28

"Mü'minler, mü'minler dışında da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, Allah ile onun ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı, sakınmış olmanız müstesna.... Allah size, kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihayet dönüş ancak Allah'adır" .

Bu âyetin, önceki âyetlerle ilgi ve münasebeti şu iki şekilde izah edilir:

1- Allahü teâlâ, kendisini ta'zîm hususunda mü'minlere gereken şeyleri zikredince, bunu müteakiben mü'minlerin diğer insanlarla muamelelerinde kendilerine vacib olan şeyi zikretmiştir. Çünkü bir işin mükemmelliği ancak şu iki şeyledir: Allah'ın emirlerine saygı ve insanlara şefkat... Bundan dolayı O, "Mü'minler, mü'minler dışında kâfirleri dost edinmesin" buyurmuştur.

2- Allahü teâlâ, dünya ve âhiretin mâliki olduğunu beyân edince, düşmanlarına değil, kendisi yanındaki mükâfaat ve nimetlere, kendisinin dostlarındaki lütuflara rağbet edilmesi gerektiğini açıklamıştır.

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Âyetin sebeb-i nüzulü hususunda birkaç rivayet zikredilmiştir:

Âyetin Nüzul Sebebi

a) Yahudilerden bir grup, onları dinlerinden saptırmak için bir müslüman grubun yanına geldiler. Bunun üzerine Rifâ'a İbn el-Münzir, Abdurrahman İbn Cübeyr ve Sa'îd İbn Heyseme, müslümanların bu topluluğa, "yahûdılerden kaçının ve onların sizi dininizden çıkarma çabalarına karşı uyanık olun" dediler. İşte bunun üzerine, bu âyet nazil oldu.

b) Mukâtil, "Bu âyet Hatib İbn Ebî Belte'a (radıyallahü anh) ile bazı müslümanlar hakkında nazil olmuştur. Bunlar, Mekke kâfirlerine sevgi duyuyorlardı. Allahü teâlâ, onları bu sevgiden nehyetti.

c) Bu, Abdullah İbn Übeyy münafığı ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Çünkü bunlar yahudi ve müşrikleri dost ediniyor, müslümanların haberlerini onlara ulaştırıyor ve onların Hazret-i Peygamber'e galip gelmesini arzu ediyorlardı. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

d) Bu âyet, Ubade İbn Sâmit (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Çünkü onun yahudilerden anlaşmalı olduğu kimseler vardı. Hendek Savaşı'nda o, "Ya Resûlallah, beraberimde beşyüz kadar yahudî var. Benimle beraber harbe çıkmalarını istiyorum" demişti de bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Buna göre eğer, "Allahü teâlâ, "Kim bunu yaparsa Allah ile onun ilişiği kesilir" buyurmuştur. Bu, kâfirlerin sıfatıdır?" denilir ise, biz deriz ki:, Bunun mânâsı, "ona, Allah'ın velayetinden (dostluğundan) hiçbir payı yoktur" şeklindedir. Bu ise, kâfirleri dost edinmenin haram kılınması hususunda küfrü gerektirmez.

Bil ki Allahü Teâlâ, bu mânada olmak üzere, birçok âyet indirmiştir. Meselâ, "Ey iman edenler, kendi (din kardeş)lerinizden başkasını sırdaş edinmeyin" "Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmin, Allah'a ve Resulüne muhalefet eden kimselerle dost olmalarını göremezsin" (Mücadele. 22), "Ey iman edenler, ne yahudileri, ne hristiyanlan kendinize dost edinmeyin" (Maide, 51); "Ey iman edenlerr benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin" (Mümtehine, 1) ve "Mü'min erkekler de, mü'min kadınlar da birbirinin dostlarıdırlar" (Tevbe, 71) âyetleri gibi..

Mü'min, Kâfirlerle Nasıl Dost Olur?

