44

"Bunlar, sana vahyetmekte ğumuzgayb haberlerindendir. Meryem'ionlardan hangisi himayesine alacak diye kalemlerini atarlarken senyanlarında eğildin. Çekişirlerken de yine yanlarında yoktun" .

Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktardır:

Birinci Mesele

(Bunlar) lafzı, yukarıda geçen şeylere işarettir. Buna göre mânası, "yukarıda geçen Hanne, Zekeriyya, Yahya ve Meryem oğlu İsa'nın kıssaları gayb haberlerindendir. Binâenaleyh sen bunları ancak vahy ile bilebilirsin" şeklindedir.

İmdi, eğer: "Hazret-i Peygamberin, o hâdiseleri görmediği bildiriliyor. Bu zaten belli olup şüphe konusu değildir. Halbuki onları, o kıssaları bilenlerden nakletmesi zannı bulunduğu halde böyle bir nakil şüphesi reddedilmiyor?" denilirse cevaben deriz ki: Bu yahudilerce yakînen bilinen bir şeydi. Çünkü Hazret-i Peygamberi(sallallahü aleyhi ve sellem) okuyup yazan birisi değildi ve onlar da vahyi inkâr ediyorlardı. Bu durumda geriye sadece müşahede kalmıştı. Bu müşahedede, olmayacak bir şey görülse de, okuyup yazmasını bilmediğini bildikleri halde, vahyi inkâr edenlere hakaret olsun diye, nefyedilmiştir. Bunun bir benzeri de, "Musa'ya o emri vahyettiğimiz zaman sen batı tarafında (hazır) değildin, görenlerden de değildin " (Kasas. 4); "Nidâ ettiğimiz vakit de sen Tûr dağının yanında değildin" (Kasas. 46); "(Yusufun kardeşleri) işleyecekleri işi kararlaştırırlarken sen yanlarında değildin" (Yusuf, 102) ve "Onları bundan evvel ne sen biliyordun ne kavmin" (Hüd, 49) âyetleridir.

İkinci Mesele

(......) gaybtan haber vermektir. (......) ise, Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli manalarda kullanılmıştır. Bu manaları, "Vahy, vahyolunana işaret etme, yazma ve bunlar gibi başka gizli yollarla birşeyi bildirmektir" şeklindeki tarif toplar. Bu tarife göre, ilham da vahiy sayılır. Nitekim Hak teâlâ, "Rabb'in bal arısına vahyetti..." (Nahl, 68);Şeytanlar hakkında, "Onlardostlarına vahyederler" (Enam, 121), ve "(Zekeriyya) onlara "sabah akşam tesbihte bulunun" dîye vahyetti" (Meryem, 12) buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak bu şeyleri Cebrail (aleyhisselâm) vasıtası ile, başka insanlara gizli ve kapalı olacak bir biçimde Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'e ulaştırınca, bunu "vahiy" olarak isimlendirdi.

Cenâb-ı Allah'ın, "Meryem, onlardan hangisi himayesine alacak diye kalemlerini atarlarken (sen yanlarında değildin)" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Meryem'e Kimin Bakacağı Hususunda Kur'a Çekmeleri

Âlimler, o kalemlerin ne olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır:

a) "Kalemler"den murad, onların Tevrat ve diğer kitapları yazdıkları kalemlerdir. Bu kalemler ile şu şekilde kura çekmişlerdir: Kalemi, suyun akış istikâmetinin ters yönüne doğru giden, bu kefalete hak kazanacaktı. Onlar bunu yaptıklarında, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın kalemi sadece bu şekilde suyun aksi istikametine gitti. İşte böylece onlar, Hazret-i Meryem'i onun himayesine almasını kabul ettiler. Bu, âlimlerin çoğunun görüşüdür.

b) Onlar değneklerini akan suya attılar, sadece Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın değneği suyun akış istikâmetinin tersine gitti. Böylece kurayı o kazandı. Bu, Rebî'in görüşüdür.

c) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Onların kalemlerini atmaları, ümmetlerin ihtilâf esnasında kur'a çekmeleri manasındadır. Onlar böylece, üzerlerinde isimleri yazılı olan şeyleri kur'a için çekiyorlar, kimin ismi çıkar ise, onu ona veriyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Derken onlar kur'a çekmişlerdi de (Yunus) yenilenlerden olmuştu" (Saffat, 141) buyurmuştur. Bu, Arapların kumarda kazanılan devenin etini paylaşmak için çektikleri fal oklarına benziyor. Bu hisseler, kesilip parçalandığı için, "kalemler" diye adlandırılmıştır. Birşeyi parça parça edersen (......) dersin. İşte bu sebepten dolayı, yazı yazılan şeye de "kalem" denmiştir.

