37

"Hani İmrân'ın karısı: "Ya Rabbi karnımdakini hür bir kul olarak sana adadım. Bunu benden kabul buyur. Muhakkak ki hakkıyla İşiten, kemâliyle bilen, ancak sensin sen" demişti. Ama çocuğunu (kız) doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyor iken: "Ya Rabbi, işte ben bir kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Hakikaten ben onun adını Meryem koydum. Ben onu da, zürriyetini der kovulmuş şeytandan sana sığındırırım" dedi. Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti ve onu, güzel bir bitki gibi büyüttü ve onu Zekeriyyâ'ya emânet etti. Zekeriyyâ ne zaman mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek bulurdu. "Meryem, bu sana nereden (geliyor?)" dedi. O da: "Allah taraûndandır. Şüphe yok ki, Allah kimi dilerse ona hesapsız rızık verir" dedi" Âl-i imran, 35-37).

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyetteki (......) kelimesinin i'râbdaki yeri hakkında şu görüşler takdim edilmiştir:

a) Ebu Ubeyde, bu kelimenin mânâda bir etkisinin olmadığını söylemiştir. Buna göre mânâ, bu kelimenin i'râbda mahalli olmayacak şekilde, "İmrân'ın karısı dedi" şeklinde olur.

Zeccâc: "Ebu Ubeyde bu hususta herhangi birşey yapmadı. Çünkü, Allah'ın kitabındaki bir harfi mânasız ve hükümsüz addetmek ve zaruret olmadan, O'nun kitabından herhangi bir harfi hazfetmek caiz değildir" demiştir.

b) Ahfeş ile Müberred, Âyetin takdirinin, ' "İmrân'ın karısının... dediği vakti hatırla...." şeklinde olduğunu ve Allah'ın kitabında bunun pekçok misâli olduğunu" söylemişlerdir.

c) Zeccâc, âyetin takdirinin, "Allah, "İmrân'ın karısı., dediği zaman, İmrân'ın soyunu kendi zamanının âlemlerine üstün kılmıştır" şeklinde olduğunu söylemiştir.

Îbnu'l-Enbârî bu hususu tenkid ederek şöyle der: "Allahü Teâlâ, İmrân'ın ailesini seçmesini, Hazret-i Âdem ve Nuh'un seçilmesi ile beraber zikretmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Âdem ve Nuh'u seçmesi, İmrân'ın karısının sözünden önce tahakkuk ettiğine göre, bu seçmenin, İmrân'ın karısının bu sözü söylediği o vakit ile kayıtlı olduğunu söylemek imkânsız olur." Buna şu şekilde cevap verilebilir: Bunların herbirinin seçilmesinin tesiri, onlardan her birinin vücuda geldiği ve tâatleri de zuhur ettiğinde söz konusu olur. Binâenaleyh, Allah'ın, Hazret-i Âdem'i onu yaratırken; Hazret-i Nuh'u, onu var ederken; İmrân'ın ailesini de, İmrân'ın hanımı bu sözü söylediği zaman seçtiğinin söylenmesi caizdir.

d) Bazı âlimler de, bu ifâdenin kendisinden önceki ifâdelerle ilgili olup kelâmın takdirinin ise"Allah, İmrân'ın karısı bu sözü söylerken, bihakkın duyan ve bihakkın bilendir" şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

Buna göre şayet, "Allah, İmrân'ın karısı bu sözü söylemeden önce de bihakkın duyan ve bilen idi. Buna göre böyle bir kayıt zikretmenin mânası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Allahü Teâlâ'nın o sözü duyması, o sözün meydana gelmesiyle; Allahü Teâlâ'nın o sözün söylendiğini bilmesi de, o sözün zikredilmesiyle mukayyettir. İlim ve duyma konusundaki değişiklik, ancak nisbet ve taalluk cihetiyledir.

Meryem'in Annesinin Adağının Mahiyeti

Zekeriyyâ İbn Ezen (?) ile İmrân İbn Mâ'sân aynı çağda yaşamışlardır. İmrân'ın hanımı ise Hannân Bintî Fâküz'dür. Hazret-i Zekeriyyâ, Hazret-i Meryem'in kızkardeşi olan İsa'nın kızı ile evliydi. Yahya (aleyhisselâm) ise, teyzesinin oğluydu. Sonra, bu adağın keyfiyyetine dair pekçok rivayet vardır.

Birinci rivayet: İkrime şöyle demiştir: Hanne, hiç çocuk doğuramamıştı, Çocuğu olan diğer kadınlara gıbta ediyordu. Sonra o, şöyle dedi: "Allah'ım, eğer sen bana bir çocuk nasib edersen, Beytu'l-Makdis'in hizmetçisi olması gayesiyle, senin rızan için onu Beytu'l-Makdis'e vakfediyorum."

İkinci rivayet: Muhammed İbn İshâk da şöyle demiştir: "Hazret-i Meryem'in annesinin çocuğu olmamıştı. Derken kadın yaşlanmıştı. Bir gün ağacın gölgesi altında iken, yavrusuna bir şeyler yediren bir kuş gördü. Bunun üzerine gönlünde çocuk sevgisi kımıldadı.. İşte bu sebeple Rabb'ine, kendisine bir çocuk bağışlaması için duâ etti. Derken Meryem'e hamile kaldı. Bu arada İmrân da öldü. Hazret-i Meryem'in annesi, kendisinin hamile olduğunu hissedince, Beytu'l-Makdis'e vakfetti.

