46"Hani melekler şöyle demişlerdi: "Ey Meryem, Allah, kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsâ Mesîh. Dünyada da âhirette de itibarlıdır. (Allah'a) çok yakın olanlardandır. Beşiğinde de yetişkinlik hâlinde de insanlara söz söyleyecektir. O, sâlihlerdendir" dediği zaman (da sen yanlarında değildin)" . Bil ki, Allahü teâlâ, Hazret-i Meryem'in işinin başındaki ve sonraki hallerini iyice açıklayınca, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı nasıl doğurduğunu da açıklayarak"Melekler, "Ey Meryem, Allah seni müjdeliyor dediği zaman..." demiştir. Bu ifâde hususunda iki mesele vardır: Birinci Mesele Âlimler buradaki, edatının amitinin ne olduğu susunda ihtilaf etmişlerdir. 1- Bunun âmilinin, bir önceki âyetteki son "Sen yanlarında değildin" sözü, 2- Veya, "çekişiyorlar" sözü olduğu söylendiği gibi; 3- (35. âyetin başındaki) (......) kavline atfedilmiş olduğu da söylenmiştir. 4- Keza, kelamın takdiri şöyle yapılmıştır: "sana anlattığım işbu Zekeriyya'ya ait meseleler ve Allah'ın ona Yahya'yı ihsan etmesi, meleklerin Meryem'e: "Ey Meryem, Allah seni müjdeliyor" dedikleri sırada olmuştu." 5- Ebû Ubeyde ise bu konuda bilinen mezhebini sürdürür ki, o da, bu gibi âyetlerdeki lafızlarının zâid sayılmasıdır. Bil ki ilk iki görüşte bazı zayıflıklar vardır. Çünkü Hazret-i Meryem, onlar kalemlerini atarlar ve bu hususta münakaşa ederlerken, Hazret-i İsa ile müjdelenecek yaşta değildi. Fakat Hasan el-Basrî'nin şu sözü bu konuda istisna edilebilir: "Hazret-i Meryem, küçük yaşta iken de akıllı idi. Çünkü bu ona yapılan bir ikramdı." Eğer bu doğru ise, o yaşta iken ona meleklerin Hazret-i İsa'yı müjdelemeleri caiz olur. Aksi halde bu müjdenin, onun bunları akledebileceği bir zamana kadar tehir edilmesi gerekir. Baz; âlimler buna cevap hususunda zorlanarak şöyle demişlerdir: "Bu çekişme ve müjdenin uzun bir zaman içinde meydana gelmiş olduğu söylenebilir. Nitekim sen, "Ben onunla falan sene karşılaşmıştım" dersin." Bu, son derece uzak bir ihtimaldir. Bu hususta doğru olan üçüncü ve dördüncü izahlardır. Ebu Ubeyde'nin görüşünün zayıflığını ise, size izah etmiştik. Allah en iyi bilendir. İkinci Mesele Hak teâlâ'nın, "Melekler, "Ey Meryem, Allah seni müjdeliyor" dediği zaman" sözünün zahiri, meleklerin birden fazia olduğunu gösterir. Fakat bu hususta meşhur olan görüş, bu nida edip müjdeyi verenin Cibril (aleyhisselâm) olduğudur. Bu hususu daha önce izah etmiştik. "Müjdeleme" (beşâret)in ne olduğunu da, Ay (Bakara, 25)âyetinin tefsirini yaparken söylemiştik. Hazret-i İsa'ya "Kelime" Denilmesi Hangi Mânaya Gelir? Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendinden bir kelime" ifâdesindeki "keli-me"nin ne olduğunu birçok mânâ ile izah etmiştik. Fakat buraya en uygunolanı şu iki izahtır: a) Her çocuk, Cenâb-ı Hakk'ın (ol) "kelimesi" vasıtası ile yaratılmış ise de, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) hakkında âdeten ve örfen doğum için, bilinen sebep olan baba yoktur. Bu sebeple, onun meydana gelmesinin bu kelimeye nisbeti daha mükemmel ve tam