76"Ehl-i Kitap'tan öyle kimseler vardır ki kendisine bir kantar (altın) emânet etsen, onu sana eksiksiz öder. Yine onlardan öyle kimseler vardır ktc ona bir dinar (altın) versen, sen üzerinde ısrar ile durmadıkça, onu sana ödemez. Bunun sebebi şudur: Onlar, "Ümmîler hakkında bizim mes'uliyetimiz yoktur" demişlerdir. Onlar, Allah'a karşı, bildikleri halde, yalan söylerler. Hayır, kim ahdini yerine getirir ve ittikâ ederse, şüphesiz Allah müttakileri sever" . Bil ki bu âyet-i kerime önceki âyet ile iki bakımdan irtibatlıdır: a) Cenâb-ı Hak, önceki âyette yahudilerin kendilerine, bir benzeri başka hiçbir kimseye verilmemiş olan dinî mertebe ve makamlar verilmiş olduğunu iddia ettiklerini nakletmiş, daha sonra da, emânete hıyanet etmenin bütün dinlerce çirkin oduğu halde, onların emânete hıyanette ısrarlı olduklarını açıklamıştır ki, bu da onların yalancı olduklarını göstermiştir. b) Allahü teâlâ, bir önceki âyette yahudilerin, "Dininize tâbi olandan başkasına inanmayın" şeklindeki sözleri gibi, dinlerle ilgili kötü hallerini nakledince, bu âyette de, onların insanlarla alış-verişlerindeki kötü hallerinin bazısını anlatmıştır. Bu da onların, hıyanet, zulüm ve az olsun çok olsun insanların mallarını elde etmeye ısrar etmeleridir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmakladır: Birinci Mesele Âyet, onların ehl-i emânet ve ehl-i hıyanet olarak iki kısım olduklarını gösterir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır; a) Onların ehl-i emânet olanları, müslüman olanlarıdır. Yahudilik üzere devam edenleri ise, hıyanette ısrarlı olanlarıdır. Çünkü onların inançlarına göre, kendi dinlerinde olmayan kimseleri öldürüp onların mallarını almaları helâldir. Bu âyetin bir benzeri de, "Hepsi bir değildirler. Ehl-i kitap içinde, (hakkı) ayakta tutan bir cemaat vardır. Onlar gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar" (Âl-i İmran, 113) âyeti ile, "İçlerinde iman edenler vardır. (Fakat) onların pek çoğu fasıktırlar" (Âl-i İmran, 110) âyetidir. b) Ehl-i kitaptan emânet ehli olanlar hristiyanlar, hıyanet ehli olanlar ise yahudilerdir. Bunun delili ise, bizim de söylemiş olduğumuz gibi yahudilerin kendi dinlerinden olmayanların öldürülmesini ve hangi yolla olursa olsun, onların mallarını ele geçirmelerini helâl saymalarıdır. c) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Birisi, Abdullah İbn Selâma emânet olarak binikiyüz ukiyye altın bırakmıştı. Abdullah o emaneti sahibine vermişti. Bir başkası da yahudi Finhas İbn Âzûrâ'ya bir dinar emânet vermişti. Fakat o bu emanete hıyanet edip bunu vermedi. İşte bunun üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu." İkinci Mesele Arapça'da (......) ve (......) (Ona uğradım) denilmesi gibi, (......) ve (......) "Ona falan hususta güvendim" denilir. Buradaki bâ harfi, emâneti yapıştırmak ve bitiştirmek harf-i cerri de emânete hakim kılmak manasındadır. Buna göre, bir kimseye birşey güvenilip emânet edildiği zaman, o kimseye olan yakınlığı ve onu koruyup gözetme münasebetinden dolayı, emânet edilen