Hasan el-Basrî de şöyle demiştir: O bütün bunları Allah'ın ilhamıyla yapmıştır. Eğer Allah'ın ilhamı olmasaydı, o bunu yapamazdı. Bu, Hazret-i İbrahim'in, rüyasında oğlunu kesmesi, böylece de bunun, her ne kadar vahye dayanmasa dahi, Allah'ın bir emri olduğunu anlaması, Allah'ın Hazret-i Musa'nın annesine de ilham edip, böylece onun bir vahiy olmaksızın, Hazret-i Musa'yı denize bırakması hadisesi gibidir.

Muharrer Kelimesi Hakkında Bilgi

Âyette geçen (......) tabirinin mânası, "Hâlis, mahzâ, katıksız hür, azâd edilmiş..." demektir. Meselâ, bir köleyi kölelikten kurtarıp azâd ettiğinde, kitabı düzeltip, onda herhangi bir yanlışlık bırakmayacak bir biçimde hatadan arındırdığı zaman da (......) denilir. Yine, bir kimsenin kendisini herşeyden tecrid edip, başkalarına olan bütün bağımlılığını kestiği zaman, kumdan, taştan, balçıktan ve herhangi bir kusurdan uzak ve temiz olduğu zaman da, (......), yani hâlis çamur) denilir.

Bu kelimenin tefsiri" manasına gelince, Şâ'bî, "sırf ibâde tahsis edilmiş olarak" manasına geldiğini söylerken, bunun manasının "Mabede hizmetçi olarak"; "Allah'a tâat etmek için dünya işlerinden azade olarak"; "havrada kitâb'ı okuyup onu öğrenen kimselere hizmetçi olarak..." gibi anlamlara geldiği de söylenmiştir. Bütün bunların mânası, "Hanne'nin bu çocuğu, Allah'a itaat için vakfetmiş olduğudur."

Esâmm ise şöyle demiştir: " İsrailoğullarının ne bir ganimeti, ne de bir esiri yoktu. Bunun için, onların hürriyete kavuşturup azâd etmeleri, çocuklarını, yukarıda anlatmış olduğumuz şekilde vakfetmeleriyle oluyordu. Çünkü, onların dinine göre, çocuk hizmette bulunabileceği çağa geldiğinde, onun ebeveynine hizmet etmesi vâcib oluyordu. Böylece de onlar, adakta bulunmak suretiyle çocukların bu şekildeki hizmetlerinden feragat ediyor; onları, Beytu I-Makdis'e hizmet ile Allah'a itaat ve ibâdete tahsis ediyorlardı."

Yine bu şekilde hürriyete kavuşturulan kimseler, bulûğa erinceye kadar havrada kalıyor, oranın hizmetlerini görüyor, sonra da burada kalıp kalmama hususunda muhayyer bırakılıyorlardı. Eğer çocuk burada kalmayı istemeyip gitmek isterse, gidiyordu. Eğer kalmayı isterse, artık bundan sonra oradan bir daha ayrılamazdı. Bütün peygamberlerin neslinde, Beytu'l-Madis'e adanmış bir hizmetçi bulunmaktadır, denilmiştir.

Dördüncü Mesele

Bu adak, ancak erkek çocuklar için caizdir. Kız çocuklarına gelince, hayız ve diğer özel halleri sebebiyle, bu işe ehil görülmüyorlardı. Sonra, Hanne mutlak mânada bir adakta bulunmuştu. Bu, ya o işi takdire göre düşündüğü içindir veyahut da bu adağı erkek çocuk arzusuna vesile kıldığı içindir..

Beşinci Mesele

Âyetteki (......) kelimesinin mansub oluşunun iki izah şekli vardır:

a) O, lafzından hal olarak mansûbtur. Takdiri de, "Karnımdakıni hür olarak sana adadım" şeklindedir.

b) Bu, İbn Kuteybe'nın görüşüdür; buna göre mâna "karnımdakıni senin için azâd etmeye nezrettim, adakta bulundum" şeklindedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak Hanne'den naklederek, Bunu benden kabul buyur. Muhakkak ki hakkıyla işiten, kemâliyle bilen, ancak sensin sen..." buyurmuştur.

Tekabbül, birşeyi hoşnut olarak alıp kabul etmektir. Vahidî şöyle demiştir: "Bu kelimenin aslı mukabele (karşılıklı alıp verme) kelimesidir. Çünkü bir mükâfaat ile mukabelede bulunmayı ifade eder. Bu, yaptığı bu şeyle ancak Allah'ın rızasını talep ve Allah'a ibâdette ihlâsı talep eden kimsenin sözüdür. Sonra Hanne, "Muhakkak ki hakkıyla işiten, kemâliyle bilen, ancak sensin sen" demiştir; bu, "Ancak sensin benim tazarrûmu, duamı ve yakarışımı işiten ve kalbimdekini, gönlümdekini ve niyetimdekini bilen..." demektir.

Bil ki, bu çeşit nezr, İsrailoğullarının şeriatı'nda mevcut idi. Ama bizim şeriatımızda mevcut değildir. Şeriatların bu gibi konularda farklılık arzetmesi imkânsız değildir.

Allahü Teâlâ "Vaktaki (kız) çocuğunu doğurunca" buyurmuştur. Bil ki, buradaki (......) zamiri, ya onun karnındaki kız çocuğu hakkındadır, çünkü Cenâb-ı Allah onun kız olacağını bilmektedir, veyahut bu hususta şöyle denilir: Bu zamir müennes ve mukadder olan (nefs, can) ve (canlı, ruh sahibi) kelimelerine aittir. Veyahut da bu kelime, nezredilmiş olan şeye (......) kelimesine aittir denilebilir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Rabb'im, muhakkak ki ben onu kız olarak doğurdum.. dedi" buyurmuştur. Bil ki, bu sözün manası şudur: Karnındakini vakfetme konusunda, daha önce verilmiş bir nezri vardır. Onun zann-ı galibine göre, bu erkek olacaktı. Binâenaleyh, bu adağında bunu bir şart olarak belirtmedi. Onların âdetine göre, Mescid'e hizmet ve Allah'a tâat ve ibadet için adanan ve âzâd edilen çocuklar kız çocukları değil, oğlan çocukları idi. Bunun için Hanne, adağının kabul görecek bir şekilde olmadığından korkarak ve daha önceki nezrini mutlak zikretmesinden özür beyân ederek, "Ya Rabbi, işte ben bir kız doğurdum" der; bunu Allahü Teâlâ'ya bildirmek amacıyla zikretmez, çünkü Allahü Teâlâ onun bildirmesine muhtaç olmaktan münezzehtir. Bilakis, özür beyan etmek amacıyla zikreder.

Allahü Teâlâ, "Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyor İken..." buyurmuştur. Âsım'dan rivayetinde Ebu Bekr ile İbn Âmir ifâdeyi Hanne'nin sözünün bir hikâye edilişi olmak üzere, tâ harfinin ötresiyle (......) şeklinde okumuştur. Buna göre bundaki fayda şu olur: Hanne, "İşte ben bir kız doğurdum" deyince, bunu Allah'a haber verdiğinin sanılmasından korkmuş, bundan dolayı da, "Allah benim ne doğurduğumu daha iyi bilir ya!" ifadesiyle böyle bir şüpheyi izâle etmiştir. Böylece onun bu sözü, Allah'a bildirmek için değil de, özür beyân amacıyla söylemiş olduğu sabit olur.

Diğer kıraat âlimleri de, Allahü Teâlâ'nın sözü olarak, sükûn ile (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre mana şöyle olur: Allahü Teâlâ, onun çocuğunun şanını yüceltmek ve Hanne'nin bu çocuğun kadrini takdir edemediğini göstermek için, "Allah onun ne doğurduğunu daha İyi biliyor iken..." buyurmuştur. Buna göre mâna şöyle olur: "Allahü Teâlâ onun doğurduğu ve ona takdir ve tahsis ettiği büyük şeyleri; onu ve çocuğunu, âlemler için bir mucize kılacağını en iyi bilendir. O ise, bunun câhilidir, bu konuda hiçbir şey bilemez. İşte bundan dolayı üzüldü..."

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın kıraatinde bu ifâde, Allahü Teâlâ'nın ona bir hitabı olarak, "Allah senin ne doğurduğunu daha iyi biliyor..." şeklinde okunmuştur. Yani, "Sen, sana bağışlanan bu şeyin kıymetini bilemezsin. Ondaki harikulade halleri ve mucizeleri yegâne bilen ancak Allah'tır" demektir.

"Erkek, Kız Gibi Değildir" Sözünün İzahı

Allahü Teâlâ, sonra, Hanne'den naklederek, Erkek, kız gibi değildir" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki izah şekli vardır:

a) Onun muradı, erkek çocuğun kız çocuğundan üstün olduğunu ifâde etmektir. Bu üstünlük, birkaç yöndendir:

1- Onların şeriatına göre, oğlan çocuklarını bırakıp da kız çocuklarını âzâd etmek caiz değildir.

2- Erkek çocuklarının, ibâdet yerine hizmette daim olmaları mümkündür; ama hayız ve kadınlara mahsus özel haller sebebiyle, kadınların devam etmesi mümkün değildir.

3- Güçlü ve kuvvetli oldukları için bu hizmete erkekler daha elverişli olup, kadınlarsa uygun değildirler. Çünkü kadınlar zayıf varlıklar olup, bu hizmeti lâyıta veçhile beceremezler.

4- Bu hizmeti yaparken insanlarla bir arada bulunmasında bir mahzur ve ayıp yoktur; kadınlar ise böyle değildir.

5- Erkeklerin insanlar arasına karışmasında, kadınlar için söz konusu olabilecek töhmet sözkonusu değildir. İşte bunlar bu mânada olmak üzere, erkeklerin kadınlardan üstün olmalarını iktiza eder.

b) Bu sözden maksat, o kız çocuğunu erkeğe tercih ettiğini belirtmektir. O sanki şöyle demiştir; "Benim arzum, erkek çocuğu idi; bu kız çocuğu ise, bana Allah'ın bir bağışıdır. Arzum olan erkek çocuğu, Allah'ın hibesi olan kız çocuğu gibi olamaz." Bu söz bu kadının, Rabb'in kuluna yaptığı şeyin, kulun kendisi için murad ettiğinden daha hayırlı olduğunu bilerek, Celâlullah'ın marifet ve bilgisine dalmış olduğunu gösterir.

