnsanın, zâtı gereği mûcib olan şeyin, mümkinâttan birine olan nisbetinin, diğerlerine olan nisbeti gibi olduğunu bilmesidir. Buna göre biz, bu mahlûkatın bulunduğu durumların, aksine olabilecek bir şekilde meydana gelmiş olduklarını görünce, bu durumlar üzerinde mü'essir olan zâtın, zâtı gereği mûcib değil, kadir ve irâde sahibi olduğunu anlarız. Sonra bu insan, Allah'ın fiillerindeki sağlamlığı ve güzelliği ile de, O'nun ilminin tam olduğuna istidlal eder. Böylece de o insan, Allah'ın kadir, âlim, hayy, semî, basîr ve celâl ile kemal sıfatları ile mevsuf olduğunu anlar. Biz bu hususul (Bakara, 255) âyetinin tefsirinde genişçe anlattık.

Allah'ın fiillerine imân: Senin O'nun dışında kalan herşeyin mümkin ve muhdes (sonradan olma) varlıklar olduğunu; aklının açıkça göstermesi Ne de, mümkin ve muhdes varlıkların zatları gereği meydana gelemeyeceklerini, aksine onları yaratan bir mûcid'in bulunduğunu bilmendir ki bu mûcid ezelî ve ebedî olan Allahü teâlâ'dır. İşte bu delil seni, Allah'ın dışındaki herşeyin, ancak O'nun yaratması, icâd etmesi ve meydana getirmesi ile olacağına kesin hükmetmeye götürür.

Canlıların İhtiyarî Fiillerini Yaratan da Allah'dır

Fakat arada bir düğüm var, o da canlılara ait olan ihtiyari fiiller meselesidir. Birinci hüküm ki bu, bu fiillerin mümkin ve muhdes olmalarıdır, binâenaleyh bunların da mutlaka, bu hususta değişmeyen vâcibu'l-vücûd bir zâta isnâd edilmeleri gerekir.

Buna göre eğer, "Ben, hareket etmek istediğimde hareket ediyor, etmemek istediğimde ise etmiyorum. Binâenaleyh hareket etmem veya etmemem, başkasının değil benim elimde" dersen, biz deriz ki: Sen, hareket etmeyi istemenden dolayı hareket etmeni; hareket etmemeyi istemenden dolayı da hareketsiz kalmayı düşündün. Böylece de hareket etmeyi istemenden önce hareket edemedin, ve durmayı istemenden önce de duramadın. Hareket istemen anında mutlaka hareket etmen gerekir. Bu husus, böyle sabit olunca, biz deriz ki: Sendeki bu istek nasıl meydana gelmiştir. Çünkü bu isteğin meydana gelmesi ya bir muhdis (meydana getiren) tarafından kesinlikle değildir veyahut da bir muhdis tarafındandır. Sonra bu muhdis, ya kulun kendisidir, veya Allahü teâlâ'dır. Eğer, bu isteğin bir muhdise bağlı olmaksızın meydana çıktığını söylersek, bundan bir yaratıcının olmadığı neticesi çıkar. Eğer o isteğin îcâd edicisinin ve meydana getireninin kulun kendisi olduğunu kabul edersek, kul bu isteği meydana getirmede, bir başka isteğe daha muhtaç olur ki, bu da"teselsüle götürür. Böylece insanın o isteğini Allah'ın yarattığı ve meydana getirdiği ortaya çıkmış olur. Bunun böyle olduğu da sabit olunca biz deriz ki: İnsanın, o meşî'etin (isteğin) meydana gelişinde, bir tesiri yoktur. O istek meydana geldikten sonra ise, insanın o isteğine terettüb edecek fiil hususunda, ancak onu istemekten başka bir çaresi ve diledikten sonra fiilin meydana gelmesinde de bir ihtiyarı yoktur. Buna göre insan, ihtiyar (irâde) sahibi görünen mecbur bir varlıktır. Bu, ikna edici güçlü bir izahtır.

Ama şu iki problem bunun karşısına dikilir:

1- Allah'ın hikmetinin kemâline, küfür ve fısk gibi şu çirkin ve kötü amelleri yaratma nasıl uygun düşer?

2- Şayet herşey Allah'ın yaratmasıyla ise, bu durumda insana, nasıl emir ve yasak, medh ve zemm, sevab ve ikâb terettüb eder?

Hasmın ileri süreceği problemler işte bunlardır. Fakat, çeşitli yerlerde de izah ettiğimiz gibi, aynı şeyler ilim meselesinde, hasmımız aleyhinde söz konusudur.

Allah'ın Hükümlerine İnanmak Nasıl Olur?