Bil ki mü'minin kâfiri dost edinmesi birkaç şekilde olur:

a) Onun küfrüne razı olup, bundan dolayı onu dost edinmesi. Bu, mü'min için yasaklanmıştır. Çünkü böyle yapan herkes, o kâfiri dininde ve inkârında tasvip etmiş olur. Küfrü tasvip etme ve küfre razı olma küfürdür. Binâenaleyh o kişinin, bu vasfı ile mü'min kalması imkansız olur. Eğer, "Allahü teâlâ, "Kim bunu yaparsa, Allah ile onun ilişiği kesilir" buyurmamış mıdır? Bu, küfrü gerektirmemektedir. Zira bu, bu âyetin hükmüne dahil değildir. Çünkü Allahü teâlâ, "Ey imân edenler..." (Mümtehine, 1)buyurmuştur. Binâenaleyh bu hitabın, mü'minin, ona rağmen mü'min kalabildiği birşey hususunda olması gerekir" denilir ise...

b) Dünyevî meselelerde zahiren kâfirlerle güzel ilişkilerde bulunmak... Bu, mü'mine yasak kılınmamıştır.

c) Bu, ilk iki şekil arasında orta bir haldir. Buna göre, kâfirleri dost edinmenin anlamı, ister akrabalık sebebi ile, isterse dinin bâtıl olduğunu bildiği halde ona duyulacak bir sevgi sebebi ile olsun kâfire meyletmek, yardım etmek, destek olmak ve yardımcı olmaktır. Bu ise, küfrü gerektirmez. Fakat bu da mü'mine yasaktır. Çünkü kâfir ile bu mânâda dostluk kurmak, bazan mü'mini onun yolunu güzel bulmaya ve onun dininden hoşlanmaya sevkeder. Bu da zamanla o mü'mini İslâm'dan çıkarır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah mü'minleri tehdit ederek, "Kim bunu yaparsa, Allah ile onun ilişiği kesilir" demiştir.

Eğer, "Bu âyetten muradın, mü'minleri bırakıp da, sırf onları dost edinme manasında, kâfirleri dost edinmeyi yasaklama olması; hem kâfirleri hem de mü'minleri dost edinmeleri halinde ise bunun yasaklanmamış olması ve yine "müminler... kâfirleri dost edinmesin..." âyetinde ise bundan fazla bir mânânın bulunması niçin caiz olmasın? Çünkü insan bazan (gerçekte) dost edinmediği halde, dostça davranabilir. Binâenaleyh kâfiri dost edinmeyi yasaklamak, dostça davranmayı yasaklamak mânâsına gelmez" denilir ise;

Biz deriz ki: Âyette her iki ihtimal bulunsa bile, onları dost edinmenin caiz olmayacağına delâlet eden diğer âyetler, her iki ihtimalin de düştüğünü göstermektedir.

İkinci Mesele

(......) kelimesindeki zâl harfi, nehiyden dolayı meczum olduğu için sakin kılınmış, iki sakin harf (elif-lâmın lamıyla, sakin zâl) bir araya geldiği için de, zâl harfi kesre ile harekelenmiştir. Zeccâc ise: "Haber cümlesi olarak merfû okunsaydı, caiz olurdu" demiştir ki, buna göre mânâ"Her kim mü'min ise, onun, kâfiri dost edinmesi yakışmaz" şeklinde olur.

Şunu bil ki, gerek nehyin, gerekse haber cümlesinin ifâde ettiği mâna birbirine yakındır. Zira, mü'minin sıfatı, kâfiri dost edinmemek olunca, muhakkak ki onu dost edinmekten nehyolunmuş demektir. Mü'min kâfiri dost edinmekten nehyedilince de, muhakkak ki bunu yapmamak onun şanı ve şiarı olmuştur.

(Dûn) Lafzı Hattında Bilgi

Cenâb-ı Hakk'ın, (......) sözünün mânası, "Allah dan başka şahidlerinizi de çağırın" (Bakara, 23) âyetindeki (......) ifâdesinin (......) anlamına gelmesi gibi, "Mü'minlerden başkasını" anlamındadır. Bu böyledir, çünkü (......) lafzı, mekâna tahsis edilmiştir. Meselâ sen (......) dersin; yani, "Zeyd, Amr'dan daha aşağıda olan bir yere oturdu..." Sonra, mekân bakımından başkasından ayrı ve farklı olan kimse, (zât bakımından da) ondan başka ve ona mugayirdir. İşte bu sebeple (......) kelimesi, "Başka, ayrı" mânalarında kullanılır olmuştur.

