40

"O, mihrabda durup namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: "Gerçekten Allah sana, kendisinden bir kelimeyi tasdik edici efendi hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olan Yahya'yı müjdeler." O da, "Ya Rabbi bana ihtiyarlık gelip çatmış iken ve karım da kısır olduğu halde, benim nasıl bir oğlum olabilir?" dedi. (Allah), "Allah, işte böyle ne dilerse yapar" dedi" .

Âyetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza ve Kisâî, fiili müzekker getirerek ve imâle ile (......) şeklinde, diğer kıraat imamları ise, "melâike" lafzı müennes olduğu için (......) şeklinde okumuşlardır. Fiilin müzekker olmasının sebebi, fiilin isimden önce gelmiş olması; müennes olmasının izahı ise fiilin meleklere ait olmasıdır. "Mihrâb" kelimesini, İbn Âmir imâle ile, diğerleri ise tefhim ile okumuşlardır. Bu âyeti İbn Mes'udi (Cebrail ona şöyle nida etti) şeklinde okumuştur.

İkinci Mesele

Lafzın zahiri bu nidanın melekler tarafından olduğuna delâlet etmektedir. Bunun büyük bir şeref verme olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh başka bir delil nida edenin sadece Cebrail (aleyhisselâm) olduğunu gösterir ise, biz o zaman o manaya geçer ve bu lafzı te'vil ederiz. Çünkü yiyecek ve giyeceklerin hepsini yiyip giymediği malum olduğu halde, "Falanca güzel yemekler yer, ve güzel elbiseler giyer" denilir ki bu, "O şahıs bu cinsten yer ve bu cinsten giyinir" manasındadır. Kur'ân'da şu âyet bunun misalidir: "İnsanlar onlara şöyle dediler..." (Al-i İmran, 173) âyetidir. Bu âyetteki "insanlar"dan murad, sadece Nu'aym İbn Mes'ud el-Eşca'î'dir. O, "İnsanlar size karşı ordu hazırladı" (Al-i İmran. 173) demiştir. Bu ifâdesindeki "insanlar"dan muradı da sadece Ebû Süfyan'dır. , Mufaddal İbn Seleme şöyle demektedir: "Eğer sözü söyleyen bir lider ve başkan olur ise arkadaşları ve ordusu da beraberinde olduğu için, onun hakkında cemî sîgası kullanmak caizdir. Cebrail (aleyhisselâm) meleklerin başkanı olduğu ve çoğu zaman beraberinde meleklerden bir grupla gönderildiği için, böyle söylemiş olabilir."

Hak teâlâ:O, mihrabda durup namaz kılarken..." ifâdesi, Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nın şeriatında da namazın farz olduğuna delalet eder. ıhrab" in, ne manaya geldiğini daha önce söylemiştik.

Hak teâlâ'nın, "Gerçekten Allah sana, Yahya'yı müjdeler" beyanı ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"Müjdeleme" (beşaretin) ne olduğunu (Bakara. 25) âyetinin tefsirinde açıklamıştık. Hak teâlâ'nın, "Gerçekten Allah sana, Yahya'yı müjdeler" buyruğu için şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Allahü teâlâ, Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'ya ismi Yahya olan ve kendisinin şerefli bir soyu gelecek birisinin peygamberler arasında yer alacağını daha önce bildirmişti. Buna göre, Hazret-i Zekeriyya'ya "İsmi Yahya olan o peygamber senin çocuğun olacak" denilince, bu Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'yı, Yahya (aleyhisselâm) ile müjdeleme olmuştur.

b) Bu, "Allah, ismi Yahya olan bir çocukla seni müjdeler" demektir.

İkinci Mesele

İbn Âmir ve Hamza, hemzenin kesresi ile diğer kıraat imamları ise hemzenin fethası ile (......) şeklinde okumuşlardır. Kesre ile okuyanlar, orada "kavi" masdarından mahzuf bir fiil olduğunu, veyahut da "nida etme" fiilinin de bir se bu "Melekler, "Allah seni müjdeliyor" diye ona nida ettiler" şeklinde olduğunu düşünerek böyle okumuşlardır.