Meryem İsmi Verilmesi Hakkında

Sonra Hak teâlâ, Hanne'den ikinci bir söz olarak"Hakikaten ben onun adım Meryem koydum" sözünü nakletmiştir. Bununla ilgili bazı bahisler bulunmaktadır:

Birinci bahis: Bu sözün zahiri, bizim de anlattığımız gibi, Hanne, Meryem'e hamile kaldığında, İmran'ın ölmüş olduğuna delâlet eder. İşte bundan dolayı, burada, doğan çocuğa isim verme işini anne üstlenmiştir. Çünkü âdete göre bu, babaların üstlenmiş olduğu bir iştir.

İkinci bahis: (......) kelimesi, onların dilinde, "İbâdet eden, âbid kadın" mânasına gelmekteydi. Hanne onu bu şekilde isimlendirmek suretiyle, Cenâb-ı Allah'tan, onu dinî ve dünyevî belâlardan korumasını talep etmeyi murad etmiştir. Onun, bundan sonra söylemiş olduğu şu söz de, bu görüşü te'kid etmektedir: "Ben onu da, zürriyetini de, kovulmuş şeytandan sana sığındırırım."

Üçüncü bahis: Bu sözün mânası, "Ben onu bu kelimeyle isimlendirdim", yani, "Bu kelimeyi ona isim yaptım, kıldım" şeklindedir. Bu, isim, müsemmâ (isimlendirilen şey) ve tesmiye (İsim verme)'nin üç farklı şey olduğuna delâlet eder.

Allahü Teâlâ sonra, üçüncü bir söz olarak ondan, "Ben onu da, zürriyetini de, kovulmuş şeytandan sana sığındırırım" ifâdesini nakletmiştir. Çünkü, Mescide hizmet etmesi için arzu etmiş olduğu oğlan çocuğuna nail olamayınca, Allahü Teâlâ'ya, o kız çocuğunu kovulmuş şeytandan korumasını ve bu kızı, mutî ve sâlih kadınlar cümlesinden kılmasını niyaz etti... "Kovulmuş şeytan" tâbirinin tefsiri, bu kitabın başında geçmişti.

Cenâb-ı Allah, Hanne'nin bu sözlerini nakledince, "Bunun üzerine Rabb'i onu güzel bir kabul ile kabul etti" buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Allahü Teâlâ burada buyurdu, ama fiile uygun olarak, buyurmadı. Zira bu ki masdar da birbirine yakın mânaya gelir. Allahü Teâlâ: "Allah sizi yerden nebat (gibi) bitirdi" (Nuh, 17) buyurmuştur. Burada, mastarı yerine, aynı mânada olan (......) kelimesini kullanmıştır.

Kabul kelimesi, Arapların, bir kimse bir şeyden hoşnut olduğunda bunu ifâde etmek için söylemiş oldukları (......) tabirinden alınma bir masdardır. Sibeveyh şöyle demiştir: (......) vezni üzere gelen beş, masdar vardır. Bunlar (temizlenmek), (abdest almak), (tutuşmak) ve (düşkün olmak) kelimeleridir. Fakat çoğunlukla, (......) kelimesi mastar olduğu zaman ötreli vükûd şeklinde okunur." Ferra ve Zeccâc, kabûlen kelimesinin, ötreli olarak kubûlen şeklinde olmasını caiz görmüşlerdir.

Sa'leb, İbnu'l-A'rabî'den bu kelimenin şeklinde kullanıldığını rivayet etmiştir. Âyetteki bu kelime hakkında bir başka izah daha vardır ki, o da şudur.vezni, söz konusu olan işi ortaya koyan kimsenin, o işi çok itinâ ile yaptığına delâlet eder. Meselâ ve benzeri kelimelerde olduğu gibi... Çünkü bu iki kelime, sabır ve celâdet göstermede ciddiyeti ifâde etmektedir. Buradaki tekabbele fiili de bunun gibi, kabul göstermede ileri bir dereceyi ve mübalağayı gösterir.

Buna göre eğer, "Öyleyse Allahü Teâlâ niçin vurgunun daha mükemmel olması için (......) buyurmamıştır?" denilirse, buna şöyle cevap verilir. Tekabbül lafzı, her ne kadar bizin söylediğimiz mânayı ifâde ediyorsa da, aynı zamanda, mizacın aksine bir çeşit tekellüfü ve zora girmeyi de ifâde etmektedir. Kabul lafzı ise, mizaca uygun ve tekellüfsüz bir kabul etme mânasını taşımaktadır. İşte bundan dolayı Allahü Teâlâ önce, ciddiyet ve önem vermeyi ifâde etmek için tekabbele fiilini, sonra bunun, mizacın hilâfına değil de mizaca uygun bir kabul olduğunu ifâde etmek için kabul masdarını getirmiştir. Bu mânalar, Cenâb-ı Allah hakkında her ne kadar imkânsız ise de, mecaz yoluyla bu, bu kız çocuğunun terbiyesine Cenâb-ı Hakk'ın büyük bir ilgi ve itinâ gösterdiğine delâlet eder. İşte bu izah, yerinde ve makul bir açıklamadır.

Allah'ın 'Güzelce Kabûlü'nün Mânâsı

Müfessirler bu "güzel kabul"ün izahı konusunda bazı açıklamalar ve vecihler zikretmişlerdir. Birinci vecih: Allahü Teâlâ, Meryem'i ve çocuğu İsa (aleyhisselâm)'yı, şeytanın dokunmasından himaye etmiştir. Ebu Hüreyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir;

"Doğan her çocuk doğduğunda, ona şeytan dokunur da, şeytanın dokunmasından dolayı o, çığlıklar atarak doğar.. Meryem ve oğlu İsa bundan müstesnadır. " Buhâri, Enbiya, 44; Müslim, Fezâil. 146 (4/1838). Ebu Hüreyre (radıyallahü anh) daha sonra, "Eğer isterseniz, "Ben onu da, zürriyetini de kovulmuş şeytandan sana sığındırırım" âyetini okuyunuz" demiştir.

