34"Muhakkak ki Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim hanedanını, İmrân âilesini, hepsi de birbirinden olan bir tek zürriyet olarak, bütün âlemlerin üzerinde mümtaz kıldı. Allah hakkıyla bilicidir" . Bil ki Allahü Teâlâ, muhabbetinin ancak peygamberlerine uymakla tamamlandığını beyan edince, peygamberlerinin, derecelerinin yüceliğini ve makamlarının şerefini açıklamış ve "Muhakkak ki Allah Adem'i... mümtaz kıldı" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır: Mahlukların Bazı Nev'ileri ve Hangisinin Daha Üstün Olduğu Bil ki mahlûkât iki kısımdır. Mükellef olanlar, mükellef olmayanlar... Âlimler mükellef olan varlıkların, mükellef olmayanlardan daha efdal olduğu hususunda ve mükelleflerin şu dört kısım olduğunda ittifak etmişlerdir; a) Melekler, b) İnsanlar, c) Cinler, d) Şeytanlar... Melekleri ele alacak olursak, hadislerde, Allahü teâlâ'nın bunları rüzgârdan yarattığı rivayet edilmiştir. Âlimlerden, bunun böyle olduğuna aklî deliller getirenler vardır: 1- Melekler, rüzgârdan yaratıldıkları için, en süratli bir şekilde uçabilmektedirler. 2- Yine bu sebepten ötürü onlar, Arş'ı taşıyabiliyorlar. Çünkü rüzgâr da eşyayı taşıyabiliyor. 3- Yine bu sebepten ötürü onlar rûhânî varlıklar diye adlandırılmışlardır. Başka bir rivayette onların nurdan yaratıldığı yer almıştır. İşte bundan dolayı, saf ve temizdirler. İbadetlerini Allah'a has kılmışlardır. Bu hususta en iyisi, bu iki görüşü birleştirmektir. Buna göre biz deriz ki: Onların bedenleri rüzgârdan, ruhları ise nurdan yaratılmıştır. Gökler âleminin sakinleri işte bunlardır. Şeytanlara gelince bunların hepsi kâfirdir. İblisin kâfir olduğu açıktır. Çünkü Hak teâlâ, onun hakkında, "O, kâfirlerdendir" (Bakara, 34) buyurmuştur. Diğer şeytanlar da ataları iblis gibi kâfirdirler. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz şeytanlar, sizinle mücâdele etmeleri için kendi dostlarına mutlaka telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşrik olursunuz" (Enam, 121) buyurmuştur. Bütün şeytanların özelliği, insanoğluna düşman olmaktır. Çünkü Allahü teâlâ, "O (iblis) cinden olduğu için Rabb'inin emrinden dışarı çıkmıştı. Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun neslini, hepsi sizin düşmanınız olduğu halde, dost edinir misiniz?" (Kehf, 50) ve "Biz böylece her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık" (Enam, 112) buyurmuştur. Şeytanların bir özelliği de ateşten yaratılmış olmalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, iblisin, "Beni ateşten yarattın, onu (Adem'i) ise çamurdan yarattın" (Araf, 12) sözünü nakletmiş ve "Cann'ı (iblisi) da daha önce çok şiddetli ateşten yarattık" (hicr, 27) buyurmuştur. Cinlere gelince, bunların kâfirleri ve mü'minleri vardır. Nitekim Hak teâlâ, "Gerçekten kimimiz müslüman, kimimiz ise zalimdir. Müslüman olanlar, doğru yolu aramış (bulmuşlardır" (Cin, 14) gediklerini nakletmiştir. İnsanlara gelince, hiç şüphesiz onların da bir ilk ataları vardır. Aksi halde, bu, sonu olmayan bir durum olur. Kur'ân, bu ilk atanın Hazret-i Âdem olduğunu bildirmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, tefsir etmekte olduğumuz Âl-i İmran sûresinde, "Muhakkak ki Allah