Üçüncü Mesele

Hamza ve Kisâî, yâ harfinin fethası, bâ'nın sükûnu ve şın harfinin ötüresi ile (......) şeklinde, diğer kıraat imamları ise (......) şeklinde okumuşlardır. Bu (......) şeklinde de kıraat olunmuştur. Ebu Zeyd, bu fiilin sülâsî birinci babtan tef'îl ve if'âl batılarından aynı manaya gelmek üzere kullanıldığını söylemiştir.

Dördüncü Mesele

Hamza ve Kisâî, yâ harfinden dolayı "Yahya" kelimesini imâle ile, diğerleri ise tefhim ile okumuşlardır. Bu peygamberin "Yahya" diye isimlendirilişinin sebebini Meryem sûresinde anlattık.

Yahya (aleyhisselâm)'nın Üç Sıfatı

Bil ki Allahü Teâlâ bu âyette Yahya (aleyhisselâm)'nın şu üç sıfatını zikretmiştir:

Birinci sıfat: "Allah'tan bir kelimeyi tasdik edici" sözüdür. Bununla ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Vahidî, "musaddıkan " kelimesinin, nekire olduğu için ve "Yahya" kelimesi de marife olduğu için hal olarak mansub olduğunu söylemiştir.

Hazret-i İsa'ya "Allah'ın Kelimesi" Denilmesinin Mânâsı

Âyetteki Allah'tan bir kelime" sözünün mânası hakkında iki görüş vardır:

a) Bu, Ebû Ubeyde'nin görüşüdür. Buna göre, bu ifade, "Allah'tan olan bir kitap" manasındadır.

Ebû Ubeyde, "kelime"nin kitap manasına geldiğine, Arapların, uzun bir kasideyi kastederek söyledikleri "Falanca bir kelime inşâd etti" demelerini delil getirmiştir.

b) Bu, âlimlerin ekserisinin görüşüdür. Buna göre, bu ifâdeden maksad, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'dır. Bu hususta Süddî şöyle demiştir: "Birisi Yahya (aleyhisselâm)'ya. diğeri de İsâ (aleyhisselâm)'ya hamile iken, Hazret-i Yahya'nın annesi Hazret-i İsa'nın annesiyle karşılaşır ve ona "Meryem, biliyor musun ben hamileyim?" dedi. Meryem de "Ben de hamileyim" dedi. Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nın hanımı "Ben karnımdaki çocuğun, senin karnındaki çocuğa secde ettiğini hissediyorum" dedi. İşte, "Allah'tan olan bir kelimeyi tasdik edici" âyeti ile ifâde edilen budur.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Yahya (aleyhisselâm). Hazret-i İsa'dan altı ay daha büyük idi ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın Allah'ın kelimesi ve ruhullah (yani Allah'ın üflediği bir ruh) olduğuna ilk iman eden ve tasdik eden Yahya (aleyhisselâm) olmuştu. Sonra Yahya (aleyhisselâm), İsa (aleyhisselâm) göğe kaldırılmazdan önce öldürüldü.

İmdi eğer, 'Bu âyette ve "Meryem oğlu İsa Mesih, yalnızca Allah'ın peygamberi ve kelimesidir" (Nisa, 171) âyetinde, İsâ (aleyhisselâm), niçin "Kelime" diye adlandırılmıştır?" denilir ise, biz şöyle deriz: Bunun sebepleri şunlar olabilir:

1- Allahü teâlâ, onu bir baba vasıtası olmaksızın (ol) kelimesi ve emriyle yaratmıştır. Yaratılışı sırf Allah'ın kelimesi ile olduğu ve baba ile tohum vasıta kılınmaksızın yaratıldığı için, "mahlûk" (yaratılmış) şeyin, "halk" (yaratma); "makdûr" (güç yetirilen) şeyin, "kudret" (güç); "mercüvv" (umulan) şeyin "recâ" (ümid) ve "müştehâ" (arzu edilen) şeyin "şehvet" (arzu) diye adlandırılışı gibi, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) da "Kelime" diye adlandırılmıştır. Bu Arapça'da yaygın bir kullanış şeklidir.

2- Çocukluğunda konuşup, ona daha çocuk iken Allah kitap vermiştir. Böylece O, konuşma hususunda büyük bir dereceye erişmiştir. Bu izaha göre O, "Kelime" diye adlandırılmıştır. Bu, bir insan cömertlik ve ikbâlde mükemmel olduğunda ona, "Falanca serâpâ cömertlik ve ikbâldir" denilmesi gibidir.