Allah'a imânın dördüncü kısmı da, O'nun hükümlerini bilip inanmaktır. İnsanın, Allah'ın hükümlerini bilme hususunda, şu dört şeyi bitmesi gerekir:

a) Allah'ın hükümleri, kesin olaralobir illete bağlanamaz. Çünkü bir illete ve sebebe bağlı olan herşeyin sahibi, zâtı gereği noksan, ve başka birşeyle tamamlanmış olur ki bu, Allahü teâlâ için düşünülemez.

b) Allah'ın hükümlerinden maksadım, insanın, Allah'a değil, kula yönelik bir menfaatin bulunduğunu bitmesidir. Çünkü Allahü teâlâ, kendisi için menfaat celbetmekten ve zarar defetmekten münezzehtir.

c) Allah'ın dünyada nasıl diler ve isterse, öylece hükmedeceğini ve vâcib kılacağını insanın bilmesidir.

d) İnsanın, yapmış olduğu fiil ve amellerden dolayı, Allah'ın üzerinde hiç kimsenin bir hakkının olmadığını; âhirette O'nun istediklerini fazl-ı ilâhisi ile bağışlayıp, dilediği kimselere de adaleti ile azab edeceğini, Allah'tan kabih (= çirkin, yakışıksız) bir fiilin sudur etmeyeceğini ve hiçbir şeyin Allah'a gerekli olmadığını bilmesidir. Çünkü herşey Allah'ın mülkü ve milkidir. Mecazî mânâdaki mâliklerin, yine mecazî mânâdaki mâlikler ürerinde bir hakkı yoktur. O hâlde gerçek mânâda memlûk (Allah'ın kulu ve kölesi) olan İnsanların, hakikî mânâda mâlik olan'Allah'ın yanındaki durumları nasıl olur, siz düşünün!

Allah'a imânın beşinci kısmı: O'nun isimlerini bilmektir. Allahü teâlâ, A'raf sûresinde: "En güzel isimler Allah'ındır" (Araf, 180); İsrâ sûresinde: "Hangi ismiyle çağırırsanız çağırın, en güzel isimler O'nundur" (isra, 110) ; Taha sûresinde: "Allah, o (Allah)'dır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. En güzel isimler O'nundur" (Taha, 8) ve Haşr sûresinin sonunda: "En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olan herşey O'nu tesbih eder" (Haşr, 24) buyurmuştur. En güzel isimler (Esmâ-i Hüsnâ), mâsûm peygamberlerin lisanı üzere indirilen ilahî kitaplardaki Allah'ın isimleridir. Bu, Allah'a imânın önemli noktalarına işaret eden bir izahtır.

Melekler, Mahiyetleri, Vasıfları, Vazifeleri

Meleklere imân da, şu dört mertebede olur:

Birinci mertebe: Meleklerin varlığına imân etmektir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Melekler, ya sırf ruhanî varlıklardır yahut cismanî varlıklardır veyahut da bu iki kısımdan mürekkebtir. Meleklerin cismanî varlıklar olduğunun kabul edilmesi durumunda, bunlar ya latîf (şeffaf) veyahut da kesîf (yoğun ve katı) cisimler olur. Eğer bunlar tatîf olurlarsa, bu durumda ya nûranî cisimlerdir, veyahut da hava nev'inden cisimler... Eğer böyle olurlarsa, cisimlerin şeffaftı ki arıyla beraber, son derece güçlü olmaları nasıl mümkün olur? Bu, Kur'ânî ve aklî hikmet ilimlerinde derinleşmiş âlimlerin makamıdır.

Meleklere imân konusunda ikinci mertebe, onların masum ve temiz olduklarını bilmektir. "Kendilerine her suretle kahir ve hâkim olan Rab'lerinden korkarak, kendilerine emredilen şeyleri yaparlar" (Nahl, 50) ve "Onlar ibâdet etmekten asla kibirlenmezler, yorulmazlar da" (Enbiya. 19). Çünkü onlar, ancak Allah'ın zikrinden tad alır ve O'na ibâdete ünsiyyet duyar, bununla sevinirler. Nasıl, bizlerden her birinin hayatı havayı teneffüs etmekten ibaret ise, bunun gibi meleklerin hayatı da Allahü Teâlâ'nın zikri, O'nun tâati ve marifeti iledir.

Üçüncü mertebe: Melekler, Allah ile kul arasında vasıtadırlar. Onlardan her bir kısmı, bu âlemin kısımlarından bir kısmın işlerini idare etmekle görevlendirilmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Saflar bağlayıp duranlara, sevk ve men edenlere yemin ederim ki.." (Saffat, 1-2), "Tozutup savuranlara, sonra da yükü taşıyanlara... yemin ederim" (Zariyat, 1-2). "Andolsun birbiri ardınca gönderilip de, sert rüzgârlar gibi estikçe esenlere..." (Murselât, 1-2) ve, "Andolsun (boğulmuş olan) ruhları ta derinliklerinden söküp koparan, (mü'minlerin ruhunu da) yumuşaklıkla çıkaran (meleklere)..." (Naziât, 1-2)buyurmuştur. Biz bu âyetlerin tefsirinde, birçok gizli sırtar zikretmiştik. İlimde derinleşmiş olanlar, yazmış olduklarımızı gözden geçirirlerse, bunlara onlar da muttali olurlar.