o şey âdeta o şahsa yapıştırılmış ve bitiştirilmiş gibi olur. Yine bu mal emanet edilen kimse, bu emânete hâkim olmuş ve adetâ onu ele geçirmiş bir kimse gibi olur. İşte bu sebepten dolayı, bu mânâyı her iki şekilde ifâde etmek de güzel olmuştur (Sana, bir dinar emânet ettim) sözünün, "Bu hususta sana güvendim" mânasındal (Sana, onu emânet ettim) sözünün ise "Seni, ona emin ve muhafız kıldım" mânasında olduğu söylenmiştir. Kıntar Kelimesinin Mânası Âyette "kıntar" ve "dinar" lafızlarının zikredilmesinden murad, çok sayıda veya az sayıda maldır. Yani "Ehl-i kitap içinde, kendilerine çok sayıda para ve mal emanet edildiği halde emâneti yerine getiren son derece güvenilir kişiler bulunduğu gibi, yine onların içinde, kendilerine az miktarda mal emânet edilse bile hıyanet etmekten çekinmeyen son derece hain kişiler de vardır. Bu âyetin bir benzeri de, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, öbürüne kantar kantar (mehir) vermiş olsanız bile içinden bir şey almayın" (Nisa, 20) âyetidir. Bu izaha göre, bu âyetteki "kantar"ın ne kadar olduğunu izaha gerek yoktur. Fakat âlimler bu hususta şunları söylemişlerdir: 1- Kantar (Kıntâr), binikiyüz ukiyyelik bir ölçüdür. Çünkü âyet, Kureyş'ten bir adamın, binikiyüz ukye altınını Abdullah bin Selam (radıyallahü anh)'a emânet bırakıp, onun da hıyanet etmeden bu malı sahibine iade ettiği için nazil olmuştur. Binâenaleyh bu hadise, "kıntâr"ın bu miktarı ifâde ettiğini göstermektedir. 2- Abdullah İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan. "kıntar"ın, bir öküz derisi dolusu mal mânâsına olduğu rivayet edilmiştir. 3- "Kıntâr"ın, bir milyon dinar veya bir milyon dirhem manasına geldiği de söylenmiştir. Bu husustaki izah, daha önce (Âl-i İmran, 14. âyetin tefsirinde) geçmişti. Dördüncü Mesele Hamza ve Ebû Bekr'in rivayetine göre Âsim, hâ harfinin sükûnu ile kelimeyi, (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kıraat, Ebû Amr'dan da rivayet edilmiştir. Zeccac: "Ebû Amr'ın râvisi, hemzenin sükûnu ile şeklindeki kıraatinde yanıldığı gibi, burada da yanılmıştır. Çünkü Ebû Amr, bunu harekenin "ihtilası" ile kıraat eder" demiştir. Zeccâc bu okunuşun yanlışlığına şöyle diyerek delil getirmiştir: "Ceza (cevap), hâ zamiri değildir. Şart'ın cevabı, bu zamirden önceki kelimedir. Buradaki hâ, bir zamir olan isimdir. İsimler ise, vasıl halinde meczûm olmazlar." Ferrâ da: "Bazı Araplar, makabli harekeli olduğu zaman zamiri cezmedip, meselâ "Onu, şiddetli bir şekilde dövdüm" derler. Araplar nitekim gibi kelimelerde mimi sakin okuyorlar. Halbuki bunların asılları (......) şeklinde merfudur" demiş ve şu beyti söylemiştir: Ali "Ne bir rahatlık ve bolluk, ne de bir tokluk olmadığını görünce.. (......) kelimesi, hâ harfinin harekesi, hazfedilmiş yâ harfinin yerine kesre ile yetinilerek, "ihtilas" ile okunduğu gibi, tam kesre ile de okunmuştur ki asıl olan da budur. Daha sonra Hak teâlâ, "Yine onlardan öyle kimseler vardır kir ona bir dinar (altın) versen, sen üzerinde ısrar ile durmadıkta, onu sana ödemez" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Âyette geçen lafzı hakkında şu iki izah yapılmıştır: 1- Bazı âlimler bunu hakiki manasıyla almışlardır. Süddî şöyle demiştir: "Bu, "bizzat onun yanında dikilip ondan ayrılmadıkça..." manasındadır. Buna göre âyet, "O, yanıbaşında dikilip durduğun müddetçe, kendisine verdiğin şeyi itiraf edip kabul eder. Fakat işi ihmal edip geriye bırakır ve ertelersen inkâr eder" demektir. 2- Bazı âlimler de bu lafzı mecazî manada almış ve şu izahları yapmışlardır: a) İbn Abbas (radıyallahü anh), bu ifâdeden maksadın, ısrar etmek, çekişmek, davalaşmak ve istemek mânâları olduğunu söylemiştir. İbn Kuteybe "Bu kelimenin aslı şuna dayanır: Birşeyi ısrarla isteyip peşine düşen kimse, o şey için kâim (ayakta) olmuş olur. Onun peşini bırakan kimse ise, adetâ ona aldırmamış, oturup kalmış olur. Bunun delili, (Âl-i İmran, 113) yani, "Allah'ın emrine göre çalışıp, hiç ondan çıkmayan bir ümmet" âyetidir. Sonra bir işin peşini bırakmayan herkes için, bizzat ayakta bulunma söz konusu olmasa da, onun peşini bırakmadı denilir" demiştir. Ebu Ali el-Fârisî de, Arapça'da "kıyam" (ayakta durma) kelimesinin, devam ve sebat manasına geldiğini söylemiştir ki biz bunu, (Bakara, 3) âyetinin tefsirinde zikrettik. "Dimdik ayakta duran bir din" (Enam, 161) âyeti de böyledir. Bu, "devam eden, mensûh olmayan sabit bir din" demektir. Buna göre âyetteki ifadesi, "Emanet ettiğin bu malı ondan geri istemeye ısrarla devam etmedikçe..." mânâsındadır. İkinci Mesele Âyetteki "dinar" ve "kıntâr" kelimelerinin muhtevasına, para ve mal olarak verilen emânet ve borçlar girer. Çünkü insan, başkasına emânet verdiği şeylerde, yaptığı alış-verişlerde ve verdiği borçlarda güvenir. Âyetle, bunlardan herhangi birinin bilhassa belirtildiğine dair bir husus yoktur. İbn Abbas'dan ise, bunu alış-verişe hamlettiği ve "onlardan, bir kantarlık altın mukabili alış-veriş yaptığın zaman, karşılığını sana verenler olduğu gibi, yine onlardan bir dinarlık alış-veriş yaptığında, karşılığını sana vermeyecek olanlar da vardır" diye mânâ verdiği nakledilmiştir. Yine biz, bu âyet-i kerimenin, Abdullah İbn Selâma büyük miktarda bir mal, Finhâs İbn Âzûrâ'ya azıcık bir mal emanet eden kişiler hakkında nazil olduğunu, Finhâs yahudisinin az mala hıyanet etmesine rağmen, Abdullah İbn Selâm'ın ise emâneti yerine verdiğini nakletmiştik. Böylece bu ifâdenin, bütün kısımlara muhtemel olduğu sabit olmuş olur. Yahudilerin, Yahudi Olmayanların Matlarını Mubah Saymaları Cenâb-ı Allah daha sonra "Bunun sebebi şudur: Onlar, "ümmiler hakkında bizim mes'ûliyetimiz yoktur" buyurmuştur. Bunun mânâsı şudur: "Onların bu helâl görmesi ve hiyânet etmeleri, onları, "Arapların, elimize geçirdiğimiz malları hususunda bize bir mesuliyet terettüb etmez" demiş olmaları sebebiyledir." Burada birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Âlimler, yahudilerin bu tür helâla inanmalarının sebebi hususunda şunları zikretmişlerdir: a) Onlar, dinleri konusunda çok mutaassıb idiler; işte bundan dolayıdır ki, bizim dinimizde olmayanların