3- "Kelime"nin, mana ve hakikatleri ifâde edişi gibi, Hazret-i Isâ (aleyhisselâm) da hakikat ve ilâhi sırları anlatıyordu. İşte bundan dolayı O, "Kelime" diye adlandırılmıştır.

Yüce Allah'ın O'na "Ruh" adını vermesi de böyledir. İnsan ruhla yaşadığı gibi, Allah, Hazret-i İsa vasıtasıyla insanları dalâletten kurtarıp hayata kavuşturmuştu.

Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'i de "Rûh" diye adlandırmış ve 'İşte biz, böylece sana da emrimizden bir rûh vahyettik" (şura, 52) buyurmuştur.

4- Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın geleceği, kendinden önceki peygamberlerin kitaplarında müjdelenmiştir. O peygamber olarak geldiğinde, "İşte bahsedilen o "Kelime" (müjde) budur" denilmiştir. İşte bundan dolayı o, "kelime" diye adlandırılmıştır. Âlimler bu görüşü izah ederken şöyle demişlerdir: Bunun mecazî manası şu şekildedir: Birisi bir şeyin olacağını haber verdiğinde ve o şey de meydana geldiğinde, "Sözüm çıktı. Ben dememiş miydim?" der. Yani, "Söylemiş olduğum ve konuştuğum şey gerçekleşti" demektir. Bunun bir benzeri de, "Kâfirlere karşı Rabb'inin, "onların muhakkak cehennemlik olacakları" sözü ("kelime'si) işte böylece gerçekleşmiştir" (Mümin, 6) ve "Fakat azab kelimesi kâfirlerin üzerine hak oldu" (Zümer, 71) âyetleridir.

5- İnsan bazan "fazlullah" ve "lütfullah" (Allah'ın fazlı ve lütfü) diye adlandırılır. Tıpkı bunun gibi, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın alem olan ismi de "Kelimetullah" ve "Ruhullah" (Allah'ın kelimesi ve ruhu) olmuş olur. Bil ki, Allah'ın kelimesi, bizzat O'nun kelâmıdır. Ehl-i Sünnet'e göre Allah'ın kelâmı, zâtı ile kâim ve kadîm bir sıfatıdır. Mu'tezile'ye göre ise, Allahü teâlâ'nın bir cisimde yarattığı ve konuluş itibari ile (vad'an) belli birtakım manalara delâlet eden seslerdir. Kadîm sıfatın veya birtakım arazlar olan ve devam etmeyen o seslerin, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın bizzat zâtının kendisi olduğunun söylenmesinin imkânsız olacağına dair zarurî bir ilim bulunmaktadır. Aklın bedahetine göre bu bâtıl olunca, geriye sadece bu ifâdeyi te'vil etmek kalır.

İkinci sıfat: Hak teâlâ'nın, "efendi" ifadesidir. Müfessirler bu hususta da şunları zikretmişlerdir. İbn Abbas, "seyyid" kelimesinin mânasının "halîm" anlamına geldiğini söylemiştir.

Cübbaî şöyle der: "O, mü'minlerin seyyidi, dinî hususlarda, yani ilim, hilm, ibâdet ve takva konularında onların önderi idi."

Mücahid, bunun mânasının, "Allah katında kerîm';' İbnu'l-Müseyyeb "âlim, fakiri"; İkrime ise, "gazabına mağlup olmayan" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Kadî ise, "seyyid"in, önder ve kendisine başvurulan, mercî anlamlarına geldiğini söyler. O, dinî bakımlardan seyyid olunca, dinî hususlarda kendisine başvurulan kişi ve kendisine uyulan kimse olmuş olur. Böylece de bu mefhuma, ilim, hilm, kerem, iffet, zühd ve takva gibi zikredilmiş olan bütün sıfatlar dahil olmuş olur.

