61"Sana (bu) ilim geldikten sonra, kim seninle onun hakkında çekişirse, de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı; kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimiz ve kendinizi çağıralım, sonra, duâ edelim de, Allah'ın lanetini yalancıların üstüne salalım..." . Bil ki Allahü Teâlâ bu sûrenin başında, hristiyanların (Hazret-i Meryem'in)' Allah'ın zevcesi, Hazret-i İsa'nın da O'nun oğlu olduğu şeklindeki iddialarının yanlış ve bozukluğuna delâlet eden birçok kat'î deliller zikretmiş; bunun peşinden de tam ve kusursuz araştırma yoluyla onların bütün şüphelerine cevap olacak açıklamaları getirmiş ve sözünü, onların sözlerinin bozukluğunu kesinkes ortaya koyacak ve nihayete erdirecek şu nükteyle sona erdirmiştir: Hazret-i Adem'in, beşer olan bir baba ve annesinin olmamasından, O'nun Allah'ın oğlu gerekmediğine göre, Hazret-i İsa'nın, beşer olan bir babasının olmamasından da O'nun Allah'ın oğlu olması gerekmez... Allah bu tür şeylerden yüce ve münezzehtir... Hazret-i Âdem'in topraktan yaratılmış olması, aklın almayacağı bir şey olmadığına göre, Hazret-i İsa'nın da, annesinin rahminde bir araya gelmiş ve toplanmış kandan yaratılmış olması da, aynı şekilde imkânsız görülecek bir durum olmaz.. Âdil olup, hakkı tedkik eden ve araştıran herkes, bu izahın son derece açık olduğunu anlar. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Bu açık seçik delillerden, net ve berrak cevaplardan sonra kim kalkar da seninle mücadele ederse, onlarla konuşmayı kes ve onlara inatçılara yapılacak şekilde muamele et.. Bu muamele de, senin onları "mülâane" (karşılıklı lânetleşme)'ye çağırmandır" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, müteakiben de, "De ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı; kadınlarımızı ve kadınlarınızı ve kendimiz ve kendinizi çağıralım, sonra, duâ edelim de, Allah'ın lanetini yalancıların üstüne salalım..." buyurmuştur. Sonra burada birkaç mesele vardır: Râzi'nin Bir Hristıyan Bilgin İle Münakaşası Ben Harzem'de iken bana, kendi dini konusunda çok bilgili ve derin alim olduğunu iddia eden bir hristiyanın gelmiş olduğu haber verildi.. Bunun üzerine ben kalkıp onun yanına giderek söze başladım. O bana, "Hazret-i Muhammed'in peygamberliğinin delili nedir?" deyince, ben de ona Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa ile diğer bütün peygamberlerin elinde mu'cizeler zuhur etmiş olduğu bize nakledildiği gibi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinde de mu'cizeler zuhur etmiş olduğu bize nakledilmiştir. Bu durumda biz, eğer tevatürü reddetsek veya onu kabul edip, ama "Mu'cize peygamberin doğruluğuna delâlet etmez" desek, bu durumda diğer peygamberlerin nübüvveti de bâtıl olur. Eğer, tevatürün doğruluğunu kabul edip mu'cizenin de peygamberin doğruluğuna delâlet ettiğini ikrar ve tasdik eder; sonra bu iki durumun Hazret-i Muhammed için de söz konusu olduğunu söylersek, delilde eşitliğin bulunması durumunda, medlulde de mutlaka eşitlik ve müsavat bulunacağı zaruretinden dolayı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de nübüvvetini kesinlikle itiraf edip kabul etmek vacip olur..." dedim. Bunun üzerine hristiyan, "Ben Hazret-i İsa'nın bir peygamber olduğunu