Dördüncü mertebe: Allah'ın indirmiş olduğu kitapları, peygamberlere ancak melekler vasıtasıyla ulaşır. Nitekim Hak teâlâ: "Şüphesiz muhakkak ki o (Kur'ân) çok şerefli bir elçinin kelâmıdır. Kio (elçi) çetin bir güce sahiptir. Arşın sahibi nezdinde çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir emindir" (Tekvir, 19-21) buyurmuştur. Meleklere imân konusunda, mutlaka bu mertebelerin nazar-ı dikkate alınması gerekir. Akıl, bu mertebelere ne kadar dalarsa, o kimsenin meleklere olan imanı o nisbette tam ve mükemmel olur.

Allah'ın Kitapları: Mahiyetleri, Hükümleri

Kitaplara imâna gelince, bu hususta da mutlaka şu dört mertebenin bulunması gerekir:

Birinci mertebe: İnsanın, bu kitapların Allah'ın peygamberlerine gönderdiği bir vahiy mahsulü olduğunu, onun kehânet, sihir ve şeytanlara kötü ruhların ilkâsı kabilinden bir şey olmadığını bilmesidir.

İkinci mertebe: İnsanın, bu kitapların vahyedilmesinin, her ne kadar temiz ve mutahhar melekler tarafından olmuşsa da, Allahü Teâlâ'nın bu temiz ve lekesiz vahyi indirmesi esnasında, hiçbir şeytana sapıklıklarından hiçbir şeyi ilkâ etme fırsatını vermeyeceğini bilmesi veanlamasıdır Bu durumda da o insan, "şeytanın, vahiy inzali sırasında "Bunlar en yüce kuğulardır." (Putlar hakkında) sözünü ilkâ ettiğini söyleyen bir kimsenin, ne cüretkâr bir söz söylemiş olduğunu ve Kur'ân'ı tenkîd ve onu tâ'netme kapılarını ve yollarını açtığını anlamış olur.

Üçüncü mertebe: Bu Kur'ân'ın değiştirilmediğini ve tahrif edilmediğini bilmesidir. "Kur'ân'ın bu şekildeki tertibi, Hazret-i Osman'ın tertibidir" diyen kimsenin sözünün bozukluğu da buraya dahildir. Çünkü böyle diyen kimse, Kur'ân'ı hüccet olmaktan çıkarmıştır.

Dördüncü mertebe: İnsanın, Kur'ân'ın muhkem ve müteşabih âyetleri kapsadığını, onun muhkeminin, müteşabihin mânâsını beyân edip ortaya koyduğunu bilmesidir.

Peygamberlere îmân

Peygamberlere İmân hususuna gelince, bu hususta da şu dört mertebenin bilinmesi gerekir:

Peygamberler, Vasıfları ve Faziletleri

Birinci mertebe: İnsanın, peygamberlerin günahsız, mâsûm olduklarını bilmesidir. Biz bu meseleyi Cenâb-ı Hakk'ın: "Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırıp, İçinde bulundukları durumdan çıkanvermişti" (Bakara, 36) âyetinin tefsirinde iyiden iyiye açıklamıştık. Bize muhalif olan kimselerin kendisiyle istidlal ettikleri âyetlerin tamamının muhtemel mânâlarını, Allah'ın yardımıyla bu tefsirde yazdık, anlattık...

İkinci mertebe: İnsanın, peygamberin peygamber olmayanlardan daha üstün olduğunu bitmesidir. Sûfîlerden bu hükme karşı çıkan kimseler vardır.

Üçüncü mertebe: Bazı âlimler, peygamberlerin meleklerden daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Âlimlerin çoğu ise, semavî meleklerin peygamberlerden üstün olduğunu, peygamberlerin ise arzî, (yeryüzündeki) meleklerden üstün olduğunu söylemişlerdir. Biz bu meseleyi, "hani biz meleklere, "Adem'e secde ediniz.." demiştik" (Bakara, 34) âyetinin tefsirinde açıkladık. Mükâşefe erbabının ise, bu meselede çok ince ve derin görüşleri bulunmaktadır.

Dördüncü mertebe: İnsanın, peygamberlerin bir kısmının bir kısmından üstün olduğunu bilmesidir. Biz bu hususu da, Hak teâlâ'nın, "Resullerin bir kısmını bir kısmından üstün kıldık" (Bakara. 253) âyetinin tefsirinde izah ettik. Ulemâdan, bunun böyle olduğunu kabul etmeyip de, Hak teâlâ'nın, "Biz, Onun peygamberlerinden hiçbirini, diğerlerinden ayırmayız" âyetiyle istidlal edenler de vardır.

