82

"Allah, peygamberlerden, "Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim. Sonra da size nezdinizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir. Ona mutlaka iman ve yardım edeceksiniz" diye misak (ahd) aldığı zaman, "İkrar ettiniz mi ve uhdenize bu ağır yükümü alıp kabul eylediniz mi?" dedi. Onlar, "İkrar ettik" dediler. (Allah da): 'Öyleyse şâhid olun, ben de sizinle beraber şahidlik edenlerdenim" dedi. Artık kim bundan sonra yüz çevirirse, işte o gibiler fâsıkların taa kendileridir" .

Bil ki bu âyetlerden maksad, ehl-i kitap için bir mazeret olmadığını belirtip onların inadlarını ortaya koymak için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine delâlet eden ve onlarca malum olan şeyleri sayıp dökmektir. Allahü teâlâ'nın bu âyette bahsettiği husus da, bunlardan birisidir. Hak teâlâ, kitap ve hikmet verdiği o peygamberlerden, kendilerine her ne zaman verilmiş olan kitabı tasdik eden bir peygamber gelse, onu tasdik edip ona yardımcı olmaları hususunda söz (misak) almıştır. Cenâb-ı Hak, peygamberlerin bunu kabul ettiğini haber vermiş ve bunu kabul etmeyenlerin fasıklardan olacağına hükmetmiştir ki işte âyetten maksat budur. Velhasıl Allahü teâlâ, bütün peygamberlere yanlarında olan kitabı tasdik edici olarak gelen her peygambere inanmalarını vâcib kılmıştır. Fakat bu tek mukaddimeye, ikinci bir mukaddime eklenmediği müddetçe, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini isbat için kifayet etmez. Bu ikinci mukaddime de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'İn, onların kitaplarını tasdik edici olarak gelen bir peygamber olması şartıdır. Bu durumda birisi şöyle diyebilir: "Bu, birşeyi kişinin kendi hakkında kabullenmesidir. Çünkü bu, Hazret-i Muhammed'in peygamber olduğunu kendisinin söylemesidir." Buna, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bir peygamber olmasından murad, elinde mu'cizelerin zuhur etmiş olmasıdır. Binâenaleyh böyle bir sual söz konusu olmaz" diye cevap verilir. Allah en iyisini bilendir. Biz, şimdi tekrar âyetin lafızlarını tefsir etmeye dönelim:

Cenâb-ı Allah'ın, "Allah, peygamberlerden... misak aldığı zaman..." ifâdesi hakkında İbn Cerir et-Taberî "Bu, "Ey ehl-i kitap, Allah'ın peygamberlerden ahd ve söz aldığı zamanı hatırlayın" manasındadır" demiştir.

Zeccâc ise, bu ifâdenin, "Ey Muhammed Kur'ân'da Allah'ın peygamberlerden ahd almış olduğunu hatırla" mânasında olduğunu söylemiştir.

Âyetteki "Peygamberlerin misâkı" tabirine gelince, bil ki masdarların failine de mef'ulüne de muzaf olması caizdir. Binâenaleyh bu tabirden murad, Allah'ın bizzat peygamberlerin kendilerinden aldığı ahid olabileceği gibi, peygamberleri için başkalarından aldığı ahid de olabilir. İşte bundan dolayı müfessirler, bu âyetin tefsirinde ihtilaf ederek her iki şekilde de mâna vermişlerdir.

Birinci şekil, Allahü teâlâ'nın birbirlerini tasdik etme hususunda peygamberlerden söz almasıdır. Bu, Sa'fd İbn Cübeyr, Hasan el-Basrî ve Tâvus'un (Allah onlara rahmet etsin) görüşüdür.

Buradaki mîsak ve ahdin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e mahsus olarak diğer peygamberlerden alınmış olduğu da söylenmiştir. Bu, Hazret-i Ali, İbn Abbas, Katâde ve Süddî'den (Allah onlardan razı olsun) rivayet edilmiştir. Bu görüşte olanlar, doğruluklarına delil olarak şunları zikretmişlerdir:

1-Ayetteki, "Allah, peygamberlerden., misak aldığı zaman" buyruğu, bu ahdi alanın Allah; ahid alınanların da peygamberler olduğunu gösterir. Âyette ümmetlerden bahsedilmemektedir. Binâenaleyh bu ahdin ümmetlerden (insanlardan) alındığını söylemek güzel olmaz. Bu delile şu şekillerde cevap verilebilir:

a) Yaptığınız bu izaha göre misak, burada mef'ulüne muzaf olmuş olur. Bizim izahımıza göre ise, bu ahid ve misak, fiilin failine nisbet edilmesi gibi, kