9"Ey Rabb'imiz, muhakkak ki sen, hakkında hiç şüphe bulunmayan bir gün için insanları toplayacak olansın!.. Şüphesiz, Allah sözünden caymaz" Bil ki, bu duâ ilimde derinleşen kimselerin sözlerinin geriye kalanıdır. Bu böyledir; çünkü onlar, Allah'dan kendilerini sapmaktan korumasını, hidâyet ve rahmetini kendilerine has kılmasını isteyince, sanki şöyle demek istemişlerdir: "Bu talepten maksadımız, dünya istekleriyle ilgili bir şey değildir... Çünkü bunlar, fani şeylerdir, sona ericidirler. Bu duamızdan en büyük gayemiz âhiretle ilgili olandır... Çünkü biz, ey Rabb'imiz, senin, hesaba çekmek için kıyamette insanları bir araya getireceğini biliyoruz.. Yine, senin va'adinden ve sözünden dönmeyeceğini; sözünün yalan olmadığını da biliyoruz... Kalbleri haktan sapan kimseler, orada devamlı bir azâb içinde kalırlar... Tevfîkini, hidâyetini ve rahmetini verip, kendilerini mü'min kıldığın kimseler ise, orada ebedî saadet ve ikramlar içinde bulunurlar..." Buna göre bu duadan en büyük maksat, âhiret ile ilgili olan kısımdır. Geriye âyetle ilgili birkaç mesele kalmıştır: Hak teâlâ'nın: (......) buyruğunun takdiri, "İnsanları hakkında şüphe olmayan bir günde, hesaba çekmek, cezalandırmak için toplayacak olansın" şeklindedir. Buna göre bu ifâdeden maksat açık olduğu için (......) kelimesi hazfedilmiştir. Cübbaî şöyle demektedir: "Mü'minlerin sözü kısmında bitmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, kavlidir. Buna göre insanlar, "Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen, kendisinde hiç şüphe bulunmayan bir gün için insanları toplayacak olansın!" dediğinde, Allahü Teâlâ da, onları bu konuda tasdik etmiş ve onların sözlerini, "Şüphesiz, Allah sözünden caymaz" diyerek te'kîd etmiştir. Bu, Hak teâlâ'nın bu sûrenin sonunda, mü'minlerden naklettiği: "Ey Rabbimiz, peygamberlerinin lisânı ile bize va'adetmiş olduğun şeyleri ver bize... Kıyamet günü yüzümüzü kara çıkarma. Şüphe yok ki sen, sözünden asla dönmezsin" (Âl-i imrân, 194) âyeti gibidir." Bazı âlimler de, bunun gaibten muhataba geçilmek suretiyle bir iltifat olduğunu söylemişlerdir. Kur'ân-ı Kerim'de bunun misalleri pek çoktur. Nitekim Hak teâlâ:"Nihayet siz gemide bulunduğunuz ve gemiler de güzel bir rüzgâr ile bunları akar gibi götürdükleri zaman..." (Yunus. 22) buyurmuş, (hitaptan gıyaba geçmiştir.) Buna göre şayet "Mü'minler bu âyette (Âl-i imran, 194) âyetinde de demişlerdir" denilirse, ben derim ki: Allah en iyisini bilir ya, İkisi arasındaki fark şudur: Bu âyet (âli imran, 9) heybet ve ta'zîm makamında getirilmiştir. Yani ulûhiyyet, mazlumun hakkını zâlimden almak için haşir ve neşrin (ölümden sonra dirıltilmenin) bulunmasını gerektirir. Buna göre O'nu, burada İsm-i Âzamıyla zikretmek, daha muvafık ve evlâdır. Ama Âl-i İmran 194'dekifl buyruğuna gelince, bu makam, kulun Rabb'inden kendisine lütfuyla in'âmda bulunmasını ve günahlarım bağışlamasını istediği makamdır. Buna göre bu makam heybet makamı değildir. İşte bundan dolayı şüphesiz Cenâb-ı Hak, (âli imran, 194) buyurmuştur. Hak teâlâ'nın Vaidinden (Azaptan)Geçmesi Cübbaî bu âyette, fasıkların mutlaka azapla tehdid edildikleri hususunda istidlal ederek, şöyle demiştir: Allahü teâlâ'nın Vaîdinden "Çünkü vaîd de, "Rabb'imizin bize va'adettiğinl hak olarak bulduk. Siz de, Rabb'inizin (tehdit olarak) size va'adettiğinigerçek olarak buldunuz mu?" (Araf, 44) âyetinin delaletiyle, va'ad lafzının kapsamında ele alınmıştır. Buna göre kelimeleri aynı mânayı ifâde eder. Allahü Teâlâ da bu âyette, miadından caymayacağını haber vermiştir. Böylece bu âyet, O'nun vaîdinden de caymayacağına bir delil olur." Cevap: Biz, Allahü Teâlâ'nın, fâsıkları mutlaka azapla tehdid ettiğini kabul etmiyoruz. Daha doğrusu bu ceza, ulemâ arasında ittifakla "tevbe etmeme şartına" bağlandığı gibi, bize göre Cenâb-ı Hakk'ın affetmeme şartıyla da mukayyettir. Nasıl siz bu şartı ayrı bir delille isbât ettiyseniz, bunun gibi biz de, affın bulunmamasını ayrı, munfasıl bir delille isbât ettik.. Biz, Allahü Teâlâ'nın onları tehdit ettiğini kabul ediyoruz, ama bu vaîdin (tehdîdin) "va'ad" lafzının kapsamına girdiğini kabul etmiyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın, . 