Âlimler, bu görüşte olanlara şu şekilde cevap vermişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın bu beyanından maksat, başka bir şeydir ki, o da şudur: Peygamberler hayatta iken, onların peygamberliğini isbat etmenin yolu, dâvalarına muvafık bir şekilde mucizelerin zuhur etmesidir. Peygamberliğin isbâtının yolu bu olunca, dâvasına muvafık bir şekilde mucizesi zuhur eden herkesin sâdık ve doğru olması gerekir. Eğer bu yol sahih olarak kabul edilmezse, bunun, onlardan herhangi biri hakkında peygamberliğinin doğruluğuna delâlet etmemesi gerekir. Ama, bunun bazısının peygamberliğinin doğruluğuna delâlet edip, bazısının da peygamberliğinin doğruluğuna delâlet etmemesine gelince, bu iddia fasit ve çelişik bir iddiadır." Bundan maksat, Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa'nın peygamberliğini kabul edip de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini yalanlayan yahudî ve hristiyanların yolunun yanlış ve tutarsızlığını ortaya koymaktır. İşte Hak teâlâ'nın: "Onun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız, (hepsine inanırız)" beyanından maksat budur; yoksa sizin dediğiniz, ontam olmasının caiz olmaması değildir. İşte bu anlattığımız hususlar, Allah'a, O'nun meleklerine, kitap ve peygamberlerine imân etmeye dair olan esaslara bir işarettir.

Üçüncü Mesele

Hamza, müfred sîgasıyla, (ve kitabına); diğer kıraat imamları ise cemi siğasıyla (ve kitaplarına) şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraatin dayanağı şu iki şeydir:

a) Bu okuyuştan maksat, bu kitabın Kur'ân-ı Kerim olduğunun kastedilmesidir. Gönderilen son kitap olan Kur'ân-ı Kerim'e imân etmek, Allah'ın bütün kitaplarına ve peygamberlerine iman etmeyi içine alır.

b) Cins mânâsı murad edilerek bu şekilde okunmuştur ki, bu da çoğul mânâsına tekabül eder. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın:

"Allah, müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere peygamberler gönderdi; onlarla beraber de, hak olarak kitap indirdi" (Bakara, 213) âyetidir.

Buna göre eğer, "Cins isim, elif lâmlı olduğu zaman ancak, umûm ifâde eder. Bu ise, (......) kelimesi, eliflâmlı değil, izâfetli olarak okunmuştur" denilirse, biz deriz ki: İsimler bazan muzaf olarak gelir, biz bununla da çokluk mânâsını kastederiz.. Nitekim Hak teâlâ: "Eğer, Allah'ın nimetlerini saymaya kalkarsanız, onları sayamazsınız " (Nahl, 18) ve "Oruç gecesinde hanımlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı" (Bakara, 187) buyurmuştur ki, bu "helâl kılınma" bütün oruç geceleri için söz konusudur. Âlimler, kelimenin, hem kendinden önceki hem de kendinden sonraki çoğul kelimelerle bir benzerlik arzetmesi sebebiyle cemi olarak (......) okunmasının daha efdal olduğunu ve bu şekilde okuyuşun, ekseriyetin kıraati olduğunu söylemişlerdir. Bil ki kurrâ, Hak teâlâ'nın sözünde, sîn harfinin damme ile (ötreli) okunacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Ebu Amr bu kelimeyi sükûn ile, Nâfi de her iki kelimede tahfif ile (......) şeklinde okumuşlardır. Çoğunluğun delili, kelimenin astının, ayne-l-fiili'nin dammesiyle (......) vezninde olmasıdır. Ebu Amr'ın delili ise, peşpeşe dört harekenin gelmemesidir. Zira, Araplar böyle bir şeyi hoş görmemektedirler. İşte bu sebepten dolayı, şiirde de, zihaf durumu hariç, dört hareke peşpeşe gelmez. Birinci görüşte olanlar, harekelerin peşpeşe gelmesi, tek bir kelimede olunca mekruhtur. Ama iki kelimede olması haline gelince, kendisinde peşpeşe harekeli beş harf bulunduğu halde lâflarında bir idğamın gerekmemesi deliliyle, mekruh sayılmaz. Halbuki, bir kelimeye zamir bitiştiğinde bu kelime, tek bir kelime değil, iki kelime olmuş olur.

Dördüncü Mesele

Hak teâlâ'nın buyruğunda bir hazf bulunmaktadır. Buna göre takdir "O'nun peygamberlerinden hiçbirini, diğerinden ayırmayız" [derler]" şeklindedir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Melekler de pençelerini uzatarak, "canlarınızı kurtarın!.." (Enam, 93) âyetinde olduğu gibidir. Bunun mânası, canlarınızı kurtarınız, (derler)" şeklindedir. Yine Cenâb-ı Hak:

"O'nu biralnp da bir takım dostlar edinenler, "Biz, bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.." (Zümer, 3) buyurmuştur. Yani, "[Böyle dediler] demektir.

Beşinci Mesele

Ebu Amr, (tahtında bulunan zamiri lafzına râci olacak şekilde) (ayırmaz); Abdullah İbn Mesud ise "ayırmazlar.." şeklinde okumuşlardır.

Altıncı Mesele

Âyet-i kerimede geçen lafzı, çoğul mânasın- dadır. Bu Hak teâlâ'nın tıpkı "O zaman sizden hiç kimse de buna mâni olamaz" (Hakka, 47) âyetindeki gibidir. Buna göre, âyetin takdiri "O'nun peygamberlerinin tamamı arasında hiçbir ayırım yapmayız" şeklinde olur. Bu, âlimlerin söylediği sözdür.