söylemiyorum; bilakis ben onun bir ilâh olduğunu söylüyorum" deyince, ben de ona şunları delil getirdim: A- "Peygamberlik konusunda söz edebilmek için, mutlaka önceden ilâhın tanınıp bilinmesi gerekir. Senin söylemiş olduğun bu şey bâtıl ve asılsızdır. Bunun böyle olduğuna şu hususda delâlet eder: İlâh, zâtı gereği vâcibu'l-vücûd (varlığı zorunlu) olan bir "varlık"tan ibarettir. Binâenaleyh, ilâhtn bir cisim, uzayda bir yer işgal eden bir varlık ve bir araz olmaması gerekir.. Halbuki İsa, yok iken yaratılan; sizin iddianıza göre, diriyken öldürülen; başlangıçta çocuk; daha sonra gelişip serpilen, daha sonra da delikanlı olan, yeyip içen, def-i hacette bulunan, uyuyup sonra da uyanan cismanî bir beşer olan şu şahıstan ibarettir! Aklın bedâhetiyle, sonradan meydana gelen (muhdes)in kadîm; muhtaç olanın, ganî, müstağnî; mümkin bir varlık olanın vâcibu'l-vücûd ve değişenin de, daim ve değişmez olamayacağı hakikati zihinlerde yerleşmiş ve sübut bulmuş bir gerçektir. B- Sizler, yahudilerin, Hazret-i İsa'yı yakalayıp çarmıha gerdiklerini, O'nu çarmıh üzerinde diri olarak bıraktıklarını, kaburgalarını paramparça ettiklerini; O'nun ise, onlardan kaçıp saklanma hususunda çareler aradığını ve onlar O'na bu şekilde işkenceler yaparken, O'nun çok şiddetli çığlıklar atmış olduğunu kabul ve itiraf ediyorsunuz.. İmdi eğer o bir ilâh olmuş olsaydı veya ilâh O'na hulul etmiş, girmiş olsaydı veyahut da onda, ilâhtan bir cüz bulunmuş olsaydı, o kendisini onlara karşı müdafâa eder ve hatta onları adamakıllı imha ederdi. Bu durumda, onların yapmış olduğu bu muameleden dolayı çığlıklar atmaya ve onların elinden kaçıp kurtulmak için çareler ve yollar aramaya ne ihtiyaç var? Allah'a yemin ederim ki, ben son derece hayret ediyorum! Aklı olan bir kimse, bu sözü nasıl söyleyebilir ve bu sözün doğruluğuna nasıl inanabilir? Aklın bedaheti de, neredeyse bu görüşün yanlışlığına şehâdet etmektedir. C- İlahın, ya müşahede edilen şu cismanî şahıs olduğu yahut ilâhın tamamiyle bu cisme hulul ettiği, veyahut da ilâhın bir cüzünün ona hulul ettiği söylenebilir.. Bu her üç kısım da bâtıldır. Birincisi bâtıldır, çünkü âlemin ilâhı o cisim olsa ve yahudiler de onu öldürmüş olsa, bu yahudilerin âlemin ilâhını öldürmüş olduğuna hükmetmek olurdu. Bu durumda âlem, nasıl ilansız kalabilir. Sonra, insanların en alçağı ve en rezili yahudilerdir; binâenaleyh, yahudilerin öldürmüş olduğu o ilâh, son derece âciz bir ilâh olmuş olur. İkincisi de bâtıldır, çünkü ilâh ne cisim, ne de araz olmadığı için, onun cisme hulul edip girmesi de imkânsız olur. Eğer ilâh cisim olsa, bu durumda ilâhın bir başka cisme hulul etmiş olması, ilâhın cüzlerinin o cismin cüzlerine karışmış olmasından ibaret olur. Bu da, o ilâhın cüzlerinin o ilâhtan ayrılabilmesini iktiza eder. Eğer ilâh bir araz olursa, bu durumda da bir mahalle, bir yere muhtaç olur. Böylece de ilâh başka bir şeye muhtaç olmuş olur ki, bütün bunlar İse zayıf ve tutarsız şeylerdir. Üçüncüsü de imkânsızdır, çünkü ulûhiyyetin tahakkuku hususunda o cüze itibar edilmiş olsaydı, o cüzün ilâhtan ayrılması hâlinde, ilâhın ilâh olarak kalmaması gerekirdi. Eğer, ulûhiyyetin tahakkuku konusunda o cüze itibar edilmemiş olursa, bu durumda o, ilâhtan bir cüz olmuş