25"Kitaptan kendilerine bir nasip verilmiş olanları görmedin mi ki, aralarında hakem olsun diye Allah'ın kitabına çağınlıyorlar da, sonra onlardan bir zümre (o kitaba) arkalarını dönüyorlar. Onlar, yüz çevirmeyi adet edinmiş kimselerdir. Bunun sebebi şudur: Onlar, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak" dediler. Uydurdukları bu şey, dinleri hususunda onları yanıltmıştır. Onları, (kopmasında) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız ve kendilerine haksızlık edilmeyerek herkese kazandığı tastamam ödendiği zaman (halleri) nice olacak?" Bil ki, Cenâb-ı Allah: "Eğerseninle mücâdele ederlerse, (şöyle) de: "Ben, kendimi Allah'a teslim ettim" (Âl-i İmran, 20) diyerek, bu yahucli milletinin küfürdeki inadlarına dikkat çekince, bu âyette de onların inadlarının ileri derecede olduğunu açıkladı. Çünkü onlar, inandıklarını iddia ettikleri kitaba, yani Tevrat'a uymaya davet edildiklerinde, azgınlık gösterip, arkalarını dönüyorlar. Bu, onların son derece inadcı olduklarını gösterir. Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: Âyetteki "Kitaptan kendilerine bir nasib verilmiş olanları görmedin mi.." ifâdesi, bütün ehl-i kitabı içine alır. Şüphesiz ki bu, zemm (kınama) için gelmektedir. Fakat bir başka delil, ehl-i kitap'tan herkesin böyle zemme müstehak olmadığını göstermektedir. Çünkü Allahü teâlâ: "Ehl-i Kitap içinde ayakta dikilen bir topluluk vardır ki onlar gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah 'in âyetlerini okurlar" (Al-i imran, 113) buyurmuştur. "olanlar..." ifâdesinde geçen "Kitap"tan murad, Kur'ân'dan başka bir kitaptır. Çünkü Allahü teâlâ o kitabı kâfir olan yahudi ve hristiyanlara izafe etmiştir. Durum böyle olunca, o kitabın, onların hak olduğuna ve Allah katından geldiğine inandıkları kitap mânasında anlaşılması gerekir. Kitabın Hükmünden Yüz Çevirenler Hakkında Âyetin Nüzul Sebebi Bu âyetin sebeb-i nüzulü olarak birkaç rivayet zikredilmiştir: 1- İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, yahudilerden bir kadın ile bir erkek zina ettiler. Bunlar, asalet sahibi ailelerden idiler. Tevrat'ta da zinanın cezası olarak recm (taşlanarak öldürülme) hükmü var idi. Asîl oldukları için onları recmetmeyi istemediler ve o ikisinin meselesinde, recmt bırakmaya, onun şeriatında recmi terk etmeye bir ruhsat olur ümidi ile Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e başvurdular. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de recmedilmelerine hükmedince, bunu kabul etmediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sizinle benim aramda Tevrat hakem olsun. Çünkü onda recm hükmü vardır. Sizin en bilgiliniz kimdir?" dedi. Onlar, Abdullah b. Sûriya el-Fedekî" dediler. Onu getirip bir de Tevrat getirdiler. Abdullah İbn Sûriya, Tevrat'taki recm âyetine gelince, elini onun üzerine koyup gizlemek istedi. Bunun üzerine Abdullah b. Selâm (radıyallahü anh), "Yâ Resûlallah, recm âyetinin yeri geçti" diye haber verdi. Bunun üzerine o elini kaldırdı ve recm âyetini buldular. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, o kadın ile erkeğin recmed il melerini emretti. Allah'ın laneti üzerlerine olasıca yahudiler, bundan dolayı son derece gazablandılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirdi. 2- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yahudilerin midraslarına girmişti. Orada, yahudilerden bir grup bulunmaktaydı. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onları İslâm'a davet etti. Bunun üzerine onlar, "Sen hangi din üzeresin?" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İbrahim ümmeti üzereyim.." cevabını verdi. Onlar da "İbrahim bir yahudi idi" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Öyle ise Tevrat'a gelin " dedi. Onlar buna yanaşmayınca Cenâb-ı Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. 3- Hazret-i Peygamberin peygamberliğinin alâmetleri Tevrat'ta zikredilmiş, O'nun peygamberliğinin sıhhatine delâlet eden deliller de, aynı zamanda orada bulunmaktaydı. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları Tevrat'a ve Tevrat'ta kendisinin peygamberliğine delâlet eden sözlere davet etti. Ama onlar bundan kaçındılar. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerimeyi indirdi. Buna göre mâna şöyle olur: "Onlar, kitapları olan Tevrat'ın hükmüne icabet etmekten kaçındıkları için, onların, senin kitabın Kur'ân'a muhalefet etmelerine şaşma! İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, Tevrat'ı getirin de onu okuyun!" (âli imran, 93) buyurmuştur. Bu rivayete göre işte bu âyet, Tevrat'ta, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin gerçekliğine ve doğruluğuna dair delillerin bulunduğuna delâlet etmektedir. Çünkü onlar Tevrat'ta, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin sıhhatine delâlet edecek delillerin bulunmadığını bilselerdi, Tevrat'ta bulunan şeyleri çarçabuk ortaya koymaya yönelirlerdi. Ancak ne var ki onlar bunu gizlemişlerdir. 4- Bu hüküm, yahudi ve hristiyanlar hakkında umûmî bir hükümdür. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Muhammed'in nübüvvetine delâlet eden deliller, Tevrat ve İncil'de mevcut idi. Onlar da Tevrat ve İncil'in hükmüne davet olunmuşlar, ama onlar bunu kabulden kaçınıp diretmişlerdi. Cenâb-ı Hakk'ın"Kitaptan bir nasib" sözünün mânâsı, "Kitabın ilminden bir nasib" demektir. Çünkü bu ifâdeyi zahirine göre efe alırsak, onların hepsine de verilmiş olduğu anlaşılır. Halbuki, bu ifâdeden maksat onların âlimleridir ki, Kitâb'ın hükmüne davet edilenler de bunlardır. Çünkü kitabı bilmeyen kimseler, kitaba davet edilip çağırılmazlar... Hak teâlâ'nın: Allah'ın kitabına çagınlıyorlar"buyruğu hakkında iki görüş vardır: Birinci görüş: İbn Abbas ve Hasan el-Basrî (radıyallahü anh)'nin görüşüdür ki, buna göre buradaki "kitap" lafzından maksat Kur'ân'dır. Buna göre şayet, "Onlar, kendisini tasdik edip de inanmadıkları bir kitabın hükmüne nasıl davet edilirler?" denilirse, biz deriz ki: Onlar, Kur'ân-ı Kerim'in Allah katından bir kitap olduğunu gösteren deliller getirildikten sonra O'nun hükmüne çağrılmışlardır. İkinci görüş: Müfessirlerin pek çoğunun görüşüdür. Buna göre buradaki "kitap" sözünden maksat Tevrat'tır. Bu görüşte olanlar şu delilleri ileri sürmüşlerdir: a) Âyetin sebeb-i nüzulü hususunda zikredilen rivayetler, yahudilerin, Tevrat'ın hükmünü tatbik etmeye çağırıldıklarına, fakat onların bu davetten imtina edip kaçındıklarına delâlet etmektedir. b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların inâd edip hakkı kabul etmeyişlerine taaccûb etmiştir. Taaccüb, onların sıhhat ve doğruluğuna inandıkları ve hak olduğunu kabul ettikleri kitabın (Tevrat'ın) hükmünü kabul etmedikleri zaman söz konusudur. c) Bu, âyetten önceki ifâdelere uygun düşen bir görüştür. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ, peygamberinin görevinin sadece tebliğ olduğunu beyân edip; delillerin apaçık meydanda olmasına rağmen, peygamberine, onların O'nu yalanlamak konusunda söylediklerine karşı sabrı tavsiye edince, onların sıhhatine inandıkları bizzat kendi kitaplarına karşı büyüklenme ve inatlaşma yolunu tutup, böylece de Tevrat'ta Hazret-i Muhammed'in nübüvvetine delâlet eden delilleri gizlediklerini beyân buyurmuştur. Bu da, onların son derece katı bir taassub içinde bulunduklarını ve hakkı kabulden uzaklaştıklarını gösterir. Hak teâlâ'nın: "Aralarında hakem olsun diye" buyruğunun mânası, "Kitap, aralarında hükmetsin diye" şeklindedir. Hükmetmenin kitâb'a nisbet edilmesi, meşhur bir mecazdır. Bu ifâde meçhul sîgasıyla "Hükmolunsun.. diye" şeklinde de okunmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Hak teâlâ'nın: buyruğu, söz konusu ihtilâfın, onlarla Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında bulunduğunu değil de, onların kendi arasında bulunmasını gerektirir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu davet esnasında, onlardan bir kısmının bu daveti kabul etmediklerini bildirmiştir ki bunlar, İsrâiloğullarının "âlimler" olduklarını iddia edip öne sürdükleri başkanlarıdır." Cenâb-ı Hak sonra"Onlar yüz çeviren kimselerdir" buyurmuştur ki, bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: a) Arkalarını dönenler başkanlar ile âlimlerdir. Yüz çevirenler ise, bunların dışındakilerdir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Sonra âlimler sırt çevirince, halk da, âlimlerinin sırt çevirmiş olmasından dolayı, Hazret-i Muhammed'i kabul etmekten yüz çevirmişlerdir. b) Hem sırtını dönüp, hem de yüz çevirenler tek bir zümredir. Buna göre mânâ, "Onlar söz konusu olan bu mesele hususundaki delilleri dinlemeyip arkalarını dönmüşler; diğer mesele ve elde etmek istedikleri hususlar konusunda da, diğer hüccetleri dinlemekten yüz çevirmişlerdir" şeklinde olur. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: Sen, onların sadece bu meseleye sırt çevirdiklerini zannetme! Bilâkis onlar, herşeyden yüz çevirip, kabule yanaşmazlar. Cenâb-ı Hakk'ın: "Bunun sebebi şudur: Onlar, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak" dediler" sözüne gelince, bu ifâdenin tefsiri konusundaki açıklamalarımız Bakara süresindek (Bakara, 80) âyetinin tefsirinde geçmişti, Âyetin mâkabliyle münâsebeti şöyledir: Allahü Teâlâ önceki kısımda, "Sonra da onlardan bir zümre (o kitaba) arkalarını dönüyorlar. Onlar, yüz çevirmeyi âdet edinmiş kimselerdir" buyurunca, bu âyette de, bu sırt dönme ve yüz çevirmenin, sırf onların, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacaktır" demiş olmaları ile meydana geldiğini belirtmiştir. Cübbâî şöyle demektedir: "Bu âyette, cehennemliklerin cehennemden çıkarılacaklarını söyleyenlerin görüşlerinin bâtıl ve yanlış olduğuna bir delâlet bulunmaktadır. Çünkü, eğer bu husus Ümmet-i Muhammed hakkında doğru olursa, aynı şekilde diğer ümmetler hakkında da doğru olur. Eğer bu diğer ümmetler hakkında sabit ve doğru olursa, bunu söyleyen yalancı olmaz ve aynı zamanda kınanmaya müstehak olmaz.. Cenâb-ı Hak bu hususu kınamak için zikredince, cehennemliklerin cehennemden çıkacaklarına dair verilen hükmün yanlış bir hüküm olduğunu anlamış oluruz." Ben de derim ki: Onun böyle bir sözü söylememesi gerekirdi. Çünkü onun mezhebine göre affetmek, Allah için güzel ve caiz olan bir husustur. Durum böyle olunca, bu ümmetin affedilmiş olmasından, diğer ümmetlerin de affedileceği neticesi çıkmaz.. Biz böyle bir şeyin gerektiğini kabul etsek bile, fakat siz niçin, "Fâsıkın cehennemden çıkarılacağını söyleyen kimselerin zemmediteceğini" söylediniz? Daha doğrusu burada bundan başka şu izahlar da bulunmaktadır: a) Onlar belki de, fâsıkın azâb müddetinin kısa ve az olacağı hususunda kat'î konuştukları için söz konusu zemmi hak etmişlerdir. Çünkü rivayet edildiğine göre onlar, "Bizim azâb göreceğimiz müddet, yedi gündür" diyorlardı. Onlardan bazıları da, "Daha doğrusu, buzağıya tapma müddeti olan kırk gecedir" diyorlardı. b) Onlar dinin esasları hususunda gevşek davranıyorlar ve: "Bizden bir hatanın sâdır olduğu kabul edilse bile, bizim azabımız az olacaktır" diyorlardı. Bu yanlıştır, çünkü bize göre tevhîd, nübüvvet ve âhiret hususunda hatalı davranan, yanlış inanan kimsenin azabı ebedîdir. Çünkü o kâfirdir; kâfirin de azabı ebedî ve daimîdir. c) Onlar: "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak" dedikleri zaman, Hazret-i Muhammed'i yalanlamayı önemsiz bir iş kabul ettiler ve bunun, cezanın artmasında bir tesiri olmadığına inandılar. Böylece de bu, Hazret-i Muhammed'i apaçık bir biçimde yalanlama olmuştur. Bu ise küfürdür; şüphe yok ki küfründe ısrarlı olan kâfirin azabı da ebedîdir. Durum, bizim söylediğimiz gibi olduğuna göre, Cübbâî'nin bu âyeti hüccet getirmesi zayıf bir durumdur. Bu hususta tafsilatlı açıklama, Bakara sûresinde (80. âyetinde) geçmişti. Cenâb-ı Allah "Uydurdukları bu şey, dinleri hususunda onları yanıltmıştır" buyurmuştur. Bil ki âlimler, buradaki "Uydurdukları şey "den muradın ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu, onların "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Maide, 8) şeklindeki sözleridir denilmiştir. Yine bunun, onların, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacaktır " şeklindeki sözleri olduğu da söylenmiştir. Bazıları da: "Onları, Hazret-i Muhammed'e, "Biz hak üzereyiz, sen ise bâtıl üzere.." demeleri aldatmıştır" demiştir. Allahü Teâlânları, (vukuunda) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman nice olacak?" buyurmuştur. Bunun mânâsı şudur: Allahü Teâlâ onların içinde bulundukları cehalet sebebiyle aldanışlarını anlattıktan sonra, cehaletin tamamiyle ortadan kalkacağı ve aldanışların ortaya çıkacağı bir günün mutlaka geleceğini beyân edip, "Onları, (vukuunda) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman nice olacak?'" buyurmuştur. Bu sözde bir hazif vardır ve takdiri "onların durumları ve halleri nice olacak?" şeklindedir. (......) (= nasıl, nice) kelimesi kendisine delâlet ettiği için "hal" kelimesi hazfolunurbeni ziyaret etmemiş olsa bile, ben ona ikram ederim. Ya beni ziyaret etseydi nasıl olurdu?" dersin. Yaneni ziyaret etseydi, hali nasıl olurdu?" demektir. Şunu bil ki bu hazif, nefsi, o kişinin "ziyaret etseydi" ifâdesindeki bütün ikram ve izzet çeşitlerini ve bu âyette de bütün azab çeşitlerini araştırıp hatırlamaya sevkedeceği için, daha fazla belagatı ifâde etmektedir. Hak teâlâ: "Onları bir gün için topladığımız zaman..." buyurmuş, Bir günde..." buyurmamıştır. Çünkü bundan murad