katında İsa'nın hali, Âdem'in hâli gibidir. (Allah) onu topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi, o da (can gelip) oluverdi" (Âl-i İmran, 59) ve "Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan, ondan da onun eşini vücuda getiren Rabb'inizden ittikâ edin..." (nisa, 1) buyurmuştur. İnsanların Meleklerden Üstünlüğü Bunu böylece bildiğin zaman biz deriz ki: Âlimler insanın, cinn ve şeytanlardan efdal olduğu hususunda İttifak etmiş, insanın mı yoksa meleklerin mi daha üstün olduğu meselesinde ise ihtilaf etmişlerdir. Biz bu meseleyi, (Bakara, 34) âyetinin tefsirinde iyiden iyiye inceledik. İnsanın daha üstün olduğuna hükmedenler, tefsir ettiğimiz âyeti Delil getirmişlerdir. Çünkü "istifa" (seçip, mümtaz .kılma), daha büyük bir şerefin olduğuna ve derece yüksekliğine delâlet eder. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem ve soyundan gelen peygamberleri bütün âlemler üzerine seçip mümtaz kıldığını bildirdiğine göre, onların meleklerden de üstün olmaları gerekir. Çünkü melekler de "âlemler" Buna göre eğer, "Bu âyeti, burada zikredilen insanların bütün âlemlere üstün kılınmış olmaları manasına alırsak, bu bizi bir tenakuza götürür. Çünkü büyük bir topluluğa dahil olan fertlerden herbiri, bütün âlemlerden daha üstün olarak tavsif edildiğinden, onların herbirinin bütün âlemlerden, yine herbirinin diğerinden daha üstün olması gerekir ki bu imkânsızdır. Fakat biz bu ifâdeyi, onların herbirinin kendi zamanlarındaki âlemlerden veyahut da kendi cinslerinin âleminden efdal oldukları manasında alırsak, böyle bir tenakuz söz konusu olmaz. Binâenaleyh tenakuzu ortadan kaldırmak için, âyeti bu mânâya hamletmek gerekir. Yine Cenâb-ı Hak, İsrailoğullarından bahsederken, "Sizi bütün âlemlere üstün kılmıştım" (Bakara, 47) buyurmuştur. Bu sözden, onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den daha üstün oldukları mânâsı çıkmaz. Biz, bundan maksadın onların herbirinin yaşadığı devirdeki âlemler olduğunu söylüyoruz. Burada da böyledir?" denirse, bunun cevabı, Cenâb-ı Allah'ın bu âyetinde aşikârdır. Zira "Adem'i âlemler üzerine mümtaz kıldı" sözü, "âlem" vasfı verilecek her şeye şamil olduğundan, melekler de buna dahil olur. Bu konuda söylenecek son söz, aksine delâlet eden bir delilden dolayı, âlem lafzının umûmî mânâsı ile amel etmek, bazı durumlarda bırakılır. Ama delile dayanmayan hallerde bunu terketmemiz doğru değildir. İstıfa Kelimesi Hakkında Bilgi (......) fiili Arapça'da, "seçti, tercih etti" manasına gelir. Buna göre lafzının manası, bulanık- lıklardan uzak ve saf olan, görülen ve müşahede edilebilen birşeye benzetilerek, "onları mahlûkâtının en arısı ve durusu kıldı" demektir. Bu kelime şu üç şekilde söylenir. Bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Musa'ya "Ben seni risâletimle.. bütün insanlardan mümtaz kıldım" (A'raf, 144) sözü ile, Hazret-i İbrahim, İshâk ve Ya'kûb (aleyhisselâm) hakkındaki, "Çünkü onlar bizim katımızda, cidden seçkinlerden, hayırlılardandı" (Sâd, 47) sözüdür. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Âyetle ilgili şu iki görüş vardır: 1- Mana, "şüphesiz Allah, Âdem'in ve Nuh'un dinlerini seçip mümtaz kıldı..." şeklindedir. Buna göre âyetteki "lstıfâ"nın manası, onların dini ve şeriatları ile ilgili olur. Bu manaya göre, bir muzâfın hazfedilmiş olduğu kabul edilir. 2- Mânâ, "Allah, onları kötü sıfatlardan arındırmış ve güzel hasletlerle süslemiştir" şeklindedir. Bu ikinci görüş şu iki sebepten ötürü daha evlâdır: a) Biz bu ikinci mânâda bir hazfin olduğunu söylemeye muhtaç olmayız. b) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, peygamberliğini kime vereceğini en iyi bilendir" (Enam, 124) âyetine daha uygundur. Halîmî, "Minhâc" isimli kitabında şunu söylemiştir: "Peygamberlerin gerek cismânî, gerekse ruhanî kuvvetlerde, mutlaka diğer insanlardan farklı olmaları gerekir. Cismânî kuvvetler, ya müdrike (idrâk eden, kavrayan), yahut da muharrike (hareket ettirici) olur. Müdrike kuvvetler ya zahirî, ya da bâtınî olan nişlerdir. Zahirî hisler beştir: a) Görme Kuvveti: Yemin olsun ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de bu sıfatın en mükemmel şekli vardı. Bunun böyle olduğuna şu iki şey delâlet etmektedir: Birincisi: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): yeryüzü benim için toplandı ve bana onun doğusu batısı gösterildi" Müslim, Fiten, 19 (4/2215) (Aynı manada, değişik metinle...) buyurmuştur. İkincisi: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Saflarınızı düzeltin ve sıkiaştinp sağlamlaştırırı. Çünkü ben, arkamdan sizi görüyorum" Müsned, 3/102, 182; Buhâri, Ezan, 71-72. buyurmuştur. Bu kuvvetin bir benzeri de, Hazret-i İbrahim'de vardır. O da, Hak teâlâ'nın, "Biz İbrahim'e, göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylece gösterfyorduk" (Enam, 75) âyetinde ifâde edilen husustur. Âlimler bu âyeti tefsir ederken, Allahü teâlâ'nın Hazret-i İbrahim'in görme hissini kuvvetlendirdiğini ve böylece onun metekût âleminin en yücesinden en alt tabakasına kadar görüp müşahede ettiğini belirtmişlerdir." Halimi (r.h) şöyle devam eder: "Bu uzak görülecek bir ihtimal değildir. Çünkü her gören bir değildir. Rivayet edildiğine göre Zerkâu'l-Yemâme, bir şeyi üç günlük yoldan görebiliyordu. Binâenaleyh, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in görme kabiliyetinin onunkinden daha kuvvetli olması uzak bir ihtimal değildir. b) İşitme kuvveti... Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu hususta da insanların en güçlüsü idi. Bunun böyle olduğuna şu iki husus da delâlet etmektedir: 1-Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sema gıcırdadı; onun gıcırdamaya hakkı var. Semada orada bir ayak koyacak hiçbir yer yoktur ki, orada Allahü Teâlâ'ya secde eden bir melek bulunmasın..." Tirmizi, Zühd, 9 (4/556); İbn Mâce, Zühd. 19 (2/1402). buyurmuştur. Böylece Hazret-i Peygamber semânın gıcırtısını duymuştur. 