Kâdî, bu hadisi şöyle diyerek tenkid etmiştir: "Bu, kat'î delilin hilâfına olan bir haber-i vâhiddir. Binâenaleyh, bu haberin reddedilmesi gerekir. Biz, birçok sebepten dolayı, "o, delilin hilâfınadır!"

a) Şeytan ancak, hayır ve şerri bilen kimseyi şerre davet edebilir.. Çocuk ise böyle değildir. dedik:

b) Eğer şeytanın dürtmeye gücü olsaydı, salih kimseleri yok edip onların güzel hallerini bozmak için, bundan daha fazlasını yapabilirdi. ile Hazret-i İsa'ya has kılınmıştır?

d) Eğer şeytanın dürtmesi söz konusu olsaydı, ona tesiri kalmaya devam

c) Sonra bu istisna niçin diğer peygamberlere de değil de, sadece Hazret-i Meryem ederdi ve eğer tesiri de katmaya devam etseydi, çocuğun çığlık ve ağlaması devam ederdi..." Durum böyle olmayınca, bunun yanlış olduğunu anlamış olduk..."

Bil ki, bütün bu vecihler, ihtimal dahilindedir. Ama bu gibi şeylerle, bir haberi reddetmek caiz değildir. Allah en iyisini bilendir.

İkinci vecih: Rivayet edildiğine göre, Hanne, Meryem'i doğurunca, onu bir beze sararak mescid'e götürdü ve, Harun (aleyhisselâm) neslinden olan âlimlerin yanına koydu. Onlar, Kabe'nin perdedarları gibi Beytu'l-Makdis'in hizmetkârları idiler. Oraya varınca o, "şu vakfedilmiş kız çocuğunu alın.." dedi. Bunun üzerine onlar, onu almak hususunda birbirleriyle yarıştılar. Zira o, önderlerinin kızı idi... Mâsânoğulları, İsraîloğullarının önderi, âlimleri ve idarecileri idiler. Bunun üzerine Zekeriyya (aleyhisselâm) onlara, "Ben onu alıp büyütmeye sizden daha lâyığım.. Onun teyzesi benim hanımımdır" dedi. Onlar da, "Hayır, kura çekmeden olmaz" dediler. Bunun üzerine, yirmiyedi kişi olan onlar, nehrin kıyısına vardılar ve vahiy yazmış oldukları kalemleri, "Kimin kalemi suyun yüzüne çıkarsa, o üstün gelsin" diye, nehre attılar... Böylece kalemlerini üç defa suya attılar. Her seferinde de Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın kalemi suyun yüzüne çıktı, ama onların kalemi battı. Neticede Meryem (aleyhisselâm)'in bakımını Zekeriyya (aleyhisselâm) üstlendi.

Üçüncü vecih: Kaffâl, Hasan el-Basrî'den onun, "Nasıl Hazret-i İsâ çocuk iken konuşmuş ise, Meryem de çocuk iken konuştu ve hiç meme emmedi.. Çünkü onun rızkı, cennetten geliyordu " dediğini rivayet etmiştir.

Dördüncü vecih: Onların şeriatında âdet şöyle idi: Çocuk, ancak oğlan olduğunda ve, akıl baliğ olup mescid'e hizmete de gücü yettiği vakit vakfedilebilırdi.. Burada Allahü Teâlâ bu kadının duasına icabet edince bu kız çocuğunu, henüz küçük ve mescide de hizmete gücü yetmeyeceği bir hal ve durumda kabul etmiştir. "Güzel kabul"ün tefsiri hakkında zikredilmiş olan muhtelif açıklamalar işte bunlardır.

Meryem'in Nebat Gibi Büyütülmesi

Sonra Cenâb-ı Hak, Ve onu, güzel bir bitki gibi büyüttü" buyurmuştur. İbnu'l-Enbarî, bu ifâdenin takdirinin, Allah onu büyüttü, o da güzel bir bitki gibi büyüdü" şeklinde olduğunu söylemiştir Sonra bazı âlimler bu güzel büyütmeyi, dünyevî bir büyütme anlamına alırken, diğer bazıları da dinî bir büyütme anlamına almışlardır. Birinci görüşte olanlar, "Bunun mânası şudur: Meryem bir günde, diğer çocukların bir senede büyüdüğü kadar büyüyordu.." demişlerdir.

Büyütmenin dinî bakımdan olduğunu söyleyenler de, "Çünkü o, salâh, doğruluk, iffet ve tâat bakımından büyüyüp gelişiyordu" demişlerdi.

Meryem'in Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm)'ın Uhdesine Verilmesi

Sonra Cenâb-ı Hak, "Ve onu, Zekeriyyâya emânet etti" buyurmuştur. Bu tabirde iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu kelime, "Taahhüd etti, ediyor-taahhüd etmek ve taahhüd eden" şeklinde kullanılmaktadır. (kefil olan), bir kimseye harcamada bulunan ve onun işlerini ıslâh ve düzeltme konusunda özel ihtimam gösteren şahıs demektir. Hadis-i şerifte, Ben ve, yetimin kefili, (cennette) şu iki parmağım gibi (yan yana olacağız) " buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak da, ' "Onu da bana bırak" (Sâd, 23) buyurmuştur.