olmaz. Böylece, mezkur her üç kısmın da fasit olmuş olduğu sabit ve bu sebeple, hristiyanların görüşü de, bâtıl ve temelsiz olmuş olur. D- Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın Allah'a ibâdet edip O'na itaat hususunda son derece istekli olmuş olduğu, tevâtüren sabittir. Eğer, Hazret-i İsa ilâh olmuş olsaydı, bu imkânsız olurdu. Çünkü ifân, kendisine ibâdet etmez. İşte bütün bunlar son derece acık-seçik izahlar olup, hristiyanların görüşlerinin yanlışlığına apaçık bir biçimde delâlet ederler." Sonra o hristiyana, "Hazret-i İsa'nın bir ilâh olduğuna delâlet eden şey nedir?" dediğimde, o, "Ölüleri diriltip, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmesi gibi hususların, elinde zuhur edip meydana gelmesidir. Bu gibi hususlar ise, ancak bir ilah kudretiyle meydana gelebilecek şeylerdir..." dedi. Bunun üzerine ben kendisine, "Delilin bulunmamasından, medlulün de bulunmamasının gerekmediğini kabul edip etmediğini" sordum. "Eğer kabul etmezsen, bu, ezelde âlemin bulunmamasından, yaratıcının da bulunmadığını söylemen anlamına gelir.. Eğer, "delilin bulunmamasından medlulün de bulunmaması gerekmez" kaidesini kabul edersen, bu durumda ben derim ki ilâhın, Hazret-i İsa'nın bedenine girmesini mümkün gördüğüne göre, o halde ilâhın, benim, senin, her canlı, her cansız ve her bitkinin bedenine hulul etmediğini nereden ve nasıl biliyorsun?" dedim. O, "Aralarındaki fark açıktır. Çünkü ben, bu hululün meydana geldiğine karar verdim.. Çünkü, o acayip ve şaşırtıcı şeyler Hazret-i İsa'nın elinde zuhur etmiştir. Halbuki, bu tür fiiller ne senin, ne de benim elimde zuhur etmez.. Böylece de, böyle bir hululün benimle senin hakkında söz konusu olamayacağını anlamış oluruz" dedi. Bunun üzerine ben kendisine, "İşte şu anda, benim, "delilin bulunmamasından, medlulün de bulunmaması gerekmez" şeklindeki sözümün mânâsını anlamadığını gösterdin. Çünkü, o mu'cizelerin zuhur etmesi, İlâhın Hazret-i İsa'nın bedenine hulul ettiğine delâlet eder. Bu mu'cizelerin senden ve benden zuhur etmemesinde ise, ancak bu delilin bulunmaması söz konusudur. Binâenaleyh, delilin bulunmamasıdan medlulün bulunmaması gerekmediği sabit olunca, o tür harikulade şeylerin senden ve benden sudur etmemesinden, hululün, benim, senin, köpek, kedi, fare... hakkında mümkün olmaması gerekmez" dedim.. Sonra sözüme devamla, "Allah'ın zâtının, köpeğin ve sineğin bedenine girebileceği hükmüne kail olan, götüren bir mezhebin, son derece adi ve bozuk olduğunu..." söyledim. E- Sonra, sopanın yılana dönüşmesi, ölünün diriitilmesinden aklen daha uzak ve zor bir ihtimaldir. Çünkü, ölünün bedeni ile dirinin bedeni arasındaki münasebet ve benzerlik, sopayla ejderhanın bedeni arasındaki münasebetten daha fazladır. Binâenaleyh, sopanın ejderhaya dönüşmesinden Hazret-i Musa'nın bir ilâh veya ilâhın oğlu olması gerekmediğine göre, ölüleri diriltmenin ulûhiyyete delâlet etmemesi, daha uygun ve evlâ olan bir haldir.. İşte bunu söylediğim an, hristiyanın dili tutuldu, söyleyecek birşey bulamadı.. Allah en iyi bilendir. İkinci Mesele Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Necrân hristiyanlarına deliller getirip, sonra onlar da cehalet ve tanımamalarında ısrar