Bana göre ise, buradalafzının cemî anlamında olması caiz değildir. Çünkü takdir-i kelam "Allah'ın peygamberlerinin hepsinin arasını açmayız" şeklinde olur. Bu ise yahudî ve hristiyanların peygamberlerden bazılarının arasını açmalarına ters düşmez. Halbuki âyetteki olumsuzluktan maksad, yahudî ve hristiyanların bu şekildeki davranışlarıdır. Çünkü yahudî ve hristiyanlar, bütün peygamberlerin değil, birinin arasını ayırırlar ki o Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Böylece onların yaptıkları bu te'vilin bâtıl olduğu ortaya çıkmış olur. Aksine âyetin mânâsı, "Nübüvvet hususunda peygamberlerden tek biri ile, diğerlerini tefrik etmeyiz" şeklindedir. Biz âyeti bu şekilde tefsir ettiğimizde, bu ifâdenin maksadı yerini bulmuş olur. Allah en iyi bilendir.

Sonra Allahü teâlâ: "(Onlar) "Dinledik, itaat ettik. Ya Rabbena, mağfiretini (isteriz). Varış ancak sanadır" dediler" buyurmuştur.

Birinci Mesele

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âyetin makabilyle ilgisi hususunda şu izahlar yapılmıştır:

İlmin Amelden Önce Gelmesi

Birinci açıklama: İnsanın kemâli "hakikâti" zatı gereği, "hayn"da onunla amel etmek gayesiyle tan iması ndad ir. Nazarî kuvvetin mükemmelliği ilim, amer kuvvetin mükemmelliği ise hayır işleme ile (ibâdet ile) olur. Nazarî kuvvet, ameli kuvvetten daha şereflidir. Kur'ân-ı Kerim, nazarî kuvvetin, amelî kuvvetten önce olması şartı ile, bu iki hususla dopdoludur. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim'den naklederek, "Rabbim, bana hüküm ihsan et ve beni salihlere ilhak et" (Şuârâ. 83) buyurmuştur. Âyet-i kerimedeki "hüküm" nazarî kuvvetin mükemmelliğini; "ve beni salihlere ühâk et!" kısmı ise, âmeli kuvvetin mükemmelliğini gösterir. Biz, Kur'ân'daki bu mânânın delillerini şu kitabımızın daha önceki yerlerinde uzun uzadıya anlatmıştık.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki, bu âyetteki durum da aynen böyledir. Buna göre Hak teâlâ'nın: "(Onlardan) her biri, Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine imân etti. "Onun peygamberlerinden hiçbirini, diğerlerinden ayırmayız, (hepsine inanırız)" ifâdesi, nazarî kuvvetin şu yüce bilgilerle; "Dinledik, itaat ettik" sözü ise, beşerî amelî kuvvetin şu mükemmel ve faziletli amellerle mükemmelleşeceğine işarettir. Bu nüktelere vakıf olan herkes, Kur'ân'ın, pekçok kimsenin gafil olduğu şaşırtıcı ve akıllara hayranlık verici birçok sırları ihtiva ettiğini anlar ve bilir.

İkinci açıklama: İnsanın üç günü vardır. Dün: Bundan bahsedebilmek, "mebde' bilgisi" diye adlandırılır. Bugün: Bundan bahsetmek, "vasat bilgisi" (yani halihazırda bulunulan, gelecek ile geçmiş arasında olan şeyin bilgisi); Yarın: Yarından bahsetmek ise, "meâd ilmi" (âhiret ilmi) diye isimlendirilir. Kur'ân-ı Kerim, bu üç mertebeyi de ihtiva etmektedir. Allahü Teâlâ Hûd sûresinin sonunda, "Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Her iş O'na döndürülür" (Hûd, 123) buyurmuştur. O'nun, "Her iş Ona döndürülür" buyruğu, Allah'ın kudretinin kemâline, aynı zamanda da mebde' ilmine bir işarettir.

Vasatın bilgisi'ne gelince, bu, bu günde meşgul olunması gereken bir ilimdir. Bu ilmin de iki mertebesi vardır: Başlangıcı ve sonu... Bunun başlangıcı, kullukla meşgul olmaktır. Sonu ise, sebeplere dayanmamak ve bütün işleri.

Müsebbibul-Esbâb olan Allah'a havale etmektir ki, buna da tevekkül denilir. Allahü Teâlâ bu iki makamı, "Öyleyse Ona İbâdet et ve Ona tevekkül et!", diyerek zikretmiştir.