2- Bir defasında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir ses duymuş da ve bunun, cehenneme yuvarlanan, fakat cehennemin dibine henüz ulaşamayan bir kaya parçasının çıkardığı ses olduğunu söylemişti. Halimi, "Felsefecilerin bunu imkânsız görmeleri mümkün değildir. Çünkü, onlar Pisagor'un kendisini eğittiğini, böylece de onun, feleklerin çıkardığı en alçak sesleri dahi duyduğunu kabul etmektedirler. Bu gücün bir benzeri de, karınca kıssasında, Hazret-i Süleyman için söz konusudur. Nitekim Cenâb-ı Hak bundan bahsederek, "Bir karınca dedi ki: "Ey karıncalar, yuvalarınıza girin" (Neml, 18) buyurmuştur. Böylece Allahü Teâlâ Hazret-i Süleyman'a karıncanın sözünü duyurmuş ve O'nu bunun mânasına vâkıf kılmıştı. Bu aynı zamanda, anlama kuvvetini de ilgilendirir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) kurt ve deve ile konuşurken de, bu durum kendisi için gerçekleşmiştir. c) Koklama kuvveti... Bu, Yakûb (aleyhisselâm) hakkında tahakkuk eden durum gibidir. Çünkü Yusuf (aleyhisselâm), gömleğinin götürülüp babası Yakûb (aleyhisselâm)'un yüzüne değdirilmesini söyleyip de kervan Mısır'dan yola çıkınca, Hazret-i Yakûb, "İnanın ki, (şimdi) Yusuf'un kokusunu duyuyorum" (Yusuf, 94) demiş ve bu kokuyu bir günlük yoldan almış idi. d) Tatma kuvveti... Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "(Hayvanın) bu kolu, bana kendisinin zehirli olduğunu haber veriyor" Dârimî, Mukaddime, 11 (1/32); Ebu Davud, Dıyât, 6(4/174). dediğinde, kendisi hakkında tahakkuk etmiş olan durumdur. e) Dokunma kuvveti... Bu, Hazret-i İbrahim hakkında tahakkuk eden şey gibidir. Çünkü Allahü Teâlâ, ateşi onun hakkında serin ve emniyetli kılmıştır. Bunun bir benzeri, ateşte yanmadığı söylenen, hatta bir madde çıkararak ateşi söndürdüğü kabul edilen "semende!" kuşuyla, kızgın çöllerde yürüyen devekuşu'nda müşahede edilirken, bunun olması nasıl imkânsız görülebilir? Bâtınî hislere gelince, hafıza (ezberleme) kuvveti bundandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Seni okutacağız da, asla unutmayacaksın" (A'la, 6) buyurmuştur. Zekâ kuvveti de bunun gibidir. Nitekim Hazret-i Ali (radıyallahü anh), "Allah'ın resulü bana bin çeşit ilim öğretti. Ben de bu bin çeşidin her birinden bin çeşit ilim çıkardım" buyurmuştur. Bir velinin durumu böyle olunca, ya peygamberin durumu nasıl olur? Muharrik kuvvetlere (kuvâ-yı muharrike) gelince, bu, meselâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in miraca, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın da canlı olarak göğe yükselmesi ve, haberlerde yer aldığı gibi, Hazret-i İdris ve Hazret-i İlyas (aleyhisselâm)'ın göğe kaldırılması gibi şeylerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Nezdinde kitaptan bir (Hm olan, "Ben, göz açıp kapamadan önce onu sana getiririm" dedi" (Neml, 40). Ruhânî-aklî kuvvetlere gelince, bunun da son derece mükemmel ve son derece berrak olması gerekir. Bil ki bu konuda sözün tamamı şudur: Nebevî, kutsî nefisler, mahiyetleri itibari ile diğer nefislerden farklıdırlar. Zeka, ietânet, asalet, hükümran olma ve cismânî ve şehevî duygulardan berî olma hususlarındaki kemâl, bu peygamber nefislerinin ayrılmaz vasıflarıdır. Çünkü ruh, berraklığın ve şerefin zirvesinde olup, beden de temizliğin zirvesinde bulununca, bu muharrik ve müdrik kuvvetler, alabildiğine mükemmel olur. Zira bu nefisler, ruhun özünden çıkan ve bedene ulaşan nurlara göre akıp giderler. Gerek fail (verici merkez), gerekse kabil (yani, alıcı) ne zaman mükemmelliğin zirvesinde olsalar, onlardan sâdır olan şeyler de aynı şekilde kuvvetli, kıymetli ve hâlis olurlar. Bunu böylece anladığında, bil ki Hak teâlâ'nın buyruğunun