edince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara "Eğer getirdiğim delilleri kabul etmezseniz, şunu biliniz ki Cenâb-ı Hak bana, sizinle lânetleşmemi emretmiştir" dedi. Bunun üzerine onlar, "Ey Ebu'l-Kâsım! Hele bir dur da, arkadaşlarımızın yanına varıp, bu hususu aramızda konuştuktan sonra, tekrar sana gelelim.." dediler. Gidip arkadaşlarıyla görüştüklerinde kraldan sonra gelen ve içlerinde söz sahibi olan kimseye: "Ey Abdu'l-Mesih, söyle bakalım ne dersin?" dediler. Bunun üzerine o, "Ey hristiyan topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, siz Hazret-i Muhammed'in gönderilmiş bir peygamber olduğunu anladınız. Yine O'nun, sizin sahibiniz (Hazret-i İsa )hakkında hak olan sözü ve görüşü getirdiğine de yemin ederim. Yine Allah'a yemin ederim ki, herhangi bir peygamberfe iânetleşmeye giren topluluğun ne yaşlısı sağ kalır, ne çocukları büyür (hepsi mahvolur). Yine yemin ederim ki, eğer siz bu işe girişirseniz, sizin soyunuz ve nesliniz kurur ve tükenir: Ama, bundan kaçınır, dininiz üzre yaşamaya devam eder ve bulunduğunuz hali sürdürmeye devam ederseniz, o adamla (Hazret-i Muhammed) anlaşın ve memleketlerinize geri dönün!.." dedi. Bu esnada, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, üzerinde siyah kıldan bir örtü, futa olduğu halde evinden dışarı çıkmıştı.. Hazret-i Hüseyn'i kucağına almış, Hazret-i Hasan'ı elinden tutmuş, Hazret-i Fatma Hazret-i Peygamberin, Hazret-i Ali de Hazret-i Fatıma'nın peşindeydi... Hazret-i Peygamber şöyle diyordu: "Ben duâ ettiğim zaman, siz amin! deyiniz." Bunun üzerine Necrân'in piskoposa, "Ey hristiyanlar, ben karşımda öylesine yüzler görüyorum ki, onlar Allah'tan, bir dağı yerinden oynatıp yok etmesini isteseler, muhakkak ki Allah o dağı yerinden götürür. Binâenaleyh, lanetleşmeyin, aksi halde helak olur, yok olursunuz.. Ve yeryüzünde, kıyamete kadar tek bir hristiyan kalmaz.." dedi. Hristiyanlar sonra, "Ey Ebu'l-Kasım, biz seninle lânetleşmemeye ve dinin hususunda sana müdahale etmemeye karar verdik.." dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Lanetleşmediğinize göre müslüman olunuz... Böylece de, müslümanların lehine olan, sizin lehinize, aleyhlerine olan da sizin aleyhinize olur.." deyince, onlar bunu kabul etmediler, direttiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "En kısa zamanda sizinle savaşıp, işinizi bitireceğim" deyince, onlar, "Bizim, Araplarla savaşacak gücümüz yok.. Fakat sana, bini saferr bini de recep ayında olmak üzere, ikibin takım elbise ile, demirden yapılmış normal otuz zırh vermek üzere bizimle savaşmaman ve bizi dinimizde serbest bırakman konusunda seninle anlaşma yapmak istiyoruz..." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onlarla, bu şartlar altında anlaşma yaptı ve şöyle dedi: "Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, helak o Necrânlılara öylesine yaklaşmıştı ki... Eğer onlar lanetleşmeye girmiş olsalardı, maymunlar ve domuzlar haline getirilecekler, bu vadi ateş olup onları yakacak ve Allah Necrân ve halkının kökünü kurutacaktı.. Ağaçların tepelerinde kuşları bile... Bir yıla kalmayacak bütün hristiyanlar helak olacaklardı..." Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in siyah futa içinde evinden çıkıp, Hazret-i Hasan geldiğinde onu, o futanın içine soktuğu; Hazret-i Hüseyin, Hazret-i Fatıma ve Hazret-i Ali (radıyallahü anh) geldiklerinde de, aynı şekilde onları da futanın içine soktuğu; daha sonra da "Ey ehl-i beyt, Allah sizden her türlü kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler" (Ahzâb.33) âyetini okuduğu rivayet edilmiştir. Bil ki bu rivayet, gerek tefsir gerekse hadis âlimleri arasında, sıhhati konusunda âdeta üzerinde ittifak edilmiş gibidir. Üçüncü Mesele (......) ifâdesindeki "nüve" zamiri, Hazret-i İsa'ya râcîdir. Bunun, bir önceki âyetteki "hak" kelimesine râci olduğu da söylenmiştir. Buna göre mânâ, "Hazret-i İsa'nın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu hususundaki bilgi sana geldikten sonra Rabb'inden olan bu hak hususunda kim seninle mücadele ederse..." şeklindedir. Buradaki ilimden maksat, ilmin bizzat kendisi değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbindeki ilmin, buna bir tesiri yoktur. Aksine buradaki ilimden maksat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in aklî ve vahy ve tenzil yoluyla kendisine ulaşan naklî delillerden zikrettikleridir. Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinin aslı (......) şeklindedir. Çünkü bu kelime "ulüv" masdarından ve "tefâ'ül" babındandır. Yâ harfine zamme ağır görüldüğü için, zamme hazfedilmiş, daha sonra da ictimâ-i sâkineynden dolayı, yâ harfi de hazfedilmiştir. Bu kelimenin asıl mânâsı, "yüce ve yüksek olmak" demektir. Buna göre "yüksek oldu" manasındadır. Fakat çok kullanıldığı için, her gelen varlık için "geldi" manasında kullanılmaya başlanmış ve gibi kullanılmıştır. Dördüncü Mesele Bu âyet-i kerime Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin'in, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in oğulları gibi olduğuna delâlet etmektedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), oğulları çağırmayı teklif etti ve Hasan ile Hüseyin'i çağırdı. Binâenaleyh Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin'in onun iki oğlu gibi olması gerekir. Bunu güçlendiren bir başka delil de En'am süresindeki, "Onun zürriyetinden de Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u hidâyete kuvuşturduk. Biz, muhsinleri (iyilik edenleri) işte böyle mükafaatlandırırız. Zekeriyya'ya, Yahya'ya ve İsa'ya da (böyle hidayet verdik)" (En'am, 84-85) âyetidir. Malumdur ki Hazret-i İsa (aleyhisselâm), babadan dolayı değil de anadan dolayı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in soyundan sayılmıştır. Böylece kızdan olan torunun da bazan oğul diye adlandırıtdığı sabit olmuş olur. Allah en iyi bilendir. Bazı Şiilerin Hazret-i Ali'yi Enbiyadan Üstün Saymasının Reddi Rey şehri'nde, Mahmud İbn Hasan el-Humusî isminde bir adam vardı. Bu, isnâ aşeriyye (Şia) mezhebi muallimlerinden olup Hazret-i Ali (k.v)'nin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dışındaki bütün peygamberlerden daha üstün olduğunu iddia ediyor ve şöyle diyordu: "Bunun delili, âyetteki "Kendimiz ve kendinizi çağıralım" ifadesidir. Çünkü "Kendimiz" kelimesinden maksat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat kendisi değildir. Çünkü insan kendi kendini çağırmaz. Aksine bu tabirden murad, Hazret-i Peygamberin kendisinden