74"Ve dininize tâbi olandan başkasına inanmayın. (Habibim onlara) de ki: " Şüphesiz hidayet Allah'ın hidâyetidir."(O güruh şöyle derler:) "Size verilenin benzerinin başka birisine de verildiğine veya o (müslümanların) Rabb'iniz indinde size karşı hüccetler getireceğine (inanmayın)." De ki: "Lütf-u inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi hakkıyla bilendir. O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük lütuf sahibidir" . Müfessirler, âyetin başındaki ifâdenin, yahudilerin sözünün sonu olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu hususta şu iki İzah yapılmıştır: a) Mânâ, "Tevrat'ın ahkâmını kabul etmeyen hiçbir peygamberi kabul etmeyin. Tevrat'ın herhangi bir hükmünü değiştiren peygamberleri de kabul etmeyin" şeklindedir. İşte bu, yahudilerin bugüne kadar sürdürdükleri tutumlarıdır. Bu izaha göre, âyetteki "Tâbi olana" ifâdesindeki lâm harfi, zaide olur. Çünkü, meselâ (falancayı tasdik ettim) denilir, ama denilmez. Bu lâm harfinin zaide olması caizdir. Bu, tıpkı (Neml, 72) âyeti gibidir ki bu (ensenize binmek üzeredir) mânasındadır. b) Allahü teâlâ, bu âyetten önce, "gündüzün evvelinde inanın, gündüzün sonunda inkâr edin" sözünü zikretmiş, daha sonra bu âyette ise, "ve dininize tâbi olandan başkasına inanmayın.." yani, "ancak dininize tabî olanlar için böyle bir imânı gösterin" sözünü getirmiştir. Sanki onlar şöyle demişlerdir: "Meseleleri tersyüz etmekten maksadımız ancak, dinde size uyanların dininiz üzere devam etmelerini temin etmektir." Buna göre, "Ancak dininize tâbi olanlar için böyle bir imam gösterin" ifâdesi "Herkesin gayesi, kendine tabî ve taraftar olanları, taraftar olarak muhafaza etmektir" mânâsındadır. Sonra Cenâb-ı Allah, "De ki: "Şüphesiz hidayet Allah'ın hidâyetidir" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), bu tabirin "Din, Allah'ın dinidir" mânasına geldiğini söylemiştir. Bunun bir benzeri de Bakara süresindeki "De ki, şüphesiz hidâyet Allah'ın hidâyetidir" (Bakara, 120) âyet-i kerimesidir. Bil ki bu sözün, Cenâb-ı Hakk'ın o yahudilerden naklettiği şeye, nasıl bir cevap teşkil ettiğini mutlaka izah etmek gerekir. Biz deriz ki: Birinci izaha göre, -ki bu onların kendi dinlerinden başka bir din olmadığını söylemiş olmalarıdır-bu söz, şu cihetten onlara cevap teşkil edebilir: Onların tabi oldukları yolun din olması, Allah'ın emredip bildirmesi ve ona uyulmasını emretmesi ile olmuştur. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hak bundan sonra başka bir dini emredip, insanları ona sevkedince ve o dine uymayı gerekli kılınca, bu dinin peygamberi her nekadar önceki dine uymasa da, kendisine uyulması gereken bir peygamber olmuş olur. Çünkü bu din de, Cenâb-ı Hakk'ın hükmü ve hidâyeti ile bir din olmuştur. Bu din Cenâb-ı Hakk'ın hükmüyle olunca, bu dine uymak gerekir. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, onların görüşlerine bir cevap olarak, "Onları, üzerinde durdukları kıblelerinden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: 'Doğu da Allah'ındır, batı da" (Bakara, 142) buyurmasıdır. İkinci izaha göreyse mâna, "Hidâyet, şüphesiz ancak Allah'ın hidâyetidir. Ben size işte bunu getirdim.. Dolayısıyla, bu hidâyeti def etme konusundaki bu zayıf tedbir ve tuzağınızın (müslümanlara hiçbir zararı), size de hiçbir faydası olmayacaktır" şeklindedir. Sonra Cenâb-ı Hak, (O güruh şöyle derler): "Size verilenin benzerinin başka birisine de verildiğine veya o (müslümanların) Rabb'imiz katında size karşı hüccetler getireceğine (inanmayın)" buyurmuştur. Bil ki bu âyet, zor ve müşkil olan âyetlerdendir. Buna göre biz deriz ki, bu ifâde ya Allah'ın sözü cümlesindendir, veyahut da yahudilerin sözü cümlesinden olup, onların, "Ve, dininize tâbi olandan başkasına inanmayın" şeklindeki sözlerinin bir tetimmesi (devamı)dır. Bu iki ihtimalden her birini benimsemiş olan müfessirler bulunmaktadır. Birinci ihtimal: Bu ihtimal hakkında birkaç vecih bulunmaktadır: a) İbn Kesir, istifham olmak üzere, elif harfini çekerek, (......) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, elifin fethası, medsiz ve de istifham mânâsını kastetmeksizin (......) şeklinde okumuşlardır. Eğer İbn Kesir'in kıraatini alacak olursak, bu durumda bunun mânası açıktır. Çünkü buradaki istifham "tevbîh" kınama ve azarlama için getirilmiştir. Bu, Hak teâlâ'nın, "Mal ve oğullar sahibi olmuş diye, karşısında âyetlerimiz okunduğu zaman o, "evvelkilerin masalları" demiştir" (Kalem, 14-15) âyetleri gibidir. Buna göre mâna, "Size verilmiş olan şeriatın benzeri bir başkasına da verildiği için mi, ona tâbi olmayı kabul etmiyorlar?" şeklindedir. Sonra, ihtisar gayesiyle bu sorunun cevâbı hazfedilmiştir ki, böylesi hazifler çokça yapılmaktadır. Nitekim bir kimse, birisine çokça ihsan ve lütufta bulunduktan sonra, önün işlemiş olduğu hataları sayıp döküp bundan dolayı onu uzun uzadıya kınadıktan sonra, "Sana olan ihsanımın azlığından mı? Seni küçümsediğini için mi?" der. Bunun mânası şudur: "Bunun için mi sen, bu yaptıklarını yaptın?" Şunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa o, âhiretten korkarak, Rabb'inin rahmetini umarak, gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir halde tâat ve ibâdet eden kimse (gibi) midir?" (zûmer. 9) âyetidir. Bu izah şekli, Mücâhid ve İsa İbn Ömer'den rivayet edilmiştir. (......) deki elifi kasr ederek okuyan kimsenin kıraatine gelince, bu âyeti yine istifham mânasına hamletmek mümkün olur. Nitekim, "Onları uyarsan da uyarmasan da onlara birdir" (Bakara, 6) âyet-i kerimesi hem med ile, hem de kasr ile okunmuştur. Aynı şekilde "Mal ve oğullar sahibi olmuş diye" (Kalem, 14) âyeti de, hem med, hem de kasr ile okunmuştur. Şair İmriu'l-Kays da şöyle demiştir: "Mahalleden aksam mı ayrılıyorsun, yoksa sabah erkenden mi? Neyin var, niye beklemedin (beklemiyorsun?)" Yani "Mahalleden akşam mı ayrılıyorsun?" demek istemiştir. Böylece istifham elifi hazfedilmiştir. Bu kıraatin istifham mânâsına ihtimali olunca, âyetin takdiri, bizim birinci kıraat hususunda yapmış olduğumuz açıklamanın aynısı olur. b) O yahudiler kendi taraftarlarına, "sizin dininize tâbi olanlardan başka hiç kimseyi tasdik edip inanmayın!" dediklerinde, Allahü Teâlâ peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu iddiadaki yahudilere şöyle demesini emretmiştir: "Hidâyet, ancak Allah'ın hidâyetidir. O halde, size verilen hidâyetin aynısının sizin dışınızda kalan bir kimseye verilmesini veyahut da, eğer sizler bunu onlardan kabul etmezseniz, o müslümanların bununla Rabb'inizin katında sizinle münakaşa edip hüccet getirmelerini yadırgamayınız!" Bu ikinci açıklamaya göre söylenebilecek en son söz şudur: Bu izah "Binâenaleyh yadırgayıp inkâr etmeyiniz.." sözünün takdir edilmesini gerektirir. Çünkü bu sözün takdir edilmesine, Hak teâlâ'nın, "Hidayet ancak Allah'ın hidâyetidir" buyruğu delâlet etmektedir. Zira, hidâyet ancak Allah'ın hidâyeti olunca, Allah o hidâyeti, kullarından dilediği kimseye verecektir. Böyle olunca da, onu inkâr etmemek gerekir. Semûd kavmine gelince: c) Hidayet; açıklama yapmaya, beyan etmeye verilen bir isimdir. Bu Hak teâlâ'nın: "Semud kavmine gelince: Biz onlara doğru olan yolu gösterip açıkladık, ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler" (Fussilet, 17) âyetindeki mâna gibidir. Buna göre "Muhakkak ki, hidayet.." kelimesi mübteda "Allah'ın hidâyeti" sözü ondan bedel; (......) ifâdesi de, başına (......) harfi getirilerek mübtedânın haberidir. Buna göre âyetin takdirî manası: "Ya Muhammed, sen şöyle de: "Hiç şüphesiz Allah'ın beyânı, size verilmiş olan şeyin mislinin, başka hiç kimseye verilmemesi -ki o da dinlerin en üstünü olan İslâm dinidir- ve, o yahudilerin âhirette, Rabb'inizin huzurunda sizinle cedelleşmemeleridir. Çünkü, âhirette sizin hakka isabet etmiş olduğunuzu, kendilerinin ise sapıtmış olduklarını iyice bilmiş olacaklardır" de!" Bu tev'ilde, sadece bir (......) harfinin takdir edilmesi gerekir ki, bu caizdir. Bu, Hak teâlâ'nın (Nisa, 176) ayeti gibidir. Yani (......) takdirinde olup "şaşırmayasınız diye Allah size açıklıyor" demektir. d) (......) kelimesi isimdir; lafzı ondan bedel kısmı da onun haberidir. Buna göre kelamın takdiri: "Muhakkak ki Allah'ın hidâyeti, size verilen şeyin aynısının bir başkasına verilmesidir" şeklindedir. Bu te'vile göre Hak teâlâ'nın ifadesinde, mutlaka bir takdir yapmak gerekir. Buna göre takdir, "Onlar, sizinle Rabb'inizin katında cedelleşip hüccet getirirler de, böylece Rabb'iniz onların aleyhine olarak sizin lehinize hükmetmiş olur" şeklinde olur. Buna göre mana, "Hidâyet, sizi kendisine hidâyet etmiş olduğum İslâm dinidir. Binâenaleyh, bu din hususunda kim benim huzurumda sizinle hüccetleşmeye kalkışırsa, onun aleyhine, sizin de lehinize olmak üzere hükmederim" şeklindedir. Hak teâlâ'nın ifadesi, takdirin bu şekilde yapılacağını gösterir. Çünkü, Allah'ın, müslümanların Rabb'i olduğuna dair hüküm vermiş olması, O'nun o müslümanlardan razı olduğuna delâlet eder. Bu da, Allah'ın o müslümanların lehine hükmedip, aleyhlerine hükmetmeyeceğini ihsas eder. İkinci ihtimal: Hak teâlâ'nın, "Size verilenin benzerinin başka birisine de verildiğine.." ifâdesi, yahudilerin sözlerinin bir tetimmesi (devamı) olmasıdır. Buna göre bu âyette bir takdim ve tehirin bulunması söz konusudur. Buna göre kelamın takdiri, "Size verilmiş olan şeyin bir mislinin sizden başka birisine verileceği veya onlar, Rabb'inizin katında sizinle cedelleşeceği için, dininize tâbi olandan başkasını tasdik etmeyiniz, inanmayınız.. (Ey Habibim) "hidâyet, ancak Allah'ın hidâyetidir. Lutf-u inayet, Allah'ın elindedir, " de!" şeklindedir. Yani yahudiler şöyle demek istemişlerdir; "Sizin dininizde olanlar hariç, size verilen şeyin bir benzerinin bir başkasına da verilebileceğine dair inanç ve düşüncenizi izhâr etmeyin.. Size verilmiş olan ilahî kitabın bir mislinin de müslümanlara verildiğine dair olan tasdikinizi gizleyip, onu, müslümanların sebatını arttırmasın ve müşriklerin bu müslüman olmalarına yol açmasın diye, müslüman ve müşriklere değil sadece kendi dindaşlarınıza söyleyin." Hak teâlâ'nın, "Veya o, Rabb'iniz indinde size karşı hüccetler getireceklerine..." buyruğuna gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesine atıftır. O'nunsözündeki vâv harfinin mercii, âyet-i kerimede geçen ta lafzıdır. Çünkü (......) mâna bakımından cemidir. Buna göre mâna "Müslümanların, Kıyamet günü size karşı hüccet getirip Allah huzurunda size galip gelebileceklerine dair sırrınızı, sizin dışınızdakilere söylemeyin" şeklinde olur. Bana göre bu şekilde yapılan tefsir zayıftır. a) Yahudilerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dinini kabul etme hususunda kendi dindaşlarını kollayıp gözetme istekleri, onların, kendi tâbi ve taraftarları olmayanları kollayıp gözetme isteklerinden daha fazla ve daha ileridir. Binâenaleyh, onların birbirlerine, kendi dinlerinde olanların yanında, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dininin