14"Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş; salma güzel atlar, hayvanlar, ekinlerden yana nefsin İsteklerine sevgi, insanlar için bezenip süslenmiştir. Bunlar, dünya hayâtının geçici menfaatidir. Nihayet dönüp varılacak yerin bütün güzelliği Allah'ın nezdindedir" . Bu Âyetin Mâkabliyle Münasebeti Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: Âyet-i kerime'nin mâkabliyle münasebeti hakkında iki görüş vardır: Birinci görüş: Şu kıssayla ilgili olan açıklamadır: Biz, (Necran'dan gelen) hristiyan hey'etinden Ebû Harise İbn Alkame'nin kardeşine, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözünde doğru olduğunu bildiğini" itiraf ettiğini; ancak ne var ki bunu, Rum krallarının kendisine vermiş oldukları mal ve makamı geri atacakları endişesiyle açığa vurmadığını söylemiştik.. Yine biz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Bedir savaşından sonra, yahudileri İslâm'a davet ettiğini, onların ise buna mukabil, kendilerinin güç ve kuvvetlerini ortaya koyup, mallarına ve silâhlarına güvendiklerini anlatmıştık... Böylece Cenâb-ı Hak bu âyette, bu ve bunların dışındaki diğer dünya metâının zeval bulacağını, yok olacağını; âhiretin ise hayırlı ve daha baki olacağını beyan buyurmuştur. İkinci görüş: Yapılmış olan umumî te'vile göre, bu şöyledir: Allahü Teâlâ önceki âyette, "Allah, dilediğini yardımıyla te'yid eder Şüphesiz bunda; kalb gözleri açık olanlar için bir ibret vardır" (Âl-i İmran. 13) buyurunca, bunun peşinden o "ibref'in beyânı yerine geçecek olan bir açıklama getirmiştir ki, o da şudur: "Allahü teâlâ insanlara, cismanî şehvete tutku ile dünyevî lezzetlerin ve hazların hoş gösterildiğini, sonra bunların lezzetleri rlevam etmeyen fâni şeyler olup, geriye ise onların sorumluluklarının kalacağını beyân etmiş; daha sonra da, "De ki, "Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" (âl-i imran, 15) ifadesiyle insanları âhiret ile ilgili olan şeylere teşvik etmiş, daha sonra da, Âl-i İmran 17. âyetinin sonuna kadarki kısımda, sabreden ve doğru olan kimselerden kullukta sebat edenler için hazırlanmış olan âhiretin güzelliklerini, tayyibâtını açıklamıştır. Bu Tezyîn (Süsleme) İşini Yapan Kimdir? Âlimler, Hak teâlâ'nın, buyruğundaki "tezyin", süslü gösterme işini yapanın kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bizim âlimlerimizin bu konudaki görüşleri açıktır. Çünkü onlara göre bütün fiillerin yaratıcısı Allah'tır. Yine onlar şöyle de demişlerdir: (Bu'bezeyen ve süsleyenin) şeytan olduğunun kabul edilmesi durumunda, o zaman şeytana küfrünü ve bid'atını süslü gösteren kimdir? Eğer bunun başka bir şeytan olduğu söylenirse, neticede teselsül gerekir. Eğer bu, bizzat o şeytanın kendisinden meydana gelmiş ise, bu, insan hakkında da aynıdır. Eğer bu küfür ve btd'ât Allah'ın yaratması ile meydana gelmiş ise - ki doğru olan da budur- bu, insan hakkında da aynıdır. Kur'ân'dabu nükteye "Ey Rabb'imiz, işte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Kendimiz nasıl azmışsak onları da öylece azdırdık" (Kasas, 63) âyetinde işaret edilmektedir. Yani "Bir kimse, bizim onları azdırıp saptırdığımıza inanıyor ise, ya bizi saptıran kimdir?" Bu söz son derece açıktır. Mu'tezile'den Kâdî, kendilerinden şu üç görüşü nakletmiştir: Birinci görüş: Kâdî, Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Şeytan insanlara süslemiştir ve bu hususta Allah adına yemin etmiştir." Kâdî, Mu'tezile