olmuştur. Böylece bu açıklamaya göre, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) sanki "kelime"nin kendisi gibi kabul edilmiştir. Nitekim çok cömert ve ikbâl sahibi olanlara, mübalağa yoluyla, mertliğin bizzat kendisidir, mahza keremdir ve ikbali açık olandır" denilir. Burada da böyledir. b) Âdil hükümdar bazan, adaletin gölgesinin ve ihsanın nurunun meydana çıkmasına sebep olduğu için, "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi (Zıllullah) ve O'nun nuru (Nurullah)" diye vasıflandırılır. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) da, açıklamalarının çokluğu, Allah'ın kelamı hususundaki şüphe ve tahrifatı gidermesi sebebi ile, Allah'ın kelâmının ortaya çıkmasına vesile olduğu için "Kelimetullah" diye isimlendirilmesi yadırganacak birşey değildir. Hazret-i İsa'nın Babasız Yaratılmasının İzahı Eğer, "Niçin bir babanın tohumu olmadan, bir çocuğun doğması mümkündür" dediniz?" denilir ise, biz deriz ki: Müslümanların usul ve kaidelerine göre, bu açıktır. Buna, şu iki şey delâlet eder: 1- Cisimlerin, hayat, anlayış, konuşma meydana gelecek bir şekilde terkib edilip birleşmeleri, "mümkin" olan bir iştir. Allahü teâlâ'nın bütün mümkinata kadir olduğu sabittir. O halde, Allahü teâlâ bir şahsı, baba nutfesi olmadan da yaratabilir. Bu hususun "mümkin" olduğu sabit olup, peygamberin de doğruluğuna mucizeler delâlet edince, bunun doğru olması gerekir. Sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mümkin olan bu işin vuku bulmuş olduğunu haber vermiştir. Sâdık olan birisi, bir mümkinin meydana geldiğini haber verince, onun bu şekilde olduğuna kesin hüküm vermek ve inanmak gerekir. Böylece bizim söylediğimiz şeyin doğruluğu sabit olmuş olur. 2- Hak teâlâ'nın, "Muhakkak ki İsa'nın hâli de, Allah indinde Âdem'in hâli gibidir" (Âl-i imran, 59) âyetidir. Buna göre Allah'ın Hazret-i Adem'i babasız olarak yaratması imkansız görülmediğine göre, Hazret-i İsa'yı babasız yaratması hiç imkansız görülemez. İşte bu açık bir hüccettir. Felsefecilerin prensiplerine göre de, bunun mümkün olduğu açıktır. Bunun böyle olduğuna şu hususlar delalet eder: a) Felsefeciler, doğurtma suretiyle olmayan bir üreme yoluyla insanların meydana gelmelerinin imkansız olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Onlar şöyle demişlerdir: "Çünkü insanın bedeni, bu bedendeki hususî mizacın meydana gelmesi ile o bedeni yöneten nefs-i natıkayı kabule kabiliyetlidir. Bu mizaç ise ancak, dört unsurun (ateş, su, hava, toprak) belli bir süre içinde ve belli miktarlarda karışımı ile meydana gelir. Bu sebeple, bu unsurların parçalarının insanın bedenine uygun miktarlarda bir araya gelip imtizaç etmeleri imkansız değildir. İşte, mizaç ile ilgili keyfiyet ve hususiyetlerin bir araya gelmesi esnasında bu unsurların imtizacı vâcib olur. Mizaç ile ilgili keyfiyet ve hususiyetlerin meydana gelmesi esnasında, o bedene ruhun girmesi vâcib olur. Böylece insanın üreme yoluyla meydana gelmesinin mâkûl ve mümkin olduğu sabit olur. Durum böyle olunca insanın, bir baba olmaksızın meydana