Hazret-i Yahya'nın Hasûr Vasfının İzahı

Üçüncü sıfat: Hak teâlâ'nın"Nefsine hakim" tavsifidir. Bu ifâdede birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Arapça'da (......) kelimesinin manası, hapsetmek, engellemek, vb. mânâlara gelir, (Onu hapsetti, engelledi) denilir. Adamın sidiği bağlandığında, denilir, ise, sır tutan ve sırrı gizleyen kimseye denildiği gibi, aynı zamanda, son derece cimri ve eli sıkı kimse anlamına da gelir. Müfessirlerin bu hususta iki görüşü vardır:

a) Yahya (aleyhisselâm), kadınlara yaklaşmaktan (cimâ'dan) âciz idi. Sonra âlimlerden bir kısmı bunun, onun cinsiyyet uzvunun küçük olmasından ileri geldiğini; bazıları, inzal vâki olmadığı için; diğer bazıları da, bunun iktidarsızlıktan ileri gelmiş olduğunu söylemiştir. Bu açıklamaya göre (......) vezninde olan (......) kelimesi, mef'ûl mânasına gelmektedir. Buna göre sanki o, kadınlara karşı mahbûs ve mahsur, yani engellenmiş demektir. Bu ifâdenin benzer kalıpları ise, (......) kelimesini (binilmiş) kelimesinin de (sağılmış) anlamına gelmesidir.

Bize göre, bu görüş yanlıştır. Çünkü bu, bir noksanlık alâmetidir. Medh makamında noksanlık ifâde eden sıfatı zikretmek ise, caiz değildir. Bir de, meseleyi bu açıklamaya göre alırsak Yahya (aleyhisselâm), bu konuda herhangi bir mükâfaat ve saygıya müstehak olamaz.

b) Bu, muhakkik alimlerin tercihi olan görüştür. Buna göre Yahya (aleyhisselâm) acziyetinden dolayı değil, iffet ve zühdünden dolayı kadınlara yaklaşmazdı. Çünkü hasûr, nefsini çok engelleyen ve gemleyen kimse demektir. Nitekim, çok yiyen kimseye denilir. Yine bu anlamda olmak üzere, (çok içen), (çok zulmeden) ve (çok haksızlık ve zulmeden) kelimeleri kullanılır. Nefsi engelleme ancak, onun sebebi bulunması halinde mümkün olur. Eğer kudret ve sebep yoksa, insanın hasûr (kendini çok engelleyen) olması şöyle dursun, hasır (kendini engelleyen) olması bile düşünülemez. Çünkü, kendini çokça men etme ve engelleme, ancak çok arzu etme, sebepler ve kudret, buna güç yetirebilme bulunduğu zaman tahakkuk edebilir. Bu takdire göre "hasûr" kelimesi vezninin manasına gelmesi gibi hasûr kelimesi hasır anlamına gelmektedir.

İkinci Mesele

Âlimlerimiz bu âyeti, evlenmeyip bekâr kalmanın daha faziletli olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Yahya (aleyhisselâm)'yı evlenmediği için medhetmiştir. Bu, evlenmemenin Yahya (aleyhisselâm)'nın şeriatında efdal olduğuna delâlet eder. O'nun şeriatında evlenmemenin efdal olduğu sabit olunca, durumun bu şeriatta da, hem naklen hem de nassan böyle olması gerekir. Nassdan olan delile gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy" (Enam, 90) âyetidir.

Aklî delil de şudur: Mevcut olan şeylerde aslolan, o şeyin olduğu üzere devam etmesidir. Nesh ise, aslın hilâfına bir durumdur. olan şeyleri y

Dördüncü sıfat: Hak teâlâ'nın, "Ve bir peygamber..." sözüdür. Şunu bil ki seyyidlik, şu iki şeye işarettir:

a) Seyyid olan kişinin, dini öğretme ile ilgili meselelerde, insanların faydasına apmaya muktedir olabilmesidir.

b) Onların terbiye edilmeleri ve, emr-i maruf ve nehy-i münker ile ilgili hususlarda, insanların yararlarına olan şeyleri belirleyip, bunları yerine getirmek ise, tam ve eksiksiz bir zühde işarettir. Seyyidlik ile hasûr bir arada bulunduğu zaman, işte nübüvvet o vakit meydana gelir. Çünkü, bu iki durumdan sonra bulunan şey ancak nübüvvettir.