İkinci Mesele

Âsim, Hamza ve Kisâî, buradaki fiili şeddeli olarak (......) şeklinde okumuşlar; ama (......) kelimesinin okunuşunda ihtilâf etmişlerdir. Âsim, med ile okumuş; Hamza ve Kisaı de, "Allah Meryem'i Zekeriyyâ'nın himayesine verdi" manasında olmak üzere, kasr ile okumuşlardır. Med ile Şeklinde okuyan, nasb halini açıkça göstermiştir. Kasr ile okuyana göreyse, kelimesi mahallen mansubtur. Diğer kıraat âlimleri de med ile merfû olarak, "Zekeriyyâ onu kendi yanına, himayesine aldı" anlamında olmak üzere (......) şeklinde okumuşlardır.

Tercih edilen görüş budur; çünkü bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların hangisi Meryem'i himayesine alacak" (Âl-i İmran, 44) âyetine münasip düşmektedir. Çoğunluk da bu görüştedir. İbn Kesîr'den gelen bir rivayette ise, fa harfinin kesresi ile bu kelime (......) şeklinde okunmuştur. (......) kelimesini med ve kasır ile okumaya gelince bunlar (......) ve (harb) kelimeleri gibi, iki kullanıştır. Mücâhid ise, âyetteki her üç fiilin de emir sîgası üzere (Onu kabul et), (Onu büyüt yetiştir) ve (Onu emânet et) şeklinde (......) kelimesini de mansub (fethalı) okumuştur. Buna göre Hanne, Allahü teâlâ'ya şöyle diyerek dua etmiştir: "Ey (bu çocuğun) Rabb'i, onu kabul et"; "Ey bu çocuğun Rabb'i, onu büyütüp yetiştir ve Zekeriyya'yı onun vekili kıl."

Üçüncü Mesele

Âlimler, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın Hazret-i Meryem'e ne zaman kefil olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Çoğu âlimler bunun, Meryem (aleyhisselâm) henüz bebek iken olduğu görüşündedirler. Bu hususta birçok rivayet bulunmaktadır. Diğer bazı âlimler ise, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın, Meryem'in bakımını, onun sütten kesilmesinden sonra üstlendiğini söylemişler ve buna da şu iki şeyi delil getirmişlerdir:

a) Allahü teâlâ, önce "Onu, güzel bir bitki gibi büyüttü" buyurmuş, sonra "ve onu, Zekeriyya'nın uhdesine verdi" demiştir. Bu, söz konusu kefilliğin, o güzel büyütüşten sonra olduğunu hissettirir.

b) Cenâb-ı Hak, "ve onu Zekeriyya'nın uhdesine verdi. Zekeriyya ne zaman mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek bulurdu. "Meryem, bu sana nerden (geliyor?)" dedi O da, "Bu, Allah tarafındandır" dedi" buyurmuştur. Bu ifâde, Hazret-i Meryem'in bu kefalet esnasında sütten ayrılmış olduğuna delâlet eder. Birinci görüşü savunan kimseler, bu âyetteki vâv (ve) lafzının, bir sırayı göstermediğini, bu güzel bir şekilde büyütme ve Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın ona kefil oluşunun aynı zamanda olabileceğini söyleyerek cevap vermişlerdir. Bu görüştekiler, şu ikinci delili de öne sürmüşlerdir: Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın, Hazret-i Meryem'in yanına varıp, ona bu şekilde soru sorması, belki de kefil olduğu zamanın sonunda meydana gelmiştir.

Meryem'e Mihrabda Rızık Verilmesi

Sonra Cenâb-ı Hak, "Zekeriyya ne zaman mihraba girdiyse, onun yanında yiyecek bulurdu" buyurmuştur. Bu âyet ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"Mihrab", "yukarıda ve yüksekte bulunan yer, oda" demektir. Nitekim şâir Ömer b. Ebî Rebî'a şöyle demiştir:

"Mihrabın, odanın sahibesi... O'na geldiğimde merdivene çıkmadıkça, ona yaklaşamadım."

Esma'î, "Hani onlar mihraba tırmanmışlardı" (Sad, 21) âyetini delil getirerek, mihrabın, "oda" manasında olduğunu söylemiştir. Çünkü(tırmanıp aşmak) fiili, ancak yüksek bir yer olduğunda söz konusu olur. Yine "mihrab"ın, en yüce ve en kıymetli meclis manasına geldiği de söylenmiştir.

Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Meryem, genç bir kız olunca, Zekeriyyâ (aleyhisselâm), ona mescid içinde bir oda inşâ eder. Onun kapısını ise, ancak bir merdivenle çıkılabilecek şekilde yüksekte duvarın orta yerinden açar. Zekeriyyâ (aleyhisselâm) mescidden çıktığı zaman, üzerine yedi kapıyı kilitlerdi.