Meâd ilmi'ni ise, "Rabb'in, onların yaptıklarından habersiz değildir" (Hud, 123) diyerek zikretmiştir. Yani, "Yarınki gününde amellerinin neticesi sana ulaşacaktır" demektir. Böylece bu âyet-i kerime, bu üç mertebede kendisinden bahsedilen şeylerin kemâlini ihtiva etmiştir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın: "İzzet sahibi olan Rabb'ini, onların vasıflamalarından tenzih et!" (Saffat, 180) âyetidir. Bu ifâde, mebde' ilmine işarettir. Bundan sonra Cenâb-ı Hak: "Gönderilmiş olan peygamberlere selâm olsun" (Saffat, 181) buyurmuştur ki, bu da "vasat ilmi"ne işarettir. Daha sonra ise, "Hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur" (Saffat, 182) buyurmuştur ki bu, cennetliklerin sıfatlarından bahsederken, "Dualarının sonu dar "Hamd olsun kâinatın Rabb'İ olan Allah'a" demektir" (Yunus, 10) buyurulduğuna göre, "meâd itmi"ne işarettir.

Bunu iyice anladığtn zaman biz deriz ki, bu üç mertebenin tarifi, Bakara sûresinin sonunda belirtilerek zikredilmiştir. "O Peygamber de kendisine Rabb'inden indirilene imân ettir mü'minler de.. (Onlardan) her biri, Allah'a, O 'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı. "O'nun peygamberlerinden hiçbirini, diğerlerinden ayırmayız, (hepsine inanırız)" kısmı "mebde' bilgisi"ne; "Dinledik ve itaat ettik" dediler" kısmı, insanın, bu dünyada bulunduğu sürece bilmesi ve-meşgul olması gereken hallerin bilgisi demek olan, "vasat ilmi"ne ve, "Yâ Rabbena, mağfiretini (isteriz). Varış ancak sanadır" sözü de meâd ilmine işarettir. Bu sırlara muttali olmak, kalbi nurlandırır ve onu cisimler âleminin darlığından gökler âleminin genişliğine ve semâvâtın güzellik nurlarına doğru cezbeder.

Üçüncü açıklama: Konular iki kısımdır:

a) Mevcudatın hakikatlerinden bahsetmek.

b) Vâcib, caiz ve yasak olması bakımından fiillerin hükümlerinden bahsetmek. Birinci kısım, akıldan; ikinci kısım da nakilden elde edilir. "(Onlardan) her biri, Allah'a ... imân etti" beyanıyla birinci kısım; "Dinledik ve itaat ettik", dediler" beyanıyla da ikinci kısım murâd edilmiştir.

İkinci Mesele

Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Âyetteki (......) ifâdesi, "sözünü işittik, emrine itaat ettik" manasınadır. Ancak ne var ki, bu ifâdeyle medheditmiş olmaları cihetiyle (sözde kendilerine delil bulunduğu için) mef'ûller hazfedilmiştir. Ben derim ki: Bu, Abdulkâhir en-Nahvî (r.h)'nin zikrettiği gibi mef'ûlün hem zahiren hem de takdiren hazfedilmesinin evlâ olduğu şeyler kabilindendir. Çünkü sen, bu ifâdenin takdirini, "sözünü işittik ve emrine itaat ettik" şeklinde yaptığında, bu durumda burada O'nun sözünden ayrı bir söz ve onun emrinin dışında, itâat edilen başka bir emrin varlığı söz konusu olabilir. Fakat mef'ûl takdir edilmediğinde, bu söz topyekün varlıkta Allah'ın buyruğundan başka işitilecek bir söz, O'nun emrinden başka, mukabilinde, "emredersiniz!" denilecek bir emrin bulunmadığına delâlet eder. Binâenaleyh burada mef'ûlü hem şeklen, hem de mânâ bakımından hazfetmek daha uygundur.

Üçüncü Mesele

Bil ki, Cenâb-ı Hak, bu mü'minlerin imânını vasfedince, bundan sonra onları "Dinledik, itaat ettik" demekle nitelemiştir. Buna göre, âyetteki "Dinledik" sözünden murad, zahirî dinleme değildir. Çünkü zahiren dinleme bir övgüye lâyık değildir. Bilâkis bu ifâdeden murad, "Biz onu aktl kulaklarımızla dinledik." Yani, "Onu anladık ve doğru olduğunu bildik; "emredersiniz", kesin olarak meleklerin ve peygamberlerin lisanı üzere bize gelmiş olan bütün mükellefiyetlerin hak ve gerçek olduğunu, kabul edilmesinin vâcib olduğunu bildik" mânâsıdır. Kabul etme ve antama mânâsında (duydu, dinledi) fiili, Kur'ân-ı Kerim'de kullanılmıştır. Cenâb-ı Hak: "Şüphesiz bunda aklı olan, yahut şâhid olarak kulak veren kimseler için bir öğüt vardır" (Kâf, 37) yani, "uyanık bir anlayış ile öğüdü dinleyen kimse için bir öğüt vardır" buyurmuştur. Bu durumun aksi ise, Allah'ın: ifâ "Onlar sanki kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, sanki o (âyetleri) işitmemişler gibi..." (Lokman, 7) âyetidir.

Allahü teâlâ, bundan sonra "itaat ettik" buyurmuştur. Bu ifâde, mükellefiyetler konusunda onların inançlarının sahîh olduğuna delâlet ettiği gibi, mükellefiyetlerden hiç birisini ihlâl etmediklerine de delâlet eder. Böylece Cenâb-ı Allah, bu iki lafızla, gerek ilim, gerekse amef bakımından, mükeltefiyetfere taalluk eden herşeyi toplamıştır.