Kâdî şöyle demiştir: "Bu şeylere kalem denilmesi, aslî iştikak bakımından doğru ise de, örf, "kalem" kelimesini yazı yazılan şey mânasına tahsis etmiştir. Binâenaleyh bu lafzı bu mânâya almak gerekir.

İkinci Mesele

Âyetin zahiri onların, o istedikleri şeyi elde etme hususunda kalemlerini, bazısının bazısından imtiyazlı olduğunu ortaya koyacak bir biçimde bir şeye attıklarına delâlet etmektedir. Fakat bu atmanın nasıl olduğuna dâir bir işaret yoktur. Ancak ne var ki haberde, onların kalemlerinin suyun akış yönünün ters istikametinde hareket etmesi şartıyla kalemlerini suya attıkları ve böylece de ona mâlik oldukları rivayet edilmiştir. Sonra bu iş, Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm) için tahakkuk etmiştir. İşte bu sebeple de O, Hazret-i Meryem'e kefalet etmeye hak kazanmıştır. Allah en iyisini bilendir.

Üçüncü Mesele

Âlimler, neticede onları münakaşaya götüren Hazret-i Meryem'e kefil olma arzularının sebebinin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. İşte bundan dolay bazıları, Hazret-i Meryem'in babası İmran'ın onların başkanı ve ileri gelenleri olduğunu, babasının bu hakkından dolayı Hazret-i Meryem'e kefil olma hususunda istekli olduklarını; bazıları da annesinin onu Allah'a ibâdete ve Beyt-i Makdis'in hizmetine adamış olması, bu sebeple onların ona kefalet etmede arzulu olduklarını söylemişlerdir. Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: "Hayır, önceki ilâhî kitaplarda Hazret-i Meryem'in ve Hazret-i İsa'nın halleri haber verildiği için, bu sebepten dolayı onu ibâdet olsun diye himaye etmek istemişler ve bundan ötürü çekişmişlerdir.

Dördüncü Mesele

Bu münakaşa edip çekişenlerin kimler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, onların Beyt-i Makdis'e hizmet edenler; bazıları da bunların, onların âlimleri, din adamları ve vahiy kâtipleri olduğunu söylemişlerdir. Onların, dinî bakımdan faziletli ve bu yolda istekli havas kişiler olduklarında şüphe yoktur.

Hak teâlâ'nın"Meryem'i onlardan hangisi himayesine alacak" sözünde bir hazif vardır. Takdiri ise, Meryem'i hangisinin himayesine alacağını görsünler diye kalemler, ni atıyorlardı" şeklindedir. Bu husus zaten malum olduğu için, hazfedilmesi daha güzel olmuştur.

Hak teâlâ'nın "Çekişirlerken de yanlarında yoktun" buyruğunun mânası, "Onlar Hazret-i Meryem'i kimin himaye edeceğini belirlemek için kur'a atarlar ve münakaşa ederlerken orada bulunmuyordun" şeklindedir. Bu çekişmeden muradın, kur'adan önceki durum olması muhtemel olduğu gibi, kur'adan sonra meydana gelen bir başka çekişme olması da muhtemeldir. Netice olarak diyebiliriz ki bu âyetten maksat, onların Hazret-i Meryem'i himaye hususunda çok arzulu olduklarını göstermektir. Bu da ancak annesi Hanne'nin duası sebebiyle olmuştur. Çünkü o, "Benden olan bu (adağı) kabul et. Şüphesiz hakkıyla işiten, kemaliyle bilen sensin sen" (Âl-i İmran, 35) ve "Ben onu da, zürriyetini de o taşlanmış şey tandan sana sığındırırım" (Âl-i İmran, 36) demiş idi.

Meleklerin Meryem'i İsa İle Müjdelemeleri

44 ﴿