manası şudur: "Şüphesiz Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem'i, ya "melek beşerden daha üstündür" diyenlere göre, süflî âlemin (yerin) sakinlerinden, yahut da "insan, mahlûkatın en şereflisidir" diyenlere göre, ulvî âlemin (göğün) sakinlerinden seçip mümtaz kılmış, sonra da ruhanî kuvvetlerin en mükemmelini, Hazret-i Adem'in soyundan belli bir gruba vermiştir. Bunlar, Hazret-i İdrîs (aleyhisselâm)'e sonra Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'a, sonra da Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e kadar ulaşan, Hazret-i Şit (aleyhisselâm) ve onun soyudur. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'den sonra iki kol çıkmıştır: Biri Hazret-i İsmail (aleyhisselâm)'in kolu, diğeri Hazret-i İshak (aleyhisselâm)'ın koludur. Böylece Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsmail'i, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'de zuhur edecek kutsî ruhun başlangıcı; Hazret-i İshâk'ı da, Hazret-i Ya'kûb ve îysû kollarının başlangıcı kılmıştır. Böylece nübüvveti Ya'kûb (aleyhisselâm)'un, hükümdarlığı da îysû (aleyhisselâm)'ın soyuna vermiştir. Bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kadar böyle devam etmiştir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zuhur edince, nübüvvet ve saltanat nurları, Hazret-i Muhammed'e geçmiştir ve bunlar Kıyamete kadar ümmet-i Muhammed de kalacaktır. Bu konuda iyice düşünen herkes, neticede çok şaşırtıcı sırlara ulaşır. Âlimlerden bazıları şöyle demişlerdir: "Âyette bahsedilen, "İbrahim'in hanedanı" tabirinden maksat, mü'minlerdir. Bu Hak teâlâ'nın tıpkı, "Firavun hanedanını, azâbın en çetinine sokunuz!" (Mü'min.46) âyeti gibidir. Fakat bu hususta doğru olan görüş, bu ifâdeden maksadın, İbrahim (aleyhisselâm)'in çocukları olduğudur ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni insanlara imam yapacağım" buyurmuş, (İbrahim): "Zürriyetimden de" demiş, Allah ise, "Benim ahdim zalimlere erişmez" buyurmuştu" (Bakara. 184)âyetiyle ifâde ettiği husustur. "İmrân'ın hanedanı" meselesine gelince, âlimler bunun kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bunun Musa ve Harun (aleyhisselâm)'un babası olan İmran olduğunu söylemişlerdir ki, nesebi şudur: İmrân İbn Yashur İbn Kahif İbn Lavî İbn Yakûb İbn İshak İbn İbrahim... Böylece "Âl-i İmrân"dan maksat, Hazret-i Musa ve Harun ile onların peşinden gelen peygamberlerdir. Bazıları da bunun, Hazret-i Meryem'in babası olan İmrân İbn Mâsân olduğunu söylemişlerdir ki, bu, Süleyman İbn Dâvûd İbn İşâ neslinden olur. Bunlar da, Yahûza İbn Yakûb İbn İshak İbn İbrahim (aleyhisselâm) soyundandır. Âlimler, bu iki İmrân arasında 1800 sene bulunduğunu söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar, bunun doğruluğu hususunda şunları delil getirmişlerdir: a) Hak teâlâ'nın, "İmrân ailesini bütün âlemlere" tabirinin peşinden getirilen, anne tarafından Hazret-i İsa'nın dedesi olan İmran İbn Mâsân'dır. Binâenaleyh sözü buna hamletmek daha evlâdır. b) Bu sözden maksat şudur: Hristiyanlar, elinde tecellî eden mu'cizelerden dolayı, Hazret-i İsa'nın tanrı olduğunu iddia ediyorlardı. Buna karşılık Cenâb-ı Hak da şöyle der: Onun elinde zuhur eden