öldürülmesi ve ne şekilde olursa olsun, mallarının alınması helâldir" diyorlardı. Bir hadis-i şerifte, bu âyet nazil olduğu zaman, Hazret-i Peygamberin, "Allah'ın düşmanları (yahudiler) yalan söylüyor. Cahiliyyedeki her şey, benim iki ayağım altındadır (hükümsüzdür). Ancak, emânet müstesna. Emânet, ister itaatkâr olsun, ister günahkâr olsun, sahibine verilmelidir" Benzeri bir hadis için bkz Tirmizt, Sünen, Büyü, 39 (3/565); Vesâya, S (4/433). dediği rivayet edilmiştir. b) Yahudiler, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Maide, 18); bizim dışımızda kalan insanlar ise, bizim kölelerimizdir. Biz kölelerimizin mallarını yediğimiz zaman hiç kimse bundan dolayı bizi sorgulayamaz" diyorlardı. c) Yahudiler bu sözü, mutlak mânâda olmak üzere, kendi dinlerine tâbi olmayan herkes hakkında söylemiyor, aksine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmiş olan Araplar hakkında söylüyorlardı. Yahudilerin câhiliyyede bir takım insanlarla alış-veriş ettikleri, bu insanlar müslüman olunca, yahudilere vermiş oldukları malları istediklerinde, yahudilerin "Sizin bizde herhangi bir hakkınız yoktur. Çünkü sizler dininizi terkettiniz" dedikleri rivayet edilmiştir. Ben derim ki, yahudilerin inançlarına göre, bir bâtıl dinden bâtıl diğer bir dine giren kimselerin mürted hükmünde olması muhtemel ve caizdir. Binâenaleyh onlar, Arapların kâfir olduklarına inansalar bile, ancak ne var ki yahudiler İslâm'ın bir küfür olduğuna inandıkları için, müslüman olan o Arapların mürted olduklarına hükmetmişlerdir. İkinci Mesele "Bize mes't yoktur" sözlerinden maksat, isteme ve vermeye zorlama hak ve kudretlerinin olmadığıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "edenlere karşı bir yol yoktur" (Tevbe, 91), "Allah, kâfirlere, mü'minlerîn aleyhinde asla bir yol bahsetmeyecektir" (Nisa, 141) ve "Kim kendisine yapılan zulmün ardından hakkını alırsa, işte bunlar aleyhinde bir yol yoktur. O yol ancak, insanlara zulmedenlere karşıdır" (Şûra. 41-42) buyurmuştur. Üçüncü Mesele Ayette geçen "ümmî" kelimesinin mânâsı "(ana, asıl, kök, anne...)'ye mensûb olan" demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yazı yazmadığı için "ümmr diye adlandirildiği söylenmiştir. Bu böyledir, çünkü fö bir şeyin aslı ve temeli demektir. Binâenaleyh, yazt yazamayan birisi, aslolan yazı yazamama işini sürdürmüştür demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Ümmü'l-Kurâ" "Beldelerin anası, aslı..." olan Mekke'ye nisbet edilmesi sebebiyle bu ümmî vasfını almış olduğu da söylenmiştir. Sonra Hak teâlâ, a) Onlar, kendi dinlerinde olmayan kimselere hıyanet edilebileceği hükmünün Tevrat'ta zikredildiğini söylemişlerdir ki onlar bu konuda yalan söylüyorlardı ve bu hususta yalancı olduklarını da biliyorlardı. Böyle olan kimselerin hıyanetleri daha büyük, suçları daha ağır olur. b) Onlar, hıyanetin haram olduğunu biliyorlardı. c) Onlar, hıyanet edene herhangi bir günahın olmadığına inanıyorlardı. Sonra Hak teâlâ, "Hayır, kim ahdini yerine getirir ve ittikâ ederse, şüphesiz Allah muttakileri