Bu Âyet Evliyanın Kerametinin Delillerindendir

Bizim âlimlerimiz, evliyanın kerametinin hak olduğuna bu âyeti delil getirmişlerdir. Bu âyet ile buna şöyle istidlal edilir: Allahü teâlâ Zekeriyyâ (aleyhisselâm) her ne zaman, Meryem (aleyhisselâm)'in yanına mihraba girdiğinde, onun yanında bir rızık bulduğunu, ona"Ey Meryem, bu sana nerden geliyor?" dediğini, onun da "Bu, Allah katındandır" diye cevap verdiğini bildirmiştir. Öyle ise bu rızkın onun yanında bulunması ya harikulade bir olaydır veya değildir. Bunun harikulade (olağanüstü) bir hâdise olmadığını söylersek, bu görüş şu beş bakımdan geçersiz olur:

a) Bu takdirde, bu rızkın Hazret-i Meryem'in yanında bulunması, onun şânının yüceliğine, şerefinin derecesine ve bu meziyet ile diğer insanlardan üstün oluşuna bir delil olmazdı. Halbuki bu âyetten muradın, bunu ifâde etmek olduğu malumdur.

b) Hak teâlâ bu âyetten sonra, "Orada Zekeriyya Rabb'ine, "Yarabbi, bana senin tarafından çok temiz bir zürriyet bağışla " diye duâ etti" (âl-i imran, 38) buyurmuştur. Kur'ân-ı Kerim, Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nın hem kendisinin hem de hanımının ihtiyarlığı sebebi ile, bir çocuk sahibi olmaktan ümidi kesmiş olduklarına delâlet etmektedir. Zekeriyya (aleyhisselâm), Hazret-i Meryem'deki bu harikulade hadiseyi müşahede edince, kendisinin de bir çocuğu olmasını arzu etti. İşte bu sebeple de, "İşte orada Zekeriyya Rabbine şöyle dua etti.." âyeti yerinde olmuştur. Şayet onun, Meryem (aleyhisselâm)'de müşahede ettiği şey, harikulade bir hadise olmasaydı, onun bu hadiseyi görmüş olması, yine Harikulade bir şekilde yaşlı hanımından bir çocuğu olması arzusunu doğurmazdı.

c) Ayetteki (......) kelimesinin nekire olması, bu rızkın şânının yüceliğine delâlet etmektedir. Sanki şöyle denilmiştir: "Bir rızık, yani, nadide ve hayranlık uyandıran bir rızık..." İşte bu hâdise eğer harikulade bir olay olursa, ancak o zaman bu âyetin siyakına uygun düşen bir mana ifâde etmiş olur.

d) Hak teâlâ, "Kendisini de oğlunu da âlemlere bir mu'cize kıldık" (Enbiya, 91) buyurmuştur. Bu gösterir ki, Meryem ve Hazret-i İsa'da harikulade haller zuhur etmiştir. Aksi halde bu âyetin ifâde ettiği mana doğru olmazdı. Eğer, "Bundan murad, "Allahü teâlâ'nın Meryem (aleyhisselâm)'e bir erkekten olmaksızın bir oğul vermiş olmasıdır" denilmesi niçin caiz olmasın?" denilir ise deriz ki: Bu, tek başına bir mu'cize değildir, bilakis bunun doğru olduğunu ortaya koymak için başka bir mu'cizeye ihtiyaç vardır. O halde, bu âyeti o mânâya nasıl hamledebiliriz? Aksine bu âyetten murad, Meryem (aleyhisselâm)'in doğru olduğuna ve temizliğine delâlet edecek şeyleri ortaya çıkarmaktır. Bu ise, ancak oğlu İsâ (aleyhisselâm)'nın elinde de tecelli edeceği gibi, onun elinde harikulade şeylerin zuhur etmesiyle mümkündür.

e) Çok sayıdaki rivayete göre, Zekeriyya (aleyhisselâm), Hazret-i Meryem'in yanında yazın kış meyvelerini, kışın da yaz meyvelerini buluyordu. Böylece Meryem (aleyhisselâm) için tecellî eden bu durumun, harikulade bir iş olduğu ortaya çıkmaktadır. Biz deriz ki: Şöyle de denilebilir: Bu hâdise, peygamberlerden birisinin mu'cizesi idi, veya böyle değildi. Birinci ihtimal bâtıldır. Çünkü o zaman, Zekeriyya (aleyhisselâm) peygamber idi. Şayet bu, onun bir mu'cizesi olsaydı bu işin halini ve gerçek durumunu bilir, bu mesele ona kanşıktgelmez ve ona "Bu, sana nerden geliyor?" demezdi. Yine Hak teâlâ'nın, "İşte orada Zekeriyya Rabbine şöyle dua etti.." ifâdesi, Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın, Meryem'e bunları sorduğunu, Meryem'in de bunun Allah katından olduğunu söylediğini, bunun üzerine Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın da kısır, yaşlı ve doğuramayacak durumda olan karısından harikulade bir şekilde bir çocuk elde etme arzusuna düştüğünü bildirmektedir. Bu ise, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın bu hallere, ancak Meryem'in bildirmesi ile vakıf olduğuna delâlet eder. Durum böyle olunca, bu harikulade hâlin Hazret-i Zekeriyya'nın bir mu'cizesi olmadığı kesinlik kazanır.

Geriye söylenecek tek şey kalmaktadır: Bu, ya İsâ (aleyhisselâm)'nın, ya da Hazret-i Meryem'in kerametidir. Hangisi olursa olsun, her iki durumda da maksad hasıl olmaktadır. İşte velilerin kerametlerinin vâki ve hak olduğuna dâir, bu âyetle istidlal şekli böyledir.