gelmesi öncelikle caiz ve mümkin olur. b) Biz, meselâ farenin balçıktan, yılanların bitkilerden ve akreplerin de güzel kokulu bir tür nebattan meydana gelmesi gibi tevellüt yolu ile birçok canlının (normal olmayan bir üreme ile) meydana geldiklerini müşahede etmekteyiz. Bu durum böyle olunca, bir çocuğun babasız olarak meydana gelmesinin imkansız olmaması, haydi haydi mümkündür. c) Zihindeki tahayyüller çoğu zaman, bir çok hadisenin meydana gelmesine sebep olmaktadır. Çünkü olumsuz bazı şeyleri düşünmek, gazabın ortaya çıkmasına ve bedende ısının yükselmesine sebep olur. Uzun bir tahta, yere konulduğunda insan onun üzerinde yürüyemez mi? Tabiî ki yürür. Fakat bu tahta köprü gibi derin bir çukurun üzerine uzatıldığında, insan onun üzerinde yürüyemez. Aksine her yürüdüğünde düşer. Bu ise, sırf o insanın düşeceğini tasavvur etmesinin bu düşmeye sebep olmasından dolayıdır. Felsefeciler, kitaplarında bu konuyla ilgili pek çok misaller zikretmişler ve bunları, mu'cize ile kerametlerin olabileceğini beyân için bir asıl ve düstur saymışlardır. Buna göre, Hazret-i Meryem'in de, Hazret-i İsa'nın suretini zihninde hayal ettiğinde bunun, o çocuğun kendisinin rahmine yapışmasına kâfi geldiğinin söylenmesine hangi mâni vardır? Bütün bu hususlar mümkün ve muhtemel olunca, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın babasız olarak meydana geldiğini söylemek, imkansız olmayan bir söz olur. Şayet sen gelmiş geçmiş bütün tabiî ilimler, tıp ve felsefe bilginlerinden bir çocuğun babasız olarak meydana gelmesinin imkansızlığını gösterecek ikna edici bir delil getirmelerini istesen, onlar, örf ve âdetin istikrasına (yani taranmasına) başvurmaktan başka bir yol bulamazlar. Halbuki filozoflar, bu gibi tarama ile elde edilen neticelerin ilim şöyle dursun, zann-ı galip bile ifâde edemeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece biz, bunun mümkün bir iş olduğunu anlamış olduk. Binâenaleyh Allah, insanlara bunu bildirdiğine göre, bunun böyle olduğuna kesin inanmak gerekir. Hak teâlâ'nın, ifâdesindeki harf-i cerri, teb'îz (bazısı, kısmen) manasını ifâde etmez. Çünkü eğer böyle olsaydı, Allahü teâlâ'nın, cüzlerden ve kısımlardan meydana gelmiş olması ve o zaman toplanabilen, ayrılabilen bir varlık olması gerekirdi. Böyle olan her varlık ise muhdes (sonradan meydana gelme)dir. Allah, böyle olmaktan münezzehtir. Aksine buradaki lafzının manası, "ibtida-i gâye"dir. Çünkü Hazret-i İsa'nın babası olmadığı için, yaratılıp meydana getirilmesinde, Cenâb-ı Hakk'ın "ol" kelimesinin tesiri, daha mükemmel ve açık olmuştur. Buna göre, Allah'ın kelimesinin, Hazret-i İsa'nın, meydana gelmesinin başlangıcı olması daha mükemmel olmuş olur. Binâenaleyh mana, hristiyanların ve hulûliyye nin vehmettiği şey değil, bizim zikrettiğimiz şey olur. Mesih Lafzının Mânası Hak teâlâ'nın, "Adı, İsa Mesih, Meryem'in oğlu" tabiri ile ilgili birkaç sual vardır: Birinci sual: "Mesih" lafzı, müştak (türemiş) bir isim midir, yoksa bu mânaya verilmiş bir özel isim midir? Cevap: Bu hususta iki görüş vardır: 1- Ebü Ubeyde ve Leys şöyle demişlerdir: "Bunun İbrancada aslı "Meşîhâ"dır. Araplar bu kelimeyi arapçalaştırmış ve lafzını değiştirmişlerdir. "İsa" kelimesinin aslı da, îşû" idi. Niketim onlar, "Musa" lafzının aslının İbrancada "Muşa" veya "Mîşâ" olduğunu da söylemişlerdir. Bu görüşe göre, bu kelime müştak değildir. 