Cenâb-ı Hak daha sonra "Kim bunu yaparsa, Allah ile olan ilişiğini kesmiştir" buyurmuştur. Bu ifâdede bir hazf bulunmaktadır. Buna göre mâna şöyledir: "Ona, Allah'ın dostluğundan, hakkında dostluk kelimesinin kullanılabileceği hiçbir şey yoktur!" Yani, "O, tamamiyle Allah'ın dostluğundan sıyrılmış, uzaklaşmıştır" demektir. Bu, makûl bir şeydir, çünkü hem dost ile, hem de dostun düşmanıyla dost olmak, birbirine zıd iki şeydir. Nitekim şair de şöyle söylemiştir:

"Düşmanlarımı seviyorsun, sonra da benim, senin dostun olduğumu iddia ediyorsun. Belli ki, sende bir ahmaklık var (Ahmaklık senden uzak değil!) Mânanın, "Onun Allah'ın diniyle hiçbir münasebeti kalmamıştır" şeklinde olması da muhtemeldir ki, bu daha beliğdir.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı, sakınırsanız müstesna" buyurmuştur. Bu ifâdede birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kelimesini kisâî imâle ile, Hamza tefhîm ile imâle arası, diğer imamlar da tefhîm ile okumuşlardır.

Ya'kûb ise, kelimeyi (......) şeklinde okumuştur. (......) kelimesini imâle ile okumak, kelimedeki elif harfinin aslının yâ harfi olduğunu belirtsin diye caiz olmuştur. Bu kelimenin vezni ise, (sükûnet ve teenni) ve (çok yemekten dolayı midede meydana gelen acı, hastalık) kelimelerinde olduğu gibi, veznindedir. Tefhîm ile okunması ise, isti'lâ harfi olan kâf harfinden dolayıdır.

İkinci Mesele

Vahidî şöyle demiştir: Sen, (ittikâ ettim, çekindim, korundum) dediğinde, bunun masdarı (......) olur. Allahü Teâlâ âyette buyurmuş, ama kelimenin mef'ûl-ü mutlakını şeklinde getirmiş şeklinde getirmemiştir. Çünkü (......) kelimesi, masdar yerine kullanılan bir isimdir. Aynı şekilde"İyice oturdu" ve (İyice bindi) denilir. Allahü Teâlâ da "Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti ve onu, güzel bir nebat gibi büyüttü" (Al-i imran, 37) buyurmuştur. Nitekim şair de şöyle demiştir:

"Senin bol bol, yüz defa verişinden sonra..."

Şair burada (Bolluk içinde olmak) kelimesini, vermek kelimesinin masdarı yerinde kullanmıştır. Vahidî sözünü şöyle sürdürmüştür: "Buradaki (......) kelimesinin, (atıcılar, atanlar) kelimesi gibi kabul edilmesi de caizdir. Buna göre kelime, hâl-i müekkide (te'kîd eden bir hal) olmuş olur.."

Zorlama Halinde İnkâr Etmenin Cevazı

Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Müseylemetü'l- Kezzab, Hazret-i Peygamber'in ashabından olan iki adam yakaladı. Onlardan birisine, "Sen, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ediyor musun?" deyince, adam "Evet, evet, evet!" dedi. Bunun üzerine Müseyleme, "Benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehadet eder misin?" deyince, adam "Evet" dedi.. Müseyleme, kendisinin Ben! Hanife Kabilesi'nin peygamberi, Hazret-i Muhammed'in de Kureyş Kabilesi'nin peygamberi olduğunu iddia ediyordu. Bunun üzerine o adamı bırakıp diğerini çağırdı ve ona, "Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdette bulunuyor musun?" dedi. Adam, "Evet" dedi. Daha sonra, "Benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehâdette bulunuyor musun?" deyince, adam üç kere, "Ben sağırım..." dedi. Müseyleme bunun üzerine yanına gelerek onu katletti. Bu olay Hazret-i Peygamber'e intikal ettiği zaman O şöyle buyurdu:

"Şu öldürülen kimseye gelince, o yakînî imanı ve sıdki üzere gitti.. Allah mübarek etsin. Diğeri iser Allah'ın tanımış olduğu ruhsatı kullandı. Bundan dolayı ona bir günah ve vebal yoktur."

Bil ki bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kalbi iman üzere mutmain olduğu halde, zorlananlar müstesna" (Nahl, 106) âyetidir.

Takiyye Meselesi

Bil ki, takiyye'nin birçok hükmü vardır. Bunlardan bazılarını zikredeceğiz:

Birinci hüküm: Takiyye ancak, müslüman kişi, kâfir bir topluluk içinde bulunduğu ve o kâfirlerden, canı ve malı hususunda korkup, böylece de onlara diliyle müdârâda bulunarak, yumuşak davrandığı zaman olur. Bu da, diliyle onlara düşmanlık göstermemekle olur. Hatta, o kişinin sevgi ve dostluk duyduğu zannını veren sözler söylemesi de caizdir. Ama bu, gönlünde aksini gizlemesi ve söylediği her şeyde târîzde bulunması şartıyla caizdir. Çünkü takiyyenin tesiri, ancak zahirde olup, kalbin hallerinde değildir.