namına şu delilleri ileri sürmüştür: a) Allahü teâlâ şehvetlere dair sevgiyi, mutlak olarak zikretmiştir. Dolayısıyla, bu ifâdenin kapsamına haram olan şehvetler de girer. Haram olan şehvetleri süsleyen ise, ancak şeytandır. b) Allahü Teâlâ, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten bahsetmiştir. Bu çok malı böylesine sevmek, ancak dünyayı talebinin kıblesi ve bütün amaçlarının nihâî hedefi edinen kimselere yakışır. Çünkü âhireti tercih eden kimseler, kendilerini başkasına muhtaç bırakmayacak miktar ile yetinirler. c) Hak teâlâ'nın, "Bunlar, dünya hayâtının geçici mefaatıdır" buyruğudur. Muhakkak ki Cenâb-ı Hak, bunu dünyayı zemmetmek, fazla önemsememek sadedinde zikretmiştir. Kınanmış olan bir şeyin ise, o kimseye süslenmiş olması imkânsızdır. d) O'nun bu âyetten sonra, "De ki, "size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" (âl-i imran, 15) buyurmuştur ki bu ifâdeden Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, kulun dünyâya iltifatını önleyip, dünyayı onun gözünden düşürmektir. Bu ise, dünya gözünde büyümüş olan kimselere uygun düşmez. İkinci görüş: Bu, Mu'tezile'den diğer bir grubun görüşüdür. Buna göre süsleyen, Allah'tır. Bu görüşte olanlar, buna birkaç şekilde istidlalde bulunmuşlardır: a) Allahü teâlâ nasıl, âhiretin menfaatlerine insanları teşvik etmiş ise, aynı şekilde dünyanın lezzetlerini de yaratmış ve bunları kullarına mubah kılmıştır. Hak teâlâ'nın, bunları insanlara mubah kılması, tezyin edip süslemek manasına gelir. Çünkü Cenâb-ı Hak, şehveti ve şehvet duyulan şeyi yaratıp, şehvet duyan insanlarda da onlardan tad alacaklarına dair bir bilgi yaratarak, o şeyleri almayı insana mubah kılınca, Cenâb-ı Hak, onları tezyin etmiş ve süslemiş olur. b) Lezzet veren bu şeylerden istifâde etmek, âhiret menfaatine götüren birer vesiledir. Allahü teâlâ, bu vesilelere başvurmayı teşvik etmiştir. Dolayısı ile bunları süsleyen Allah olmuş olur. Biz, bunlardan istifâde etmenin, âhiret mükâfaatına götüren vesileler olduğunu söylüyoruz. Bu, şu bakımlardan olur: 1- İnsanın matını tasadduk etmesi bakımından... 2- İnsan, bunlar sayesinde Allah'a itâata güç ve kuvvet kazanır. 3- İnsan bunlardan istifâde edip, bunların ancak Allah'ın yaratması ve yardımı ile müyesser olduğunu bildiğinde, bu, kulun büyük bir şükür edâ etmesine sebeb olur. İşte bundan dolayıdır ki es-Sahib İbn Abbâd şöyle derdi: "Yazın soğuk suyu içmek, hamdin kalbin derinliklerinden çıkmasına sebep olur." es-Sahib, bu mânâda bir de şiir söylemiştir. 4- Bu lezîz ve güzel şeylerden istifâde edebilen, bunları bırakıp, kullukla meşgul olunca ve kulluk yolunda çeşitli sıkıntılara katlanınca daha büyük mükâfaatlar elde eder. Böylece bütün bu izahlardan, o güzel şeylerden istifâde etmenin, âhiret mükâfaatım elde etmeye birer vesife olduğu sabit olur. 5- Allahü teâlâ: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur" (Bakara 29); "De ki, "Allah'ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıklan kim haram etmiş?" (Araf, 32); "Her namazınızda güzel elbisenizi giyinin" (A'râf, 31); "Biz yer üzerinde olan şeylere, onlara mahsus birer zînet verdik" (Kehf, 7); "O, gökten su indirip, sizin için onunla rızık olarak türlü türlü meyveler çıkardı" (Bakara, 22); ve "Yerdeki şeylerden helâl ve temiz olmak şartıyla yiyin" (Bakara, 168) Bütün bu âyetler, süsleyenin Allahü teâlâ olduğuna delâlet "O, insanlar için