44) buyruğuna gelince, biz deriz ki bunun, Cenâb-ı Hakk'ın:arı elim bir azâbla müjdele" (Âl-i imrân, 21) ve "Tâd (o azabı!) Hani sen, çok uluf çok şerefli idin!" (Duhân. 49) âyetlerinde olduğu gibi olması niçin caiz olmasın? Yine bundan muradın, "Onların, putlarından Allah katında kendilerine şefaat etmelerini beklemesi.." olması niye caiz olmasın? Böylece bu va'adden (Araf, 44) murad, putlardan beklemiş oldukları bu fayda ve menfaat olur.. "Vaîd" meselesiyle ilgili sözümüzün tamamı, Bakara sûresinde, "Hayır! Kim bir kötülük kazanır da, suçu kendisini çepeçevre kuşatırsa, onlar cehennemliktir, onlar orada, ebedî olarak kalıcıdırlar" (Bakara, 81) âyetinin tefsirinde geçmişti.. Vahidî, "Basît" adlı eserinde, başka bir izahtan da bahsederek şöyle der: "Bunun, düşmanların vaîd (tehdit)'ine değil de dostların va'adine hamledilmesi niçin caiz olmasın? Çünkü vaîd'den caymak, Araplar nezdinde güzel bir şeydir." Vahidî sözüne devamla, "Bunun delili ise, Arapların bunu methetmeleridir. Nitekim şair "O, sürür verici bir şeyi va'adettiğinde, va adini yerine getirir... Ama, zarar verici bir şeyle tehdit ettiğinde de, af duygusu bunu yapmasına mâni olur.." demiştir. Ebu Amr İbn el-Alâ ile Amr İbn Ubeyd arasında şöyle bir münazara geçtiği rivayet edilmiştir: Ebu Amr, Amr'a: "Büyük günah sahipleri hakkında ne dersin?" dedi. O: "Ben derim ki, Allah hem alabildiğine va'adetmiştir hem de alabildiğine va'îdde bulunmuştur. O, va'adini yerine getireceği gibi, va'îdıni de yerine getirecektir" dedi. Bunun üzerine Ebu Amr: "Sen yabancı bir adamsın. Ben konuştuğun dilin yabancı olduğunu söylemiyorum, kalbinin yabancı olduğunu söylüyorum. Çünkü Araplar va'adden dönmeyi bir ayıp, va'îdden (tehdidden) dönmeyi ise bir fazilet sayarlar" dedi ve şu şiiri söyledi: "Ben bir va adde veya bir va 'idde (tehdidde) bulunur isem, va 'îdimi yerine getirmem ama, vaadimi tutarım." Bil ki Mu'tezile, Ebu Amr İbn el-Alâ bu sözü söyleyince, Amr İbn Ubeyd'in ona şöyle dediğini de nakletmişlerdir: "Ya Ebâ Amr, Allah da "Kendisini yalanlayan" diye adlandırılabilir mi?" deyince o: "Hayır!" dedi. Bunun üzerine Amr İbn Ubeyd: "Senin istidlalin düştü, hükümsüz oldu!" dedi. Mu'tezile, Ebu Amr İbn el-Alâ'nın, buna karşılık hiçbir şey söyleyemediğini de nakletmiştir. Buna göre, Ebu Amr İbn el-Alâ'nın bu soruya şöyle diyerek cevap vermesi mümkün idi: "Sen vaîd'i va'ad'e kıyasladın. Ama ben, bunu şu iki konu arasındaki farkı beyân etmek için zikrettim: Va'ad, Allah üzerinde bir haktır... Vaîd ise, O'nun hakkıdır. Buna göre, kendi hakkından vazgeçen kimse, cömertliğini ve kerem sahibi olduğunu göstermiş olur. Başkasının hakkını düşüren, iskât eden kimseye gelince, işte bu kimse kınanır... Böylece, va'ad ile vaîd arasındaki fark ortaya çıkmış ve senin kıyâsın da bâtıl olmuş olur... Sen bu şiiri, bu farkı ortaya koymak için zikrettin.. Senin, "Eğer yapmazsa, o kendisini yalanlamış ve yalancı olmuş olur mu?" şeklindeki sözüne gelince, bunun cevabı da şudur: Bu, vaîdin şartsız olarak bulunması halinde söz konusu olur.. Halbuki, bana göre bütün vaîdler, O'nun afvetmemesine bağlıdır. Binâenaleyh O'nun affetmemesinden dolayı, sözüne bir yatan arız olması gerekmez. İşte bu anlatılanla ilgili olarak söylenebilecek sözümüz bundan ibarettir. |
﴾ 9 ﴿