2- "Bu, müştak bir kelimedir." Âlimlerin çoğu bu görüştedirler ve bu hususta şu izahları yapmışlardır: a) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Hazret-i İsa, Mesih diye adlandırılmıştır. Çünkü onun meshedip dokunduğu her hasta iyileşirdi." b) Ahmed b. Yahya şöyle der: "Çünkü o, yeryüzünü mesheder, yani dolaşıp gezerdi. Yüzölçümü "mesaha" da bu köktendir. Bu manaya göre, çok fasık ve içkici adama denildiği gibi, mübalağa ifade etsin diye Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya da "Mesih" (çokça gezen) denilmiştir. c) O, mesih idi. Çünkü Allah rızası için yetimlerin başını meshederdi. Bütün bu görüşlere göre "fa'îl" vezninde olan bu kelime, "râhîm" manasında olan "rahîm" kelimesi gibi, ism-i fail manasındadır. d) O, günahları ve kötülükleri meshedip silerdi. e) O, "Mesih" diye adlandırılmıştır, çünkü ayağında çukur yok idi, yani düztaban idi. f) O, "Mesih" diye isimlendirilmiştir. Çünkü ona, ancak peygamberlere sürülen temiz ve mübarek bir koku sürülmüştür. Sonra bu görüştekiler şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın, bu kokuyu, doğduğu zaman kendisine bu koku sürülen herkesin peygamber olacağını melekler bilsin diye, bir alâmet kılmış olması mümkündür." g) O, "Mesih" olarak isimlendirilmiştir. Çünkü o doğduğu zaman, Cebrail (aleyhisselâm), onu şeytanın dokunmasından korumak için, kanadıyla onu meshedip sarmıştır. h) O, "Mesih" diye isimlendirilmiştir. Çünkü ana karnından ilahi bir koku sürülmüş olarak doğmuştur. Bu görüşlere göre ise, "mesîh" kelimesi, ism-i mef'ul manasında olarak "memsûh" (meshedilmiş) yerine olmuş olur. Böylece fa'îl vezni mef'ûl manasına gelmiş olur. Ebû Amr b. Alâ, Mesih'in "melik, hükümdar"; Nehaî ise, "siddîk, sözü özü doğru" manasına geldiğini söylemişlerdir. Allah en iyisini bilendir. Belki de bu ikisi bunu, kelimenin kendisine delâlet etmesi sebebiyle değil de, Hazret-i İsa'yı medhetme cihetinden söylemişlerdir. Ama, Deccâl'in Mesih diye adlandırılmasına gelince, o şu iki sebepten dolayı bu ismi almıştır: a) Onun iki gözünden birisi, silme ve dümdüz ve kör olduğu için... b) Kısa bir zamanda, yeryüzünü dolaşıp katettiği için.. Âlimler sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: Yeryüzünde dolaştığı ve onun her tarafını katetmiş olduğu için, ona Deccâl ismi verilmiştir. Nitekim, Deccâl bu işi yaptığında, denilir. Deccâl'in, Deccâl diye isimtendirilmesinin sebebinin, "Bir kimse göz boyayıp da, işi karmakarışık ettiği" zaman söylenilen tabirinden alındığı ileri sürülmüştür. Hazret-i İsa İle İlgili Bazı Sorular ve Cevaplar İkinci sual: "Mesîh, Onun lakabı, İsa da O'nun ismi gibidir... O halde, niçin lakab isimden önce getirilmiştir?" Cevap: Mesih, Siddîk ve Faruk lakapları