Bundan sonra Cenâb-ı Hak, onların "Ya Rabbena, mağfiretini (isteriz) varış ancak sanadır" dediklerini nakletmiştir. Bu ifâdede birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu âyetle ilgili şu sual sorulur: Bu topluluk mükellefiyetleri kabul edip, onlara amel de ettiklerine göre, daha niçin mağfiret talebinde bulunma ihtiyacını duymuşlardır?

Buna birkaç şekilde cevap verilir:

1- Onlar, mükellefiyetlerini yerine getirme hususunda, her nekadar bütün gayretlerini sarfetmiş iseler de, kendilerinden bir kusurun sâdır olmasından korkmaktadırlar. İşte bunu mümkün gördükleri için, "Ya Rabbena, mağfiretini (isteriz)" demişlerdir. Bunun mânâsı, "yaptıkları ve sakındıkları şeylerde kusurlarından ötürü, Allah tarafından bir mağfiret isterler" şeklindedir.

2- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Benim kalbim de bulutlanır ve ben hergün ve gece Allah'a yetmiş defa Müslim, zikir. 41 (4/2075) ("Yetmiş defa" yerine "yüz defa" gelmiştir); Ebu Dâvud vitr 26 (2/85) (aynı farkla birkaç ayet bulunmaktadır. Âlimler bu hadis hakkında çeşitli izahlar yapmışlardır. Onlardan birisi de şu izahtır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kulluk derecelerinde terakki ediyordu. O, bir makamdan, daha üstteki makama çıktığında, önceki makamı daha değersiz görüyor ve işte bundan dolayı Allah'tan mağfiret taleb ediyordu. Buna göre, bu âyetteki mağfiret istemeyi, bu manaya hamletmek uzak bir ihtimal değildir.

3- Bütün tâatlar, Allah'ın ilâhlık hakları karşısında, birer kusurdur. Allah'ın kibriya nurları karşılığında, mahlûkatta meydana gelen her türlü bilgi eksiktir, kusurludur ve cehalettir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak: "(Onlar) Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" (Zümer, 67) buyurmuştur. Durum böyle olunca kul, kulluk mertebelerinin hangisinde olursa olsun ve isterse son derece âlim olsun, bu, Allah'ın kibriyasının celâli ile mukayese edildiğinde, istiğfar edilmesi gereken kusurun kendisi olur. İşte Hak teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ' Bil ki, Allah 'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve günahın için istiğfar et' (Muhammed, 19) buyurmasındaki sır budur. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kulluk makamları ne kadar yüce olsa da, her yükseldiği derecede, yükseldiği bu derecelerin, Hazret-i Allah'a nisbetle noksan olduğu ortaya çıkıyor, O da bundan dolayı Allahü Teâlâ'dan bağışlanmasını istiyordu. Yine Allahü teâlâ: "Bunların oradaki duaları, "Allah'ım! Seni tesbih ve tenzih ederiz" (sözüdür.) Oradaki iltifattan da selamdır" (Yunus, 10) diyerek, cennetliklerin sözünü nakletmiştir

Bu âyetteki "Allah'ım! Seni tesbih ederiz" sözü, tenzihe işarettir. Cenâb-ı Hak, bu âyetin sonunda, "(Onların) dualarının sonu da, "Hamd olsun kâinatın Rabbi Allah'a" (demektir)" (Yunus, 10) yani, "O hamdin ne olduğunu tam olarak akıllarımızla anlayamasak ve ifâde edemesek bile, bütün hamdler Allah'a aittir" demektir" buyurmuştur.

İkinci Mesele

Ayetteki (......) ifâdesinin takdiri "Mağfiretini bize ver" şeklindedir. Duâ cümlelerinde masdar, fiilin yerini tutar. Mesela"sulamak" (yani bizi sula) ve "gözetmek" (yani, bizi gözet) masdartarında olduğu gibi. Ferra, bunun emir yerine kullanılan ve bundan dolayı mansub olan bir masdar olduğunu söylemiştir. Bunun bir benzeri de aİ' yani, "Haydi namaza namaza" ve yani, "Aslandan sakın aslandan" ifâdeleridir. Bu görüş, âyetteki bu ifâdenin takdirinin "Mağfiretini isteriz " şeklinde olduğunu söyleyenlerin görüşünden daha evlâdır. Çünkü âyetteki bu ifâde, baştan beri mağfiret manasına icâd edilmiş olunca, bu manaya daha çok delâlet eder. Bunun bir benzeri de senin (......) yani (hamdederim) ve (şükrederim) demen gibidir.

Üçüncü Mesele

Bu mağfiret talebi, şu iki şeyle birlikte olmuştur:

a) Bu mağfiret, "Senti mağfiretini" denilerek Allah'a nisbet edilmiştir.

b) Bu ifâdenin, hemen peşisıra "Rabbena" hitabı getirilmiştir.