Beşinci sıfat: Hak teâlâ'nın "Sâlihlerden..." sözüdür. Bu ifâde için şu üç izah yapılmıştır:

a) Bunun mânası, "Yahya (aleyhisselâm), sâlih Kimselerin zürriyetindendir" demektir.

b) Bunun mânası; "O, hayırlıdır" şeklindedir. Nitekim, hayırlı bir kimse hakkında, "O, sâlihlerdendir" denilmektedir.

c) Hazret-i Yahya'nın sâlih olması, diğer peygamberlerin salâh hâlinden daha tam ve daha mükemmeldir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Hiçbir peygamber yok ki, günah İşlememiş veya günaha niyet etmemiş olsun; Yahya müstesna... Çünkü o, ne günah istemiştir, ne de günaha niyet etmiştir!.. " Yakın manada bir hadis için bkz. Müsned, 1/254, 292. buyurmuştur.

Eğer: "nübüvvet mertebesi, sâlih olma mertebesinden daha üstün olduğuna, Cenâb-ı Hak da onu nübüvvet vasfı ile nitelediğine göre, bundan sonra ayrıca onun sâlih olma vasfıyla nitelemesinin faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Süleyman (aleyhisselâm) peygamber olduğu halde "Rahmetinle beni salih rın arasına ilhak eyle" (Neml, 19) dememiş midir? Bu husustaki sözün tahkiki ve özü şudur: Peygamberlerin, sâlih olmak bakımından öyle bir dereceleri vardır ki, eğer bu bulunmazsa, peygamberlik de bulunmaz. Onlara nisbetle salih olmanın bu derece ve mikdarı, bize nisbetle farzları ifâ edip, muhafaza etmek gibidir. Salihliğin bu derece ve miktarına ortak olmalarından sonra, bu miktarın üzerindeki fazlalık bakımından onların dereceleri birbirlerinden farklıdır. Payı, bu miktardan daha fazla olan her peygamberin, kadri ve mertebesi de daha yüce olur. Allah en iyi bilendir.

Hazret-i Zekeriyya, Allah'ın Kendisine Çocuk Vermesini Neden İmkânsız Gördü?

Allahü Teâlâ'nın, "Va Rab, "Nasıl benim bir oğlum olabilir?" dedi" âyetiyle ilgili iki soru vardır:

Birinci soru: Ayetteki (......) kelimesi, ya Allah'a, veyahut da meleklere karşı bir hitaptır. Bunun Allah'a karşı hitap olması caizdir, çünkü bir önceki âyet, Zekeriyya'ya nida edip seslenenlerin melekler olduğunu göstermektedir. Buna göre bu sözün, başkasına değil, yine aynı münadiye hitap olması gerekir..

Oysaki bunun, nida eden meleklere bir hitâb olması caiz değildir. Çünkü insanın, bir meleğe, ya Rabbil demesi caiz değildir?

Cevap: Müfessirlerin bununla ilgili iki izahı vardır:

a) Melekler Zekeriyya'ya seslenip de, O'na Yahya (aleyhisselâm)'yı müjdeleyince, Zekeriyya (aleyhisselâm) şaşırdı ve bu taaccübü izâle etmek için, Allah'a yöneldi.

b) Bu, meleklere karşı bir hitaptır. Buradaki (......) kelimesi, "mürebbî- terbiye eden" anlamına işarettir. Mahlûkun da bu kelimeyle nitelenmesi caizdir. Nitekim "Falanca beni terbiye ediyor ve bana güzel davranıyor" denilir.

İkinci soru: Oğul isteyen, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın bizzat kendisi olduğu halde, sonra Cenâb-ı Allah onun duasını kabul edince, o niçin bundan dolayı teaccüb etti ve bunu olmayacak bir şey gördü?