gibi, O'nun çok şerefli olduğunu ve mertebesinin de çok kıymetli olduğunu ifâde eden bir lâkap gibidir. Böylece Allahü Teâlâ O'nu, derecesinin yüksekliğini ifâde etsin diye, önce lakabıyla, sonra da kendi özel ismiyle zikretmiştir. Üçüncü sual: Hitâb, zaten Meryem (aleyhisselâm)'e yapılmışken, daha niçin "Meryem oğlu İsa" denilmiştir? Cevap: Çünkü peygamberler, annelerine değil, babalarına nisbet edilirler. Cenâb-ı Hak Hazret-i İsa'yı babaya değil, annesine nisbet edince, bu Hazret-i Meryem'e, Hazret-i İsa'nın babasız olarak dünyaya geleceğini bir bildirme olmuştur. Böylece de bu, faziletinin artmasına ve derecesinin yücelmesine sebep olmuş olur. Dördüncü sual: Hak teâlâ'nın, "Onun ismi" sözündeki zamir, lafzına racidir. Halbuki, "kelime" lafzı ise, müennestir. O halde niçin zamir müzekker olarak getirilmiştir? Cevap: "Kelime" lafzı her ne kadar müennes ise de, onunla isimlenen şey müzekkerdir. Beşinci sual: Cenâb-ı Hak niçin demiştir? Halbuki bu ifâdede isim olan, sadece "İsa" lafzıdır? Mesih ise lakab, "Meryem'in oğlu" kısmı ise sıfattır... Cevap: İsim, müsemmânın alâmeti ve onu bildiren şeydir. Buna göre sanki, "O'nun kendisiyle tanıtılıp ortaya konulduğu şey, bu üç şeyin toplamıdır" denilmiştir. Hazret-i İsa Dünyada da Ahirette de İtibarlıdır Cenâb-ı Hakk'ın, "Dünyada da ahirette de itibarlıdır" tavsîfine gelince, bunda iki mesele vardır: Birinci Mesele Vecîh kelimesinin mânası, makam, şeref ve kadr ü kıymet sahibi, itibarlı demektir. Bir kimsenin hem halk hem de idare nezdinde makam ve rütbesi yüksek olduğu zaman denilir. Bazı dilciler de şöyle demişlerdir: Vecîh, kerîm anlamına gelir. Çünkü insanın uzuvlarının en şereflisi, onun yüzüdür.. Böylece yüz, kerem ve kemâlden bir istiare olmuş olur. Bil ki, Cenâb-ı Hak Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı da, "itabarlıdır" diye vasfetmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, siz de Musa'yı incitenler gibi olmayın. Nihayet Allah onu dedikleri şeyden temize çıkardı. O, Allah katında itibarlı idi" (Ahzâb, 69) buyurmuştur. Sonra müfessirler bu tabirin tefsiri hakkında şu görüşleri ileri sürmüşlerdir: a) Hasan el-Basrî şöyle der: "O, peygamber olması sebebiyle dünyada, Allah katında derecesinin yüce olması sebebiyle de ahirette itibarlıdır." b) Musa (aleyhisselâm), Allah katında itibarlıdır. İsa (aleyhisselâm)'ya gelince, duası müstecâb olması, ölüleri diriltip, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmesi sebebiyle dünyada; Cenâb-ı Hakk'ın onu, kendisine inanan ümmetine şefaatçi kılıp, ulü'l-azm peygamberlerin şefaatini kabul ettiği gibi, ümmeti hakkındaki O'nun şefaatini kabul ettiği için, âhirette itibarlıdır, O, vecîhtir... c) Allahü Teâlâ O'nu, yahudilerin kendisini vasfetmiş olduğu kusur ve ayıplardan temiz kılmış olması sebebiyle dünyada; sevabının çokluğu ve Allah katındaki derecesinin yüksekliği sebebiyle âhirette itibarlı, makam ve mertebe sahibi kılmıştır. İmdi şayet, "Yahudiler, O'na hertürlü kötü muameleyi reva görmüşken, o bu dünyada nasıl makam ve mevki sahibi, itibarlı