sever" buyurmuştur. Bil ki buradaki (Hayır) kelimesi hakkında şu iki izah yapılmıştır: a) Bu, sırf kendisinden önceki kısmı, yani yahudilerin "Ümmîlerin bize karşı bir yolu yoktur" şeklindeki sözlerini nefyetmek ve reddetmek için getirilmiştir. İşte Cenâb-ı Allah, onların bu sözlerini reddetmek için, "Hayır onların aleyhine bir yol (mesuliyet) vardır" demiştir. Bu, Zeccâc'ın tercihi olan görüştür. Zeccâc şöyle der: "Bana göre bu âyetteki vakf-ı tam (......) kelimesi üzerinde yapılır. Ondan sonra gelen cümle, bir müste'nef (yeni) cümledir. b) kelimesi, kendisinden sonra yeni bir söze başlamak için getirilmiştir. Çünkü o yahudilerin "yaptıklarımızdan dolayı bize mesuliyet gelmez" şeklindeki sözleri, "Biz Allah'ın sevgilileriyiz" şeklindeki sözlerinin yerine geçer. Böylece Hak teâlâ, kendisinin sevdiği kimselerin ahde vefa gösteren ve muttaki olan kimseler olup, başkaları olmadığını açıklamıştır. Bu izaha göre (......) kelimesi üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz. Âyetteki "Kim ahdini yerine getirirse" ifâdesindeki, "ahdi yerine getirme" ile ilgili izahımız daha önce geçmişti. Bu ifâdenin sonundaki "nüve" zamirinin, bir önceki âyetteki, lafzındaki "Allah" lafzına râcî olması caizdir. Bu zamir, buradaki (kim) lafzına da râcî olabilir. Çünkü "and" masdardır, failine de, mefûlüne de muzaf olabilir. Bu hususta şu iki sual vârid olmuştur: Birinci sual: Zamir'in, "ahd'in faili olan (......) kelimesine râcî olması durumunda, ehl-i kitabın ahidlerini yerine getirip hıyaneti bırakmaları halinde, Allah'ın sevgisini kazanmaları muhtemeldir. (Buna ne denilir?) Cevap: Bu böyledir. Çünkü onlar, ahidlerini yerine getirdiklerinde, herşeyden önce en büyük ahidlerini yerine getirmiş olurlar. Bu da, Allah'ın onların kitaplarında, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmeleri hususunda aldığı ahiddir. Eğer onlar, hıyaneti bırakma konusunda Allah'tan ittikâ edip sakınmış olsalardı, Allah'a yalan nisbet etmeyi ve Tevrat'ı tahrif etmeyi bırakmada da O'ndan ittikâ ederlerdi (Halbuki bunu yapmamışlardır). İkinci sual: Cevap cümlesinde, şart cümlesine râcî olacak zamir nerededir? Cevap: "Muttakiler" kelimesinin umûmi oluşu bu zamirin yerine tutmuştur. Bil ki bu âyet, ahde vefa işinin önemli bir iş olduğuna delâlet eder. Çünkü taatlar şu iki şeye, yani Allah'ın emrine saygı ve O'nun mahlukatına şefkata inhisar eder. Binâenaleyh ahde vefa, her ikisini de içine alır Çünkü ahde vefa, insanların menfaatinin sebebidir ki bu Allah'ın mahlûkatına şefkatli olmak yerine geçer. Ahde vefâ'yı Cenâb-ı Hak emretmiş olduğu için, onu yerine getirme, Allah'ın emirlerine ta'zim edip saygı göstermek demek olur. Böylece ahde vefanın, tâatin her iki çeşidini içine aldığı sabit olur. Ahde vefa, başkası hakkında olabileceği gibi, insanın kendisi hakkında da olabilir. Çünkü kendi ahdini ve sözünü yerine getiren kimse, tâatleri yapmış, haramları terketmiş olur. Zira bu durumda, nefis sevap elde edeceği için, kurtuluşa ve fevze ermiş, Cenâb-ı Hakk'ın ikâbından uzaklaşmış olur. |
﴾ 76 ﴿