Cevap: Onun bu sözü, Allah'ın buna kadir olup olamıyacağı hususunda bir şüphesi bulunduğu için değildir. Bunun böyle olmadığının iki delili vardır:

a) Herkes bilir ki, çocuk normal olarak nutfeden yaratılır. Çünkü, insandan olmayan bir nutfe veya nutfeden olmayan bir yaratık bulunsaydı, o zaman teselsül ve hadiselerin ezelde meydana gelmiş olmaları gerekirdi ki, bu imkânsızdır. Böylece biz, Allahü Teâlâ'nın nutfeden olmaksızın yarattığı bir insanın veya insandan olmaksızın yarattığı bir nutfenin varlığını kabul etmemiz gerektiğini anlarız.

b) Zekeriyya (aleyhisselâm) bunu, Allahü Teâlâ'dan talep etmiştir. Eğer bu, ona göre muhal ve imkânsız olsaydı, bunu Allah'dan istemezdi. Binâenaleyh, bu iki izah ile, O'nun, "Ya Rabbi, nasıl benim bir oğlum olabilir?" sözünü, bunu ihtimal dışı gördüğü için söylememiş olduğu sabit olur. Bilakis âlimler bu hususta bazı açıklamalarda bulunmuşlardır:

1- Âyetteki lafzı, "nereden, nasıl (olacak)?" mânasındadır. Buna göre âyetin manasının, "Sen, ister normal şekilde, isterse ikinci alışılmadık şekilde olsun, nasıl bir çocuk verirsin?" şeklinde olması muhtemeldir. Bu böyledir, çünkü Zekeriyya (aleyhisselâm) için çocuğun olmasının iki yolu vardır:

Birincisi: Allahü Teâlâ'nın onu tekrar gençleştirmesi, sonra da ileri yaşına rağmen, ona bu çocuğu vermesi... Buna göre, buyruğunun mânası, "Allahım, gerek normal şekilde, gerekse alışılmadık şekilde olsun, çocuğu bana nasıl verirsin?" şeklindedir. Ona da, "İşte bu şekilde olur bu..

Çünkü Allah dilediğini yapar.. " denilmiştir. Bu görüş, Hasan el-Basri ve Esamm'ın görüşüdür.

İkincisi: Bir şeyden ümidini kesmiş olan kimse, onun meydana gelmesini uzak ihtimal zanneder. Ama, bu maksadının meydana geldiğini görünce, sevincinin şiddetinden dolayı âdeta dehşete düşerek, -kendisine çok büyük mallar bağışlayan bir kimseyi görüp, "Bu malları nasıl hibe ettin? Neden bunları hibe etmeyi istedin, nasıl olup da bu kadar mal hibe etmeye gönlün razı oldu!" diyen kimse gibi, - "Bu nasıl oldu? Bu nereden vaki oldu?" der.. Burada da böyledir; Zekeriyyâ (aleyhisselâm) bunu uzak ihtimal zannettiği hâlde, Allahü Teâlâ'nın kendisinin duasına icabet ettiğini görünce, onun neşesi ve sevinci artmış, bundan dolayı da böyle söylemiştir.

2- Melekler, Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'yı Yahya ile müjdelediklerinde o, kız tarafından mı, yoksa kendi sulbünden mi bu çocukla rızıklandırılacağını bitemedi.. İşte bu ihtimalden dolayı o bu sözü zikretti.

3- Kul, bir şeye çok arzulu olur da, onu efendisinden isterse, sonra efendisi de, ona istediğini vereceğini vaadederse, isteyen kişi bu va'adi duymaktan dolayı son derece lezzet alır ve çoğu zaman, bu cevabın tekrar edilmesi için, isteğini tekrar eder, böylece de bu cevabın tekrarlanmasına tekrar tekrar tad alır.İşte Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nınbu sözü tekrarlamasının sebebi, bu kabil birşey olabilir.

4- Süfyfin İbn Uyeyne'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nin duası, çocukla müjdelenmesinden altmış yıl önceydi.. Öyle ki O, müjdeleme anında, böyle istekte bulunduğunu unutmuştu. Binâenaleyh O, ihtiyarlığında böyle bir müjdeyi duyunca, Allah'ın kudreti hakkındaki şüpheden dolayı değil, mûtad durumdan ötürü bunu yadırgamış, pek uzak ihtimal zannetmiş ve yukardaki sözünü söylemişti.

5- Süddî, Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'ın bu müjdeyi duyduğu zaman, O'na şeytan gelerek, müjdeyi veren bu sesin şeytandan olduğunu ve ona, "Bu şeytan seninle alay etmiştir" dediğini; bunun üzerine de Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nın durumu birbirine karıştırdığını, işte bundan dolayı da, "Ya Rabbi, nasıl benim bir oğlum olabilir?" dediğini; O'nun bu sözden maksadının ise, Allah'ın bu sözün şeytanın likasından değil, vahiy ve meleklerin sözü olduğuna delâlet eden bir âyeti göstermesi olduğunu" söylemiştir.