bu nevî mu'cizeler, Allahü Teâlâ'nın ona olan bir ikramı sebebiyle meydana gelmiştir. Çünkü Allahü Teâlâ, Hazret-i İsa'yı zamanının âlemlerine üstün kılarak seçip, ona büyük ikramlarda bulunmuştur. Binâenaleyh bu ifâdeyi burada, İmrân İbn Masan'a hamletmek, sözü Hazret-i Musa ve Harun'un babası olan İmran'a hamletmekten daha evlâ olur. c) Bu ifâde, Hak teâlâ'nın, "Kendisini de, oğlunu da âlemlere bir ibret kılmıştık" (Enbiya, 91) buyruğuna da son derece uygun düşmektedir. Bil ki, bu izahlar, kuvvetli birer delil olmayıp, aksine zannî birtakım fikirlerdir. Burada, bu iki ihtimal daima mevcuttur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Hepsi birbirinden olan bir tek zürriyet olarak..." tabiri hakkında iki mesele vardır: (......) kelimesinin mansûb olması hakkında şu iki görüş belirtilebilir: a) Bu lafız, "İbrahim hanedanı" lafzından bedeldir. b) Hal olduğu için, mansûbtur. Yani, "onları, hepsi birbirinden olan bir tek zürriyet olarak seçti" demektir. Âyetin tefsiriyle ilgili şu açıklamalar yapılmıştır: a) "Tevhîd, ihlâs ve tâat hususlarında, hepsi birbirinden olan bir tek zürriyet olarak..." demektir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Münafık erkekler ve münafik kadınlar birbirlerindendirler" (Tevbe, 67) âyetidir. Onlar nifak konusunda müşterek olmalarından dolayı böyle söylenmiştir. b) "Hazret-i Âdem'in dışında kalanlar, ondan çoğalmışlardır.." mânasında olmak üzere, "Hepsi birbirinden olan bir tek zürriyet olarak" demektir. Buna göre (......) kelimesiyle kastedilenler, Hazret-i Âdem'in dışında kalanlar olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah hakkıyla işitici ve bilicidir" buyruğuna gelince, Kaffâl şöyle demektedir: "Bu tabirin manası, "Allah kullarının sözlerini bihakkın duyan, onların kalplerini ve fiillerini bihakkın bilendir; O ancak, insanlar içinden, söz ve fiil bakımından müstakim olduğunu bildiği kimseleri peygamber olarak seçer. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "Allah peygamberliğini kime vereceğini en iyi bilendir" (Enam, 124) ve "Muhakkak ki onlar, hayr işlerinde yarışırlar, umarak ve korkarak bize duâ ederlerdi- Onlar bizim için derin saygı gösterenlerdi" (Enbiya, 90) âyetleridir. Burada yapılan bir başka izah da şudur: Yahudiler: "Biz İbrahim'in soyundan, fmrân'ın da âilesindeniz. O hâlde biz, Allah'ın oğulları ve O'nun dostlarıyız"; hristiyanlar da, "İsa, Allah'ın oğludur" diyorlar, hatta bazıları da bu sözün bâtıl ve yanlış olduğunu da biliyorlardı. Ama ne var ki, halkın kalbini hoşnut etmek için, bu görüşlerini sürdürüyorlardı. Burada Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Allah, sizin bu bâtıl sözlerinizi bihakkın duyan ve bu sözlerin izdeki bozuk maksatlarınızı da bihakkın bilendir. İşte bu sebeple de sizi, cezalandıracak olandır..." Böylece âyetin baş tarafı, nebî ve resullerin şerefli mertebelerini beyân etmiş, sonu ise kendi dinlerinde sebat edip devam ettirdiklerini iddia eden o yalancı toplulukları (yahudi ve hristiyanları) bir tehdit mânası taşımıştır. Bil ki, Allahü Teâlâ bu âyetin peşinden pek çok kıssa zikretmiştir. Birinci Kıssa: Hazret-i Meryem İle Annesi "Hanne" (aleyhisselâm)'nin Kıssası |
﴾ 34 ﴿