Bu iki kayıttan birincisi, şu manalara gelir:

1- Sen, mağfiret etmede en mükemmel olansın. Sen, günahları bağışlayansın. Sen, gafursun. Nitekim Hak teâlâ: "Senin Rabb'in gafurdur" (Kehf. 58) ve "O, çok affeden ve çok sevendir" (Buruc, 14) buyurmuştur. "Sen gaffarsın." "Rabb'inizden mağfiret dileyin. Çünkü O, gaflardır" (Nuh, 10). Yani, O'nun gaffar oluşu, sadece bu vakte has değil, bundan önce de O, günahları çok bağışlayan idi. Binâenaleyh bu bağışlama O'nun bir sanatı gibidir. Buna göre, Allahü teâlâ'nın bu âyetteki, (......) hitabının mânâsı, "senden mağfiretini isterim. Sen, bu sıfatta kâmil bir zatsın" Bir sıfatta kâmil olan zattan, kâmil bir şekilde bağışta bulunması beklenir. Buna göre, (......) ifâdesi, kâmil ve tam bir mağfireti taleb etmek olur. Bu ise, Allah'ın fazlı ve rahmeti ile bütün günahı bağışlaması ve onları hasenata tebdil etmesi ile olur. Nitekim Hak teâlâ, "İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir" (Furkân, 70) buyurmuştur.

2- Sahih hadiste, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Allah'ın yüz parça rahmeti vardır. Onlardan birini meleklere, cinlere, insanlara ve bütün hayvanlara paylaştırmıştır ki onlar bu rahmet ile birbirlerine merhamet ederler. Doksandokuz parça rahmetini ise, kıyamet gününe saklamıştır'. Müslim, tevbe, 19-20 (4/2108) (az farklı bir şekilde). İşte Hak teâlâ'nın: "Mağfiretini" (dileriz) bitabından muradın, kıyametteki bu büyük bağışlaması olduğunu sanıyorum. Buna göre sanki kul şöyle demektedir: "Farzet ki günahlarım çok. Ancak senin mağfiretin benim günahlarımdan daha büyük."

3- Sanki, bu ifâde ile kul şöyle demek istemiştir: "Senin celâl ve ulûhiyet sıfatlarından herbirinin eseri, belli bir yerde tecelli eder. Meselâ yokluktan sonra varlık olmasaydı, kudretinin eserleri zuhur edip gözükmezdi. Bu son derece hayran bırakan tertip ve düzen olmasaydı, ilminin eserleri görünmezdi. Aynen bunun gibi, eğer kulun günahı ve kusuru, aczi ve ihtiyacı olmasaydı, senin mağfiretinin eserleri de gözükmezdi." Buna göre, sözünün mânâsı, "Eseri ancak benim, ve benim gibi suçluların üzerinde kendini gösterecek mağfiretini istiyorum" şeklinde olur.

İkinci kayıd ki bu, Ey Rabbimiz" hitabıdır. Bunun da birçok manaları vardır:

1- Seni tevhidin ile anmadığım sırada beni terbiye edip büyüttün. O halde ömrümü senin tevhidin yolunda tükettiğim bu esnada, beni terbiye edip büyütmemen keremine nasıl yakışır.

2- Ben, yok iken beni yaratıp terbiye ettin. Eğer sen, beni o zaman eğitip büyütmeseydin, zarara uğramazdım. Çünkü o zaman, yok olarak kalırdım. Fakat şu anda sen beni terbiye etmez isen, büyük zarara uğrayacağım. Bundan dolayı beni ihmal etmemeni taleb ediyorum.

3- Beni, mazide terbiye edip büyüttün. Bundan dolayı mazide beni terbiye edişini, istikbalde terbiye etmen hususunda, yanında şefaatçi kıl.

4- Geçmişte beni terbiye ettin. Uygun ve mâruf olanı tamamlamak, başlatmaktan daha hayırlıdır. O halde, fazlın ve rahmetin ile, bu terbiyeyi tamamla.

Sonra Allahü teâlâ: "Varış, ancak sanadır" buyurmuştur ki bunun şu iki faydası vardır:

a) Bu, onların, mebde'i (başlangıcı) kabul edip, ikrar ettikleri gibi, meâdi (âhireti) de İkrar ettiklerini açıklamaktadır. Çünkü, mebde'e iman, me'âda imânın temelidir. Zira Allahü teâlâ'nın cüz'iyyatı bildiğini ve her türlü mümkinata kadir olduğunu kabul eden kimsenin, mutlaka me'âdı (âhireti) de kabul etmesi gerekir.

b) Bu, kut, Allah'ın varılacak yegâne zât olduğunu, O'nun hükmünden başka hükme başvurulamayacağını ve Allah'ın izni olmaksızın, hiç kimsenin şefaat edemeyeceğini bildiği zaman, taatlardaki ihlâsının tastamam ve günahlardan kaçınmasının da mükemmel olacağının beyânıdır. İşte Allahü teâlâ'nın, mü'minlerin imanlarını açıklamasına dair yaptığı son açıklaması budur.

285 ﴿