süsledi.." şeklinde okuması da bu görüşü te'kîd eder. Üçüncü görüş: Ebu Ali el-Cübbâî ile Kâdî'nin kendi görüşüdür ve meseleyi taksim etmektedir: Çünkü, bu konuda vâcib veya mendub olan herşeyin müzeyyini (süsleyeni) Allahü teâlâ'dır. Haram olan herşeyin süsleyeni ise şeytandır. Kâdî'nin söylediği işte budur. Bunlardan başka bir üçüncü kısım daha vardır ki bu, yapılmasında veya yapılmamasında herhangi bir sevab veya ikâb bulunmayan mubahlardır. Kâdî bu kısımdan bahsetmemiştir. Halbuki bunu da söylemesi ve bu mubahları süsleyenin Allah mı, şeytan mı olduğunu belirtmesi gerekirdi. Hak teâlâ'nın: "Nefsin isteklerini sevme" hakkındaki âyetidir. Bununla ilgili şu üç izah yapılmıştır; Birinci izah: Buradaki "şehevat", arzu edilen şeyler demektir. Aradaki irtibattan dolayı, arzu edilen şeyler mecazî olarak böyle isimlendirilmiştir. Nitekim, aynı şekilde, güç yetirilen şeye "kudret", ümid edilen şeye "reca" (ümit); bilinen şeye de "ilim" denilmiştir. Bu, Arapça'da yaygın olan bir istiare (mecaz)dir. Meselâ, "şu, onun arzu duyduğu şeydir" manasında"Şu, falancanın şehvetidir" denilir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Arzu edilen şeylerin, "şehvet" diye isimlendirilmesinde, şu iki mânâ vardır: a) Allahü teâlâ, arzu duyulmuş olmaları ve istifâde edilmede aşın hırs duyulmaları hususlarında mübalağa etmek için, âyette sayılan şeyleri "bizzat şehvetin ve arzunun kendisi" olarak saymıştır. b) Şehvet, filozoflara göre, rezîl ve kınanmış bir sıfattır. Bu şehvet ve arzuların peşine düşenler, kendilerinin hayvan gibi olduklarını görürler. Binâenaleyh âyette bu lafzın zikredilmesinden maksad, insanları bunlardan nefret ettirmektir. İkinci izah: Kelâmcılar şöyle demişlerdir: "Bu âyet, sevginin şehvetten farklı birşey olduğunu gösterir. Çünkü bu âyette, Allahü teâlâ sevgiyi şehvete muzaaf kılmıştır. Muzaaf, muzaafun ileyh'ten başkadır. O halde şehvet, Allah'ın yarattığı fiillerden, muhabbet ise kulun fiillerindendir. Muhabbet (sevgi), insanın bütün maksad ve yaşayışını, leziz ve hoş şeyleri aramaya hasretmesinden ibarettir. Üçüncü izah: Filozoflar şöyle demişlerdir: "İnsan, bazan sevmemek istediği halde bir şeyi sevebilir.Meselâ, bir müslümanın gönlü, bazan bazı haramlara meyledebilir. Fakat o, o haramları sevmemek ve onlara meyletmemek ister. Ama hem bir şeyi seven, hem de o şeyi sevmeyi isteyen kimsenin sevgisi, sevginin (muhabbetin) en ileri derecesidir. Eğer böyle bir sevgi hayır yönünde olur ise, bu saadetin mükemmel şekli olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın, "Gerçekten ben, hayır sevgisine düştüm" (Sâd, 32) dediğini nakletmiştir. Bunun mânası, "Ben, hayrı seviyorum ve hayrı, bahsettiği gibi olur. Çünkü âyetteki, "Nefsin istekleri insanlara bezenfp süslenmiştir" ifâdesi, şu üç sevmiş olmamı da seviyorum" demektir. Eğer bu sevgi şer yönünde olursa, bu, Allahü Teâlâ'nın işte bu âyette âl-i imran mertebeye delâlet eder: a) İnsan, arzu ve şehvet duyulan herşeye arzu duyar. b) İnsan, kendisinin o şeylere olan arzusunu da sever. c) İnsan, bu sevginin güzel ve bir fazilet olduğuna inanır. Bu cümlede, bu üç derece bir araya gelince, bu dereceler şiddet ve kuvvet bakımından en üst noktaya ulaşır ve bundan kurtulma, ancak Allah'ın vereceği büyük bir muvaffakiyyetle olur. Sonra Hak teâlâ bunu insanlara nisbet etmiştir. Bu âyetteki "insanlar" sözü başına harf-i tarif gelmiş olan, umûmi bir lafızdır. Dolayısıyla