olabilir?" denilirse biz deriz ki, Allahü Teâlâ Hazret-i Musa'yı, yahudilerin O'nu kınamış olmalarına ve Cenâb-ı Hakk'in O'nu, onların dediklerinden temiz ve berî kılıncaya kadar O'na eziyyet etmiş olmalarına rağmen, "vecîh", (gözde, itibarlı) diye isimlendirmiş olduğunu söyledik. Bu da, Hazret-i Musa'nın itibarlı, makam ve mertebe sahibi olmasına bir zarar vermez... İşte burada da böyledir. İkinci Mesele Zeccac, (......) kelimesi, hal olduğu için mansûbtur" demiştir. Buna göre mâna ise, "Allah seni, dünya ve âhirette itibarlı olan şu evlatla müjdeler" şeklinde olur. Ferrâ ise, bu kelimenin harf-i tariften tecerrüd ettiği için (......) şeklini aldığını söylemiştir. Buna göre sanki o, bu tabirin aslının, "Meryem'in itibarlı ve gözde olan oğlu İsa..." şeklinde olduğunu söylemiş, böylece de bu kelimeden harf-i tarifin tecrid edilmiş olduğunu ifâde etmiştir. Hak teâlâ'nın, "(Allah'a) çok yakın olanlardandır" buyruğuna gelince, bu hususta şu görüşler belirtilmiştir: a) Allahü Teâlâ bu tabiri ile meleklere büyük bir medihde bulunmuş, bu sıfat vasıtasıyla onu da meleklere ilhak etmiş, onların derecesine çıkarmıştır. b) Bu vasıf, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın göklere yükseleceğine ve meleklerle arkadaş olacağına, âdeta dikkat çekmektedir. c) Âhirette her İtibarlı kimsenin, mukarreb ve Allah'a yakın olması söz konusu değildir. Çünkü cennetlikler de kendi aralarında derece derecedirler. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Siz de üç sınıf olmuşsunuzdur: Sağ ehli... O sağ ehli ne mutludurlar! Sol ehli. ..O sol ehil ne bedbahttır! Hayır yarışlarında ta öne geçip kazananlara gelince: Onlar öncüdürler.. İşte onlar, (Allah'a) en çok yaklaştırılmış olanlardır" (vakıa, 7-11) buyurmuştur. Hazret-i İsa'nın Beşikte ve Olgunluk Çağında Konuşması Hak teâlâ'nın, "Beşiğinde de, yetişkinlik halinde de insanlara söz söyleyecektir" buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu sözün başındaki vâv harfi, atıf vâvı olup, bu ifâdeyi kendinden önce geçmiş olan (......) kelimesine atfetmektedir. Buna göre kelamın takdiri, şöyledir: Cenâb-ı Allah sanki, "itibarlı ve insanlara söz söyleyen..." demiştir. Bana göre, yapılmış olan bu takdir zayıftır; çünkü bir zaruret ve elde edilecek bir fayda olmadığı sürece, fiil cümlesini isim cümlesine atfetmek caiz değildir. Evlâ olanı ise, âyetin takdirinin, "Allahü Teâlâ seni, dünya ve âhirette itibarlı; Allah'a yakın kullardan, mukarreblerden sayılmış; ismi, Meryem oğlu İsa Mestti olan bir kelime ile müjdeler..." şeklinde olmasıdır. İşte bu kelamın tamamı, tek bir cümledir. Sonra Cenâb-ı Hak, "... Ve insanlara söz söylemektedir" buyurmuştur ki, böylece bu kelam Cenâb-ı ifâdesine atfedilmiş olur. İkinci Mesele Âyette geçen (......) kelimesiyle ilgili, iki görüş bulunmaktadır: a) Bunun mânası, "annesinin kucağı" demektir. b) Süt döneminde çocuğun yattığı yer olarak bilinen maruf şey, yani beşiktir. Bu ifâdeden murad, "o insanlara, çocukların beşiğe muhtaç oldukları bir durumda iken konuşmuş olması..." olduğu