cezalandırılacakları bir gün için", veya "hesaba çekilecekleri bir gün için..." mânâsıdır. Böylece, muzaaf olan kelime düşürülmüş, lam harf-i cerri, düşen bu kelimeye delâlet etmiştir. Ferrâ, "fâm harfinin, mahzuf bir işle ilgili olduğunu" söyler. Sen "Onlar perşembe günü için toplandılar " dediğinde, bunun mânası Onlar, perşembe günü olan bir iş için toplandılar" demektir. Fakatlar, perşembe gününde toplandılar" dediğinde, herhangibir "iş" takdir etmemiş olursun. Yine malumdur ki, bu hesap gününün faydası, insanlara hakettiklerini vermek ve sevaba nail olanlar ile cezaya müstehak olanlar arasındaki farkı göstermektir. Âyetteki (......) sıfatı, "kendisinde şek olmayan" mânasındadır. Âhirette Hiç Kimseye Zulmedilmez Cenâb-ı Hak "Herkese kazandığı tastamam ödendiği zaman..." buyurmuştur. Eğer sen "kazandığı" ifâdesini, kulun iş ve ameline hamledersen, sözde bir hazif bulunmuş olur ki bunun takdiri de "Herkese kazandığı sevap veya ikâbın karşılığı verilecektir" şeklindedir. Eğer sen "kazandığı" ifâdesini, sevap ve ikâb mânasında alırsan, böyle bir takdire gerek kalmaz. Allahü Teâlâ sonra: "Kendilerine haksızlık edilmeyecek" buyurmuştur. Binâenaleyh onların itaatlarının sevabı eksiltilmez ve günahlarının cezası da arttırılmaz. Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın: "Herkese kazandığı tastamam ödendi(ği zaman)..." buyruğunu, bazıları va'îd-i ilâhiye delil getirirlerken, aynı şekilde "ehl-i kıble olan büyük günah sahiplerinin cehennemde ebedî kalmayacaklarını" söyleyen ehl-i sünnet âlimleri de bu ifâde ile istidlal etmişlerdir. Birinciler şöyle demişlerdir: "Şüphe yok ki büyük günah sahibi, işlediği o günah sebebi ile cezayı hak etmiştir. Âyet-i kerime ise, herkese amelinin ve kazandığı şeylerin karşılığının tastamam verileceğine delâlet etmektedir. Bu, büyük günah sahibine cezanın ulaşmasını gerektirir." Biz buna şöyle cevap veririz: Bu istidlal, umûmî ifâdeler cümlesindendir. Biz daha önce, Mu'tezile'nin umûmî ifâdelere tutunmasından bahsetmiştik. Bizim âlimlerimiz ise şöyle demektedirler: "Mû'min, muhakkak ki imanın sevabını haketmiştir. Binâenaleyh, "Herkese kazandığı tastamam ödendiği (zaman) " âyetinden dolayı, bu sevabın kendisine tastamam verilmesi gerekir. Bu kulun, önce cennette sevabının ödenip, daha sonra ceza yurdu cehenneme atılması icmâ ile bâtıldır." Yahut da şöyle denilir: "Kul önce cehennemde cezalandırılır. Sonra da, içinde ebedî kalmak üzere, sevap yurdu cennete geçirilir.." Bizim, ulaşmak istediğimiz netice de işte budur. Eğer, "Onların imanlarından elde ettikleri sevabın, günahlarının cezası ile boşa gittiğinin söylenmesi niçin caiz olmasın?" denilir ise, biz deriz ki: Bu, bâtıldır. Çünkü biz "ihbat" (sevapların, günahlar yüzünden boşa gitmesi) görüşünün imkânsız olduğunu Bakara sûresinde açıklamıştık (Bakara, 17. âyette). Yine biz zarurî olarak biliyoruz ki. yetmiş senelik tevhîdî inancın sevabı, bir yudum içkinin günahından çok Tazıdır. Bu konuda bizimle tartışan kimse, boşuboşuna inadlaşmış olur. İhbat"m doğru olduğunu kabul etsek bile, bir yudum içki içmenin günahı ile imanın bütün sevabının düşmesi imkânsızdır. Yahya İbn Muaz(r.h) şöyle derdi: "Bir anlık imanın sevabı, yetmiş yıllık küfrü düşürür. O halde, yetmiş y.ılık imanın sevabının bir anlık günahın cezası ile düşeceği nasıl düşünülebilir?" Şüphe yok ki bu açık bir sözdür. |
﴾ 25 ﴿