istiğrak ifâde eder. Binâenaleyh kelimenin zahiri, bu sevginin bütün insanlarda bulunduğunu gösterir. Akıl da buna delâlet eder. Çünkü leziz ve faydalı olan herşey, zatı gereği sevilir ve arzu edilir. Faydalı ve leziz şeyler, cismânî ve ruhanî olmak üzere iki kısımdır. Cismânî olanlar işin başında herkes için söz konusudur. Ruhanî olanlar ise ancak, nâdir olarak bir tek insan için olur. Sonra bu insan için, o ruhanî lezzet ancakcismânî lezzetleri cezbetmesi, kuvvetli ve yerleşmiş bir meleke gibi olur. O'nun insanı, ruhanî lezzetlere çekmesi ise, ufacık bir sebeple kaybol ab ilecek arızî, sonradan olma bir hal gibi olur. Hiç şüphesiz insanlara galip olan, cismânî lezzetlere duyulan bu şiddetli temayüldür. Fakat ruhanî lezzetleri elde etmeye duyulan temayül ancak pek ender insan için söz konusu olur. Sonra bu ruhanî lezzet, o ender insanlar için de ancak çok nâdir zamanlarda olur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu hükmü umûmi kılarak, "Nefsin isteklerine olan sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir" buyurmuştur. Hak teâlâ'nın "Kadınlara, oğullara" sözüne gelince, bunda iki bahis bulunmaktadır. Birinci bahis: (......) ifâdesindeki (......) harf-i cerri, "O halde murdardan, putlardan kaçının!..", (Hacc, 30) âyetindeki harf-i cer gibidir. Bu son âyetin takdiri nasıl, "Murdarın ta kendisi olan putlardan kaçının!" şeklindeyse, bu âyetin takdiri de bunun gibidir. Yâni "İnsanlara, can atılan, arzu duyulan şeylerin ta kendileri olan kadın sevgisi, şunlar, şunlar... ilh. süslü gösterildi" demektir. İkinci bahis: Şunu bil ki, Cenâb-ı Hak burada arzu duyulan, can atılan dört şey saymıştır: a) Kadınlar... Ençok onlardan hoşlanıldığı, haz alındığı ve onlarla olan ünsiyet ve yakınlık daha mükemmel ve tam olduğu için, Cenâb-ı Hak önce onları zikretmiştir. İşte bunun için Cenâb-ı Hak, "Size kendilerine ısınmanız için sizin cinsinizden zevceler yaratmış olması, aranıza da bir sevgi ve merhamet duygusu yerleştirmiş olması..." (Rûm. 21) buyurmuştur. Bunu teyid eden bir başka husus da, helak edici ve yakıcı şiddetli bir aşkın, ancak şehvet ve düşkünlüğün bu nev'inde bulunmasıdır. b) Çocuk sevgisi... Oğullara olan sevgi ıkzlara olan sevgiden daha fazla olduğu için, Cenâb-ı Hak, hassaten oğulları zikretmiştir. Oğullardan istifâde şekli ise, onlardan sürür duyma, onlarla çoğalıp artma, vb. şeyler açısından açıktır, bellidir. Bil ki Allahü teâlâ'nın insanın kalbinde zevce ve oğul sevgilerini yaratmasında yüce bir hikmet vardır. Çünkü eğer bu sevgi olmasaydı, doğum ve çoğalma meydana gelmez, bu da insan neslinin sona ermesine sebebiyyet verirdi.. Bu sevgi, âdeta fıtrî bir özelliktir. Bundan dolayıdır ki bu, bütün hayvanlarda bulunmaktadır. Bundaki hikmet ise, bahsettiğimiz veçhile, neslin bekâsını da sağlamaktır. c) (ve) d) Yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş..." Bu ifâdeyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci bahis: Zeccâc şöyle demiştir: "Kıntar" bir şeyi bağlamak ve sağlamlaştırmak anlamından alınmıştır."Denk" kelimesi de, bağlamak suretiyle sağlamlaştırıldığı için, yine bu mânadan alınmıştır. Buna göre "kıntar" kelimesi, çeşitli belâları savuşturma hususunda kendisine bel bağlandığı "çok mal" anlamına gelir." Ebü Ubeyde, Arapların "kıntâr" hakkında, onun sinirlanamayacak kadar çok olan bir ölçü, mikdar olduğunu söylediklerini nakletmiştir. Bil ki, doğru