başkasıdır. Âlimler o başkasının, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh âyet, Hazret-i Ali'nin, Hazret-i Peygamberin kendisi gibi olduğuna delalet etmektedir. Bu tabirin Hazret-i Peygamberin nefsinin, bizzat Hazret-i Ali'nin nefsini ifâde etmiş olması mümkün değildir. Bundan dolayı bundan murad, bu nefsin (kendisinin), onun kendisi gibi olmasıdır. Bu da, iki nefis arasında her yönden eşitliğin olmasını gerektirir. Fakat, deliller Hazret-i Peygamber'in bir peygamber, Hazret-i Ali'nin ise böyle olmadığına delâlet ettiği ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den daha üstün olduğuna da icmâ bulunduğu için, gerek peygamberlik, gerek üstünlük hususunda, bu umumi hükümle amel edilmemiştir. Bu iki husus dışındaki hususlarda ise bu umûmî hükümle amel edilmiştir. Sonra icmâ Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, diğer peygamberlerden efdal olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh Hazret-i Ali'nin de diğer peygamberlerden efdal olması gerekir. İşte bu, bu âyetin zahirî mânası ile yapılan istidlal şeklidir. Âyetle bu şekilde istidlal etmeyi, bizim görüşümüzü kabul eden ve reddedenlerin kabul ettikleri şu hadis de te'yid eder. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İlminde Hazret-i Âdem'e, taatında Hazret-i Nuh'a, dostluğunda Hazret-i İbrahim'e, heybetinde Hazret-i Musa'ya, saflığında Hazret-i İsa'ya (benzer birisine) bakmak isteyen Ali İbn Ebi Tâlib'e baksın" buyurmuştur. Bu hadis, her peygamberde ayrı ayrı bulunan hasletlerin Hazret-i Ali'de toplanmış olduğunu gösterir. Bu da, Hazret-i Ali'nin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dışındaki peygamberlerden efdal olduğuna delalet eder." Diğer Şiîler önceden de şimdi de bu âyetle, Hazret-i Ali'nin -delillerin tahsis ettiği özellikler dışında- Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi olduğuna İstidlal etmişlerdir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nefsi, bütün sahabeden efdaldir. Binâenaleyh Hazret-i Ali'nin nefsinin (Kendisinin) de sahabeden efdal olması gerekir. Şia'nın bu husustaki görüşü, bundan ibarettir. Buna şöyle cevap verilir: Müslümanlar arasında, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Ali'den daha faziletli olduğu hususunda bir icmâ bulunduğu gibi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zuhur etmezden önce peygamber olanların, peygamber olmayanlardan efdal oldukları hususunda da b., icmâ vardır. Yine müslümanlar, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin peygamber olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh âyetin zahirinin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında husûsî bir hüküm ifâde ettiği gibi, diğer peygamberler hakkında da husûsî bir hüküm ifâde ettiğini kesin olarak söylemek gerekir. İbtihal Kelimesinin Mânası Âyetteki sözü "karşılıklı lanetleşelim" manasındadir. Nitekim her iki babdan olan şekli aynı manaya gelerek, (Topluluk birbiriyle savaştı) (Karşılıklı arkadaş oldular) denilir. Âyetteki "ibtihâl" (lanetleşme) ile ilgili şu iki izah yapılmıştır: 1- İbtihâl, lanet olsun olmasın, çok gayretli bir şekilde dua etmek manasındadır. Çünkü ancak duada çok gayret gösterildiği zaman denilir. 2- Bu kelime, Arapların "Allah'ın laneti üzerine olsun" manasında söyledikleri â tabirinden alınmıştır. Bunun aslı da, "lanet" manasına gelen bir şeye dayanmaktadır. Çünkü "lanet", uzaklaştırmak ve kovmak manasındadır. Allah bir kimseye lanet edip, onu rahmetinden uzaklaştırdığı zaman denilir. Bu senin, birisi birisini ihmal ettiği zaman söylediğin "O, onu ihmal etti" sözünden alınmıştır. Memesine memelik bağlanmadan koğulup sürülmüş adam gibi, başıboş sahraya bırakılmış deve için denilir. Bu kelimenin mânasının izahı şudur: "Behl", gönderip başıboş bırakma manasına alındığında, sanki Allah bir kimseyi salıverdiği zaman, onu başıboş bırakmış ve onu kendisine havale etmiş gibi olur. Allah'ın kendisine havale ettiği kişi hiç şüphesiz helak olur. Binâenaleyh bir kimse ile mübâhele eden (lanetleşen) kişi, "eğer iş öyle ise Allah'ın laneti üzerime olsun" der. Yine o insan, "Allah beni bana bıraksın. Allah beni kendi güç ve kuvvetime terketsin." Yani "Kendi vekilliğinden ve muhafazasından uzak tutsun", yani "memelerinde memelik takılmamış, isteyen herkesin sağıp sütünü alabileceği ve kendisini koruyamayacak olan salıverilmiş deve gibi, muhafazasından uzak tutsun" der. Yine, yanında sopa bulunmayan insana da denilir ki bu, "Yanında kendisini müdafaa edeceği bir şeyi bulunmayan adam" manasınadır. Birinci görüş daha uygundur. Çünkü âyetteki (......) ifâdesinin mânâsı, "sonra gayretle dua edip, lanetin yalancıların üzerine olmasını temenni edelim" şeklinde olur. İkinci görüşe göre bu ifâdenin mânâsı, "sonra lanetleşelim ve Allah'ın lanetinin yalancılar üzere olmasını isteyelim" şeklinde olur ki bu bir tekrardır. İndirilen Azapta Çocukların İmhasının İzahı Geriye âyet hakkında şu dört soru kalır: 1- Çocuklar, küçük oldukları zaman, onlara ilâhî azabın inmesi caiz olmaz. Halbuki ilgili hadiste Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, mübâheleye daha çocuk olan Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin'i de soktuğu haber verilmiştir. Bunun faydası (manası) nedir? Cevap: Âdetullah, bir kavme kökünü kurutma cezası geldiği zaman, onların içinde çocuklar ve kadınların da imha edilmeleri şeklinde cereyan etmiştir. Böylece bu, o kavmin mükellefleri için bir ceza olurken, çocuklar için bir ikâb olmamakta, aksine onların ölüm ve elemleri kavim için bir ölüm ve elem yerine geçmektedir. Malumdur ki, insanın çocuklarına ve ailesine karşı aşın derecede şefkati vardır. Çoğu kez insan, kendini çoluk çocuğuna feda edip, onlara bir kalkan olur. Durum böyle olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), çocuklarını ve ailelerini beraberinde getirmiş ve, hasmı davalarından vazgeçirme hususunda bu daha tesirli, hasmı korkutmada daha güçlü ve gerçeğin kendi tarafında olduğuna daha kuvvetli delil olsun diye, onlara da böyle yapmalarını emretmiştir. Bu Hadisenin Nübüvvete Delâleti 2- Bu hâdise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğruluğuna delâleı eder mi? Cevap: Bu hâdise, şu iki bakımdan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, peygamberliğinin sıhhatine delâlet etmektedir: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları azabın gelmesiyle korkutmuştur. Eğer Hazret-i Peygamber buna iyice güvenmeseydı. bu âdeta kendi kendini yalanlama hususunda bir çaba sarfetme olurdu. Çünkü hristiyanların mübâheleye yanaşmaları, sonra da azabın inmemesi durumunda, bu, haber verdiği hususlarda yalancı olduğunun ortaya çıkması olurdu. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, en akıllı İnsan olduğu malumdur. Binâenaleyh O'nun, yalan olduğunu ortaya çıkarabilecek bir işi yapması uygun olmaz. O, bu hususta ısrar ettiğine göre, azabın onların başına geleceğine son derece güvendiği için ısrar ettiğini anlamaktayız. b) Bu hristiyanlar mübâheleye yanaşmamışlardır. Tevrat ve İncil'de Hazret-i Peygamberin peygamberliğine delâlet eden şeyleri onlar bitmemiş olsalardı, onunla mübâhele etmekten (lanetleşmekten) geri durmazlardı. Buna göre eğer, "Onlar şüphe ediyorlardı; bu sebeple de, Hazret-i Muhammed'in sözünde sadık olması, böylece de zikredilen azabın başlarına gelmesinden korkmuş oldukları için, O'nunla lanetteşmeye girişmeyi terketmiş olduklarının söylenmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki: Bu, iki yönden reddedilir: a) Onlar, Hazret-i Muhammed ile muaraza ve münazaa yapabilmek için maddî manevî bütün imkanlarını seferber ediyorlardı Eğer şüphe içinde olsalardı, bunu yapmazlardı. b) Bu hristiyanlardan, onların şöyle dedikleri nakledilmiştir: "O, vallahi, Tevrat'ta ve İncil'de müjdelenmiş olan peygamberdir. Eğer siz onunla lanetleşirseniz, sizin kökünüz kurur.." Binâenaleyh, bu ifâde, onların lanetleşmekten kaçınmalarının sebebinin, Hazret-i Muhammed'in Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğunu bilmeleri olduğunu açıkça göstermektedir. 3- Kâfirlerden bir kısmı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le lanetleşmeye girmemişler miydi? Nitekim onlar şöyle demişlerdi: "Ey Allah, eğerbur senin katından gelme bir hak ise, hemen bizim üstümüze gökten taş yağdır..." (Enfal. 32). Ama sonra, kesin olarak onların üzerine azab inmemişti... Burada da böyledir. Yine, onların başına bir azabın gelmiş olduğunu kabul etmemiz halinde bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen onların içlerinde ikenr Allah onları azâblandıncı değildir..." (Enfâl, 33) âyetiyle çelişik olur. Cevap: Hükmü hususi olan âyet, hükmü umumî olan âyetten önce gelir. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu surede, açıkça belirterek azabın ineceğini haber verdiğine göre, durumun bu şekilde olduğuna inanmak gerekir.. 4- Bu âyetin peşisıra gelen, "İşte bu, elbette en doğru bir haberin beyânıdır" (Âl-i İmran, 62) buyruğu, bu âyet ile ilgili midir, değil midir? Cevap: Ebû Müslim şöyle demiştir: "Bu kısım, öncesiyle irtibatlıdır. Buna göre "yalancılar..." (Al-i imran, 61) kelimesinde vakfetmek caiz değildir. Bu durumda âyetin takdiri, "İşte bu, en doğru bir haberin beyânı olduğu için, Allah'ın lanetini yalancıların üzerine salalım.." şeklinde olur. Bu takdire göre, nin hakkı, harekesinin meftûh olmasıdır. Fakat 'deki lamdan dolayı kesreli olmuştur. Nitekim, "Muhakkak ki o gün onların Rabb'i, onlardan hakkıyla haberdardır" (Adiyât, 11) âyetinde de böyledir." Diğer alimler ise, "Söz "yalancılar üzerine" ifadesiyle tamamlanmaktadır. Bundan sonra gelen ifâde, öncesiyle alâkası olmayan müstakil bir cümledir" demişlerdir. Allah en iyi bilendir. |
﴾ 61 ﴿