Kâdî de şöyle der: "Peygamberlere vahyedilirken meleklerin sözünün şeytanların sözüne karışması caiz değildir. Çünkü biz böyle bir şeyin olabileceğini söylersek, bütün şeriatlara karşı duyulan güven kaybolur."

Şöyle denilmesi de mümkündür: Dinî konular hususundaki vahyin doğruluğuna dair mu'cizeler bulununca, o zaman bu vahyin şüphesiz melekler vasıtasıyla Allah'tan olduğuna; bunda şeytanın bir parmağı bulunmadığına dair bir güven ve itimad meydana gelmiş olur. Ama dünyevî işler ve çocukla ilgili olan hususlara gelince, mu'cizeler çoğu kez bunu desteklemez.. Bu sebeple de muhakkak geriye, onun şeytandan olması ihtimali kalır. Binâenaleyh, muhakkak ki kişi, bu ihtimali zihninden atabilmek için, Allah'a müracaat eder.

Cenâb-ı Hakk'ın Bana hakikaten ihtiyarlık gelip çatmış iken..." sözü hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) lafzı, insan yaşlandığı zaman söylenilen?(Adam yaşlandı, yaşlanıyor) tabirinin masdarıdır. İbn Abbas, "Hazret-i Zekeriyya'nın, çocukla müjdelendiği günde 120, hanımının ise 98 yaşında olduğunu" söylemiştir.

İkinci Mesele

Ehl-i meânî şöyle demiştir: Kendisine rastlayıp ulaşmış olduğun herşey, aynı zamanda sana rastlamış ve ulaşmış demektir. dili "ihtiyarlığa ulaştım, ihtiyarladım" demek her ne zaman caiz olursa, "yaşlılık bana yetişti, ulaştı" denilmesi de caiz olur. Bunun böyle olduğuna, Arapların, "Duvarla karşılaştım ve, duvar benimle karşılaşıyor" demeleri delâlet eder.

Buna göre eğer, (şehre ulaştım) yerine(şehir bana ulaştı) demek caiz olur" derseniz, biz deriz ki: Bu caiz olmaz. Bu iki durum arasındaki fark şudur: İhtiyarlık, insanı adeta isteyen, arzulayan bir şey gibidir. Binâenaleyh, insan ihtiyarladığında, ihtiyarlık âdeta ona gelmiş gibi olur. İnsan da, üzerinden yıllar geçmiş olması sebebiyle, ihtiyarlığa varmış, ulaşmış olur. Ama belde, şehir, ona giden insanı arzulayan gibi değildir... İşte böylece, bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkmış olur.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Karım da kısır olduğu halde..." tabirine gelince; Bil ki, âkir kelimesi, doğum yapmamış, yapamamış kadın için kullanılır(kısır oldu, kısır olmak...) denilir. Yine, denilir; yani, "Adamın zürriyeti olmadı" Hiçbirşey bitmeyen toprağa da denilir. Bil ki, Zekeriyya (aleyhisselâm), bu uzak ihtimal sayma durumunu pekiştirmek için, kendi yaşlılığının yanısıra, hanımının da kısır olduğunu belirtmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, işte böyle ne dilerse yapar" dedi" buyruğuna gelince, bu konuda iki bahis vardır:

a) Cenâb-ı Hakk'ın, sözü, daha önce geçmiş olan şeye râcidir. Önce geçmiş olan şey de, O'nun, "Ya Rabbi, nasıl benim bir oğlum olabilir? dedi" ifâdesindeki (Rabbim...) sözüdür. Biz bunun failinin Allah veyahut da Cibrîl olmasının muhtemel olduğunu söylemiştik.

b) Keşşaf sahibi, tabirinin mübteda olduğunu söylemiştir.. Yani, "Allah işte bu sıfat üzeredir, böyledir" demektir. (Dilediğini yapar) sözü ise, onun beyânıdır. Yani, "Allah, istediği harikulade fiili yapar" demektir.

40 ﴿