halde, bu nasıl olmuştur?.. Halbuki maksat, ister annesinin kucağında isterse beşikte olsun değişmez. Üçüncü Mesele Âyetteki"ve yetişkinlik halinde" kelimesi "beşiğinde" ifâdesine atfedilmiştir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "O, insanlarla küçük iken de, yetişkin iken de konuşur." Burada birkaç sual vardır: Birinci sual: "Kehl", ne mânaya gelir? Cevap: Arapça'da bu kelime, insanın güçlü kuvvetli olup, delikanlılığının kemâle ermesi durumuna denir. Bu ifâde, bitkiler büyüyüp kemâle erdikleri zaman Arapların kullandıklarsözünden alınmıştır. Nitekim A'şa, şu şiiri söylemiştir: "Birbirine giren ve çok da güzel olan bitkilerle bürünmüş; olgunluğunun zirvesine ulaşmış, suya da iyice kanmış bitkinin büyük bir kısmı güneşle beraber döner..." O, buradaki "Müktehil" kelimesi ile, son derece güzel ve mükemmel oluş manasını kastetmiştir. İkinci sual: Hazret-i İsa'nın beşikte iken konuşması bir mû'cizedir. Fakat yetişkin iken konuşması, bir mu'cize değildir. O halde bunu söylemenin faydası nedir? Cevap: Buna, birkaç bakımdan cevap verilebilir: 1- Bu sözden murad, Hazret-i İsa'nın çocukluktan yetişkin oluncaya kadar birçok değişik haller geçirmiş olduğunu açıklamaktır. Halbuki yüce İlah hakkında böyle değişiklikler imkânsızdır. Bu ifâdeden maksad ise, İsâ (aleyhisselâm)'nın bir ilah olduğunu söyleyen Necran heyetinin sözünü reddetmektir. 2- Bundan murad, onun insanlarla, annesinin temizliğini ve iffetini göstermek için beşikte iken bir defa, yetişkinliğinde ise vahyi ve nübüvveti açıklamak için çokça konuştuğunu göstermektir. 3- Ebu Müslim şunu söylemiştir: "Bu ifâdenin mânası şöyledir:'O, hem beşikte iken, hem de yetişkinlik döneminde insanlarla aynı şekilde ve aynı biçimde konuşmuştur." Bu, şüphe yok ki son derece tesirli bir mû'cizedir." 4- Esamm şöyle demiştir: "Bundan murad, "O yetişkinlik çağına ulaşır" demektir. Kehl Tabirinin Mânâsı Üçüncü sual: Hazret-i İsa'nın göğe yükseltilinceye kadarki ömrünün otuzüç yıl altı ay olduğu nakledilmiştir. Bu duruma göre o, yetişkinlik çağına varmamıştır. Cevap: Buna iki yönden cevap verilebilir: a) Biz, (......) kelimesinin Arapça'da tam ve kâmil olmaktan ibaret olduğunu beyân etmiştik. İnsanın en mükemmel hali ise, o otuz ilâ kırk yaşı arasında bulunduğu zaman olur. Binâenaleyh, Hazret-i İsa'nın bu yaşta iken, diye vasfedilmiş olması doğru olmuş olur. b) Bu, Hüseyn İbn Fadl el-Becelî'nin görüşüdür. Buna göre, Hak teâlâ'-nı tabirinden maksat, Hazret-i İsa'nın âhir zamanda semâdan inerek insanlarla konuşup, Deccâl'i de öldürmesinden sonra, böyle yeryüzüne ineceğine dair bir nass bulunmaktadır" demiştir. Hazret-i İsa'nın Bebek İken Konuşmasına Hristiyanların İtirazı Hristiyanlar, Hazret-i İsa'nın beşikte konuşmasını kabul etmemişler ve kendi görüşlerinin doğruluğuna da, şöyle istidlal etmişlerdir: Onun beşikteyken konuşması, en garip ve en şaşırtıcı bir durumdur. Bu gibi vakıaların meydana gelmesi durumunda hiç şüphesiz ki, eğer bu hâdise meydana gelmişse, bu hâdisenin mutlaka sözlerine itibar edilecek ve hükme medar olacak