olan. da budur. Bazı kimseler ise, "kıntâr"ı tahdit edip sınırlamaya çalışmışlardır. Bu konuda da bazı rivayetler bulunmaktadır. Ebû Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber'in: “Kıntar, onikibin “ukiyye” dir Dârimî, Fezaılü'l-Kur'an, 32 (2/467). buyurduğunu rivayet etmiştir. Enes (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "kıntâr"ın bin dinar olduğunu rivayet etmiştir. Ubeyy İbn Kâ'b (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamberin: “Kıntar, bin ikiyüz “ ukiyyedir” dir Dârimî, Fezaılü'l-Kur'an, 32 (2/468). dediğini rivayet etmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh), "kıntâr"ın bin dinar veyahut onikibin dirhem olduğunu söylemiştir ki, bu verilecek diyet miktarıdır. Hasan el-Basrî de bu görüştedir. Kelbî, "kıntâr, Bizanslıların dilinde, bir öküz derisi dolusu altın veya gümüş miktarına denilir " demiştir. Bu hususta, bu sayılanlardan başka görüşler de bulunmaktadır. Ama biz onları zikretmedik. Çünkü onlar, kat'î bir delille desteklenmemektedir. İkinci bahis: (......) kelimesi, kökünden olup veznindedir ve pekiştirme için kullanılır. Nitekim Araplar, "binlerce" "Yığın yığın mal" "Çok sayıda deve" ve "Çok fazla dirhem.." demektedirler. Kelbî ise (......) kelimesinin, bir şeyin üç katını; ise, bunun iki katını ifâde ettiğini, neticede toplamın ise o şeyin altı mislini ve altı katını gösterdiğini söylemiştir. Üçüncü bahis: Altın ve gümüş, bütün eşyanın bedeli olabilecekleri için, sevilmektedirler. Binâenaleyh, bunlara sahip olan kimse, âdeta herşeye sahip olmuş gibidir. Bir şeye sahip olmak (mâlikiyyet) sıfatı, kudreti ifâde eder. Kudret ise, bir kemâl sıfatıdır. Kemâl ve mükemmellik ise, zâtı itibariyle sevilir. Altın ve gümüş de zâtı itibariyle sevilen bu kemâlin elde edilmesinin en mükemmel vesilesi olduğu ve mahbûba götüren vesile de mahbub olduğu (sevildiği) için, işte bu iki şey de sevilmektedirler. e) (......) "salma güzel atlar" hakkındadır. Vahidî şöyle demiştir: (......) kelimesi, (kadınlar) ve (topluluk, cemâat) kelimeleri gibi, kendi lafzından müfredi olmayan bir kelimedir. Atlar da, yürüyüşlerindeki (âdeta) gurur ve kibirden dolayı, (......) diye isimlendirilmiştir. İnsanın gururlu ve kibirli bir biçimde gezmesi de (gururlanmak, kibirlenmek) diye isimlendirilmiştir. Hayâl ve tehayyûl de, bu kuvvenin, söz konusu olan şekli ve sureti zihnimize getirmek için gezip dolaşması sebebiyle bu ismi almıştır. Arıkuşu da, çalımlı yürüdüğü, bazan kırmızı, bazan da yeşil göründüğü için (kibirli) diye isimlendirilmiştir. Âlimler, (......) kelimesinin mânâsında ihtilaf ederek şu üç görüşü ileri sürmüşlerdir: 1- Bu, salıverilmiş, otlayan hayvan demektir. Sen hayvanı otlasın diye mer'âya saldığında (......) dersin. Nitekim sen, O şeyi ayakta tuttum" Onu güzelleştirdim" "Onu büyüttüm" dersin. Bundan maksad, hayvan otladığı zaman güzelliğinin artmasıdır. Hak teâlâ'nın: "Orada (hayvanlarınızı) otlatırsınız" (Nahl, 10) âyeti de bu mânâdadır. 