doğruluğuna delâlet eden o delilleri kabul ve itiraf edip, yabancıların yanındaysa böyle bir şeyden kaçınmaları nasıl uygun olabilir? Bu, son derece uzak bir ihtimaldir. b) Bu takdire göre, âyet-i kerimenin nazmı bozulur ve onda, fasih kimselerin sözlerine uygun düşmeyen bir takdim ve tehir bulunmuş olur. c) Bu takdire göre, mutlaka bir( hazf söz konusudur. Çünkü takdir, "De ki: Hidayet, ancak Allah'ın hidâyeti ve lutûf da, Allah'ın elindedir" şeklinde olur. Buna göre, Hak teâlâ'nın (......) ifâdesinin başındaki mukadder (......) ifadesi hazfedilmiş olur. d) Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu tek bir sözün iki cüzü arasında nasıl yer alabilmiştir? Hiç şüphesiz bu, doğru ve düzgün bir söz olmaktan, son derece uzak bir kelâmdır. Kaffâl şöyle demektedir: Hak teâlâ'nın, buyruğunun buraya kadar yahudilerden yapılmış olan nakillerin sona ermesiyle, nebisine söylemesini emretmiş olduğu bir kelâm olması muhtemeldir. Çünkü Cenâb-ı Hak burada, yahudilerin bâtıl bir sözünü nakledince, hiç şüphesiz, buna hak bir söz ile mukabelede bulunmasını, sonra da o yahudilerin sözlerinin geri kalanını tamamlamaya avdet etmesini, peygamberine öğretmiştir. Bu, bir müslümanın bir kâfirden, içinde küfür bulunan bir söz nakletmesi ve o küfür kelimesini söyleyeceği sırada "Allah'a iman ettim" veya, Allah'tan başka Tanrı yoktur" veyahut da "Allah bundan yüce ve münezzehtir" deyip, sonra da, naklini ve sözünü tamamlamaya dönmesi gibidir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu, bu kabil bir şey olmuş olur. Daha sonra Hak teâlâifâdesine kadarki yahudilerin sözünün tamamını zikretmiş, sonra da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bu konuda onlarla mücadele edip, onların görüşlerinin bâtıl olduğu hususuna onların dikkatlerini çekmesini emrederek, O'na şöyle demiştir: "De ki: "lûtf-u inayet, muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan ve herşeyi hakkıyla bilendir. O, dilediğine rahmetini has kılar. Allah, en büyük fazl sahibidir." e) kelimesi, tasdik anlamına geldiğinde lâm harf-i cerriyle kullanılmaz. Meselâ, "Zeyd için tasdik ettim" denilmeyip, aksine "Zeyd'i tasdik ettim" denilir. Binâenaleyh, âyet-i kerimede, "Ancak, sizin dininize tabi olanlara inanın, onları tasdik edin" denilmesi gerekirdi. Bu takdire göre de.Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesindeki lamın hazfedil meşine; O'nun ifâdesinin başına da, bâ harf-i cerrinin veya onun yerine peçecek bir şeyin takdir edilmesine ihtiyaç duyulur. Çünkü âyetin takdiri "Size verilmiş olanın bir mislinin bir başkasına da verilmiş olması sebebiyle, sizin dininize tâbi olanlardan başkasını tasdik etmeyiniz, inanmayınız...." şeklinde olur. Böylece de, bu şekildeki bir tefsirde hazf, takdir, nazım bozukluğu ve mânanın kötü olması bir araya gelmiş olur. Ebû Ali el-Farisî "Âyetin başındaki İman kelimesini, ikrar mânasına hamletmek uzak bir ihtimal değildir" demiştir. Böylece mana, "size verilen şeyin bir mislinin başka birisine verilmiş olduğunu, sadece sizin dininize tâbi olmuş olan kimselere ikrar ediniz.." şeklinde olur. Ebû Ali'nin yapmış olduğu bu takdire göre (......) ifâdesindeki lâm harfi zâid olmaz. Ama, her halükârda bâ harf-i cerrinin veya onun yerine geçecek başka bir harfin takdir edilmesi gerekir. İşte, bu âyetin tefsiri hususunda söylenmiş olan şeylerin özeti budur. Allah, ne murad ettiğini en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "De ki: "Lütf-u inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi hakkıyla bilendir. O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük fazl sahibidir" buyurmuştur. Bil ki, Allahü Teâlâ yahudilerden şu iki şeyi nakletmiştir: a) İslâm'ın sıhhati konusunda müslümanların kafasında şüphe meydana getirmek için, onların, gündüzün başında iman edip, günün sonunda da inkâra saptıkları.. Cenâb-ı Hak, yahudilerin bu tür hilelerine, diyerek cevap vermiştir ki, bunun mânası, "Allah'ın hidâyetinin kemâli ve beyânının kuvveti yanında, böylesi zayıf bir şüphenin hiç bir gücü ve etkisi söz konusu olamaz" şeklindedir. Fadl Kelimesinin Mânası b) Allahü Teâlâ yahudilerin kendilerine verilmiş olan kitap, hikmet ve nübüvvetin bir mislinin veya aynısının başka bir kimseye verilmesini kabul etmeyerek, bunu yadırgadıklarını nakletmiştir. Cenâb-ı Hak, onların bu tür tuzaklarına da, "De ki: "Lütf-u inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu, dilediğine verir" buyruğu ile cevap vermiştir. Bu sözde geçen fadl kelimesinden murad, peygamberliktir. Arapça'da "fadl" kelimesi, fazlalık anlamına gelir. Kelimenin genel olarak kullanıldığı yer ise, "lütf-u ihsanın fazlalığı..." anlamıdır. Hayır olan hasletlerde, başkalarından fazla ve üstün olan kimseye, "fâdıl" denilir. Daha sonraysa "fadl" kelimesi, failinin (Onu yapanın) başkasına ihsan etmeyi düşünmüş olduğu her çeşit menfâat hakkında daha fazla kullanılır olmuştur. Hak teâlâ'nın, "Allah'ın elindedir" buyruğunun mânâsı, "O, fadlın sahibi olup, ona kadir ve muktedir olandır" demektir. O'nun, "onu dilediğine verir" sözü ise, "Bu fadl, O'nun dilemesine bağlı olan bir lütuftur" mânasına gelir. Bu da, peygamberliğin, müstehak olma sebebiyle değil, lütufta bulunma ile meydana gelip tahakkuk ettiğine delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu nübüvveti, failinin (Allah'ın) yapıp yapmamakta muhtar olduğu fadl kabilinden kılmıştır. Buna göre bu, müstehak olan kimse hakkında, ancak mecazî bir şekilde kullanılabilir. Allah'ın, "Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi hakkıyla bilendir" ifâdesi de bu mânayı te'kid etmektedir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin bol olması, O'nun kudretinin mükemmelliğine, O'nun "âlim" olması da, O'nun ilminin mükemmelliğine delâlet eder. Böylece, O'nun kudretinin bu derece mükemmelliğinden dolayı, dilediği kuluna dilediğini lütfetmesi uygun olduğu gibi, ilminin mükemmel olmasından dolayı da, O'nun fiillerinin ancak hikmet ve doğruluk üzere olması uygun olmuştur. Cenâb-ı Hak daha sonra "O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük fazl sahibidir" buyurmuştur. Bu ifâde, bir önceki sözü âdeta te'kid etmiş gibidir. Bu âyet ile, önceki ifâde arasındaki fark şudur: Fadl, fazlalık ve ziyâde demektir. Sonra bu fazlalık, kendisine ilâvede bulunulan şeyin cinsindendir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Lütf-u inayet, muhakkak ki Allah'ın elindedir" buyruğu ile, kendisinin, onlara verdiği yüce makamların bir mislini de, kullarından bazısına verebileceğini, hatta aynı cinsten daha fazlasını bile verebileceğini beyân etmiş, sonra da, "O, rahmetini dilediğine has kılar" buyurmuştur. Allahü teâlâ'ya nisbet edilen rahmet, bu fazldan daha üstün bir şeydir. Çünkü bu rahmet-i ilâhiyye şeref ve mertebesinin yüceliği bakımından, o (yahudilere) vermiş olduğu şeyin cinsinden olmayan bir mertebeye ulaşabilir. Hatta onlara verdiği şey ile mukayese edilemiyecek kadar yüce ve üstün olabilir. Bu iki âyetin toplamından şu netice ortaya çıkar: Allahü teâlâ'nın, kullarını aziz edip, onlara ikramda bulunmasının mertebeleri sonsuzdur. O'nun in'âmını ve ikramını muayyen mertebelere ve şahıslara has kabuı etmek, Allah'ın kudret ve hikmetinin kemâlini bilmemek demektir. Yahudilerin Emanete Hıyanet Etmeleri |
﴾ 74 ﴿