çok kalabalık bir topluluğun huzurunda meydana gelmiş olması gerekirdi... Çünkü bu gibi mu'cizelerin bir iki kişiye mahsus olması mümkün değildir. Gerçekten son derece hayret verici bir vakıa, kalabalık bir topluluğun huzurunda meydana gelirse, muhakkak ki bunu rivayet etmenin sebep ve yolları da fazlalaşır. Böylece de bu, tevatür derecesine ulaşmış olur. Tevatür derecesine ulaşmış olan bir şeyi gizlemek ise, imkânsızdır. Ve yine, eğer böyle bir şey meydana gelmiş olsaydı, bunu gizlemek imkânsız olurdu. Çünkü hristiyanlar, Hazret-i İsa'yı sevme konusunda çok aşırı davranarak, onun bir iiâh olduğunu dahi söylemişlerdir.. Böyle olan kimselerin, Hazret-i İsa'nın menkîbe ve faziletlerini gizleme hususunda çaba sarfetmeleri imkânsız olur; bilakis, onun hakkındaki bir menkîbeyi bin yapar... Böylece, böyle bir vakıa şayet meydana gelmiş olsaydı, bunu en iyi bilen kimselerin hristiyanlar olması gerekirdi. Onlar bunu inkâr etme hususunda mutabık olunca, bu işin kesinlikle meydana gelmemiş olduğunu anlamış oluruz. Kelâmcılar bu şüpheye şu şekilde cevap vermişler ve şöyle demişlerdir: Hazret-i İsa'nın beşikte konuşması, ancak Hazret-i Meryem'in fuhuş ve zinadan beri ve masum olduğuna bir detil olsun diye meydana gelmiştir... Orada bulunanlar ise, az bir topluluk idi.. Böylece bu sözü duyanlar pek az bir topluluk olmuştur. Böylesi az sayıdaki topluluk içinde, hakikatlerin gizlenmesi hususunda bir ittifakın meydana gelmesi uzak bir ihtimal değildir. Bunun şöyle olması muhtemeldir: O az sayıdaki topluluk, bunu anlatmıştır, amma o yahudiler onları bu konuda yalanlayarak, iftirada bulunmakla suçlamışlardır. Bunun üzerine onlar da bu sebepten dolayı susmuşlar, bu sebeplerden ötürü mesele, Allahü Teâlâ onu Hazret-i Muhammed'e bildirmesine kadar gizli ve saklı kalmıştır. Kaldı ki bütün hristiyanlar bunu inkâr etmemektedir. Çünkü, meselâ Ca'fer İbn Ebî Tâlib'den şu rivayet edilmiştir: Necaşî'ye Meryem sûresi okunduğu zaman Necaşî, "İsa (aleyhisselâm)'nın hadisesiyle, bu sözde zikredilen hadise arasında zerrece fark bulunmamaktadır" demiştir. Cenâb-ı Hak daha sonra"O, salihlerdendir" buyurmuştur. Eğer, "Hazret-i İsa'nın Allahü Teâlâ'dan bir kelime olması; dünyada ve âhirette itibarlı olması, Allah katında O'na çok yakın olanlardan olması, insanlarla beşikte ve yetişkinlik çağında konuşması... Evet, bu sıfatlardan her biri, onun salih kimselerden olması sıfatından daha yüce ve daha şereflidir.. O hâlde Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsa'nın sıfatlarını niçin, "Ve, sahillerdendir" vasfı ile bitirmiştir?" denilirse, deriz ki: Kişinin sâlih olmasından daha büyük bir rütbe yoktur. Çünkü kişi böyle olduğu zaman, yaptığı ve yapmadığı bütün işlerde en güzel yola ve en mükemmel usûle uyar, devamlı ona tâbi olur. Bunun, gerek dünyevî, gerek dinî hususlarda, kalbî ve uzvî fiillerin bütününe dair makamları içine aldığı, herkesçe malumdur. Binâenaleyh, Allahü Teâlâ, bazı tafsilatları zikredince, bunun peşinden derecelerin en yükseğine delâlet eden bu sözü getirmiştir... |
﴾ 46 ﴿