İkinci hüküm: O müslümanın, takiyye yapması caiz olduğu halde, imanı ve hakkı açıklaması daha güzeldir. Bunun delili, yukarıda zikrettiğimiz Müseylime hadisesidir.

Üçüncü hüküm: Takiyye ancak, dostluk ve düşmanlık göstermeyle ilgili durumlarda caizdir. Bazan, dini izhar etmekle ilgili konularda da caiz olur. Ama, öldürme, zina, malı gasbetme, yalancı şahidlik, namustu kimselere iftira ve kâfirleri müslümanların gizli hallerine muttali kılmak gibi, zararı başkalarına dokunan şeylere gelince, bunlarda takiyye yapmak kesinlikle caiz değildir.

Dördüncü hüküm: Âyetin zahiri, takiyyenin sadece hükümran ve galip olan kâfirlerle birlikte bulunulduğu zaman helâl olduğuna delâlet öder. Ama ne var ki, Şafiî (radıyallahü anh)'ye göre, müslümanlar arasındaki durum, müslümanlarla müşrikler arasındaki duruma benzediği zaman, canlarını korumak için müslümanların takiyye yapması helâl olur.

Beşinci hüküm: "Canı korumak için takiyye caizdir. Buna göre malı korumak için de takiyye caiz olur mu?" denilirse, bunun caiz olacağına hükmetmek muhtemeldir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Müslüman kimsenin malının dokunulmazlığı, kanının ve canının dokunulmazlığı gibidir" Müsned, 1/446. Kim malı uğrunda öldürülürse, o şehiddir" Tirmizi, diyât, 22(IV/28). buyurmuştur. Bir de, malı korumaya duyulan ihtiyaç son derece zaruridir. Meselâ su, çok pahalı bir biçimde satıldığında, abdest almanın farziyyeti hükmü sakıt; fazla mal ve para noksanlaşmasına sebebiyet vermemek için, teyemmüm ile yetinmek caiz olur. O halde bu, burada nasıl caiz olmasın? Allah en iyi bilendir.

Altıncı hüküm: Mücahid şöyle demiştir: "Bu hüküm, İslâm'ın ilk yıllarında, mü'minlerin azlığı ve zayıflığı sebebiyle geçerli idi. Ama İslâm devleti güç kuvvet kazandıktan sonra, bu hüküm geçersiz olmuştur.

Avf, Hasan el-Basrî'nin, "Takiyye, mü'minler için Kıyamete kadar geçerlidir" dediğini rivayet etmiştir ki, bu görüş daha evlâdır. Çünkü, kişinin nefsinden zararı savuşturması, imkânlar nisbetinde vâcib olan bir şeydir.

Sonra Cenâb-ı Hak, Allah sizi, yüce Zatından sakındırıyor" buyurmuştur. Bu söz hakkında iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu ifâdede bir hazf bulunmaktadır. Buna göre kelâmın takdiri, "Allah sizi, kendisinin ikâbından sakındırıyor" şeklindedir.

Ebu Müslim, mânanın şöyle olduğunu söylemiştir: "Allah, sizi kendisine isyan edip, böylece de O'nun azabına müstehak olmaktan sakındırıyor." Bu ifâdede elimesinin zikredilmesinin faydast şudur: Cenâb-ı Hak şayet demiş olsaydı bu, kendisinden sakındırılmak istenen şeyin, Allah'-dan mı yoksa başkasından mı sâdır olan bir ikâb ve ceza olduğunu ortaya koyamazdı. Cenâb-ı Hak burada, (......) kelimesini zikredince, işte böyle bir karışıklık ihtimâli önlenmiş olur. O'ndan sudur eden cezânın, cezaların en büyüğü olduğu gerçeği, herkesçe malûmdur. Çünkü Allah, nihayetsiz şeylere kadirdir. Ve yine hiç kimse, O'nun dilediği şeyi geri çevirip engelleyemez.

b) Âyetteki (......) kelimesi, kâfirleri dost edinme manasıyla ilgilidir. Yani, "Allah sizi bu gibi fiillerden, (kâfirleri dost edinmekten) men ediyor" demektir.

Cenâb-ı Hak hâyet dönüş de ancak Allah adır" buyurmuştur. Bunun mânası, "Allah, huzuruna vardığınızda tahakkuk edecek olan cezasından sizi sakındırır" demektir.

28 ﴿