2- Bu kelime, nişanlanmış ve alâmetlendirilmiş mânâsındadır. Ebû Müslim el-İsfahânî şöyle demiştir: "Bu, ya ismi maksûr olan (......) kelimesinden, yada hemzeli olan(......) kelimesindendir. Her ikisi de aynı mânâya, yani güzel görünüm mânâsına gelir. Allahü teâlâ"Secde izinden nişanlan yüzleridir" (Feth, 29) buyurmuştur. Bu görüşte olanlar, bu alâmetin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ebû Müslim, "Bu alâmet ve nişanlardan murad, atların ağzında ve alnında olan beyazlıktır. Bu da atların alınlarının ve ayaklarının beyaz ve sekili olmasıdır " demiştir. Esamm, bunun alacalık; Katâde, alacasızlık; Müerric ise, dağlanmış mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Ebû Müslim'in görüşü daha güzeldir. Çünkü âyette, malların en kıymetlisine işaret vardır. Bu da atın, sakarlı ve sekili olmasıdır. Âlimlerin diğer görüşleri ise, at hususunda herhangi bir kıymet ifâde etmezler. 3- Mücâhid ve İkrime'nin görüşüne göre, "müsevveme" "mutahhame" (temiz ve güzel atlar) demektir. Kaffâl, "mutahhame" kelimesinin güzel kadın manasına geldiğini söylemiştir. f)"hayvanlar" hakkındadır. "En'âm" kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur. (......) deve, sığır ve davar mânâsındadır. Bunlardan, devenin dışında kalan diğer iki cins için denilmez. Fakat tek başına devenin cinsi için bu kelime kullanılır. Çünkü, bu kelime çoğunlukla deve için kullanılmıştır. g) "ekinler" hakkındadır. Bu kelimenin iştikakım (Bakara, 205) âyetinin tefsirinde anlattık. Cenâb-ı Hak, bu yedi şeyi saydıktan sonra "Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatidir" buyurdu. Kâdî şöyle der: "Dünya hayatının geçici faydalarının, sırf onlardan istifâde edilsin diye yaratılmış olduğu herkesin malumudur. Öyle ise, niçin bu âyetteki süslemenin (tezyinin) Allah'a nisbeti caiz değildir? deniliyor." Sonra şöyle demiştir: Dünya metâından faydalanma çeşitli şekillerde olur: 1- Kendisine meta verilen insanın, tek başına bundan istifâde etmesi olup bu şekildeki istifâde kınanmıştır. 2- İnsanın ihtiyacı olduğu halde, elindeki metâdan istifâde etmemesi olup bu da kınanmıştır. 3- İnsanın elindeki meta'ı, kendisini âhiret menfaatlerine ulaştırmayacak şekilde, mubah yollarla kullanmasıdır ki, bu ne medhedilmiş, ne de kınanmıştır. 4- İnsanın elindeki metâdan, kendisini âhiretin güzellik ve faydalarına ulaştıracak bir biçimde istifâde etmesidir. Bu ise, medhedilmiş olan istifâde şeklidir. Allahü Teâlâ sonra"Nihayet dönüp varılacak olan yerin bütün güzelliği, O'nun, Allah'ın nezdindedir" buyurmuştur. Bil ki, Arapça'da (......) kelimesi, varılacak müracaat edilecek yer demektir. Nitekim, - "Adam döndü, baş vurdu... Dönmek" denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak"Muhakkak ki ancak bizedir onların dönüşleri"5) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın bu sözden maksadı: "Allah'ın kendisine dünyayı vermiş olduğu kimselere vâcib olanın, o malını âhiretini imâr ve ihya edecek şeylere ve kendisini âhiret saadetine götürecek yollara sarfetmek olduğunu" beyân etmektir. Sonra, maksat varılacak olan yere teşvik etmek olduğu için Cenâb-ı Hak (......) kelimesini de, "güzellik" kelimesiyle nitelemiştir. Eğer, "Varılacak yer iki kısımdır. Son derece güzel olan cennet ve güzellikten hâlî olan ateş... O halde Cenâb-ı Hak, mutlak olan varılacak yeri niçin güzellikle vasfetmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bizzat kastedilen varış yeri, cennettir. Ama cehennem ise, bizzat olmayıp ârizî olarak maksûddur. Çünkü Cenâb-ı Hak, mahlûkatı azâb için değil, merhamet etmek için yaratmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak Hadis-i kudsîde: Rahmetim gazabımı geçmiştir" Buhâri, tevhid, 55; Müslim, tevbe, 14-16 (4/2107-2108). buyurmuştur. Bu, kendisi vasıtasıyla gizli birçok sırlara muttali olunacak bir sırdır. |
﴾ 14 ﴿