Ebu Ali el-Cübbâi buna itiraz etmiş ve şöyle demiştir: "Bu harikulade hallerin, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın mu'cizelerinden olduğunun söylenmesi niçin caiz olmasın? Bu, iki şekilde açıklanabilir:

1- Zekeriyya (aleyhisselâm), Hazret-i Meryem için, genel olarak Allah'ın ona rızık ulaştırmasına dua etti. Allah indinden ona gelen rızıkların tafsilatından çoğu kez habersiz idi. Binâenaleyh herhangi bir zamanda, bizzat rızık olan bir şeyi gördüğünde ona, "Bu, sana nereden geliyor?" dedi. Meryem de, "Bu, Allah katındandır" diye cevap verdi. İşte buna göre, Allahü teâlâ'nın bu mu'cizeyi, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın duası ile ortaya çıkardığı anlaşılmış olur.

2- Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın, Hazret-i Meryem'in yanında alışılmış fakat gökten gelen bir rızık görmüş olması muhtemeldir. Bu durumda, Zekeriyya (aleyhisselâm), bunun Meryem'e bir insan tarafından gönderildiğinden endişe ederek sormuş, Meryem (aleyhisselâm) de, "Bu, Allah katındandır, başkasından değil..." diye cevap vermiştir.

İkinci bir izah olarak biz Meryem (aleyhisselâm)'in yanında harikulade herhangibir şeyin meydana geldiğini kabul etmiyoruz. Aksine âyetin manası şöyledir: "Allahü teâlâ, zühd ve ibâdet ile meşgul olan hanımlara infâkta bulunmaya can atan bazı mü'minler eliyle, Hazret-i Meryem'i rızıklandınyordu. Zekeriyya (aleyhisselâm), bu yiyeceklerden herhangibir şey görünce, bunun ona, uygun olmayan bir şekilde gelmiş olmasından korktu. İşte bundan dolayı, durumun aslını ona sordu."

Cübbâî'nin, âyetin tefsiri olarak söylediği söz bundan ibarettir. Onun bu izahları son derece zayıftır. Çünkü, eğer bu, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın bir rnu'cizesi olsaydı, ona bu şeyleri taleb etme hususunda Allah katından izin verilirdi. Bunu taleb etme hususunda izinli olsaydı, onun meydana geleceğini kesin olarak bilirdi. Bunu bilince de, durumun aslını Hazret-i Meryem'den sorması imkansız olurdu. Yine buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte orada Zekeriyya Rabbine şöyle dua etti.." âyetinin bir manası kalmazdı. Bu, aynı zamanda Cübbâî'nin ikinci izahı için de bir cevaptır.

Onun üçüncü sualine gelince, bu da son derece zayıftır. Çünkü bu takdirde, böylesi bir hadiseyi, sadece Hazret-i Meryem'e tahsis etmenin bir mânası yoktur. Yine eğer Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın kalbinde, bu yiyeceklerin ona, uygun olmayan bir şekilde gelmiş olabileceği ihtimali var idiyse, bu şüphenin, sırf Meryem'in sözü ile zait olması nasıl kabul edilebilir? İşte biz böylece, bu suallerin geçersiz olduğunu anlamış olduk. Muvaffakiyyet ancak Allah'tandır.

Mu'tezile, bu harikulade hallerin, peygamberlerin doğruluklarının delilleri olduğunu söyleyerek, kerametin imkânsız olduğuna istidlal etmişler ve "nasıl ki sapasağlam bir işin, bir bilgiyi göstermesi, o işin âlim olmayan bir kimse tarafından yapılamayacağını gösteriyor ise, aynı şekilde nübüvvetin delili, peygamberlerden başkası elinde bulunamaz" demişlerdir. Buna birkaç bakımdan cevap verilir;

1- Harikulade bir fiilin zuhur etmesi, iddiada bulunan kimsenin doğruluğuna bir delildir. Bu harikulade fiilin sahibi eğer peygamberlik iddia etmiş ise, bu fiil onun gerçekten peygamber olduğuna delalet eder. Eğer o şahıs, "velilik" iddia etmiş ise, bu onun bir velî olduğunu gösterir.

2- Bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Peygamberler, bu mu'cizeleri izhâr etmekle; veliler ise bu harikulade hallerini gizlemekle emrolunmuşlardır."

3- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir mu'cize getirdiğini öne sürmüş ve o hususta kesin konuşmuştur. Velilerin ise, harikulade halleri hususunda kat'î konuşması mükmün değildir.

4- Mu'cizeye karşı konulamaması gerekir. Keramete karşı konulması ise mümkündür. Bu konuda sözün özü işte budur. Muvaffakiyyet ancak Allah'tandır. Hak teâlâ sonra, Hazret-i Meryem'den naklederek, "Şüphe yok ki Allah kimi dilerse, ona hesapsız rızık verir" buyurmuştur. Bu ifâdenin, Hazret-i Meryem'in sözüne dahil olması muhtemel olduğu gibi, Hak teâlâ'nın kendi sözü olması da muhtemeldir.

"Hesapsız" tabiri, "çokluğu ölçülemeyecek derecede", veya "isteyen bir kimsenin, meydana gelmesine uygun bir şekilde istemesi bulunmaksızın, yani istenmeden" manasındadır. Bu, "(Allah) onu, hesaba katmadığı bir taraftan rızıklandırır" (Alâk, 3) âyeti gibidir. İşte Hanne'nin kıssası hakkındaki söz burada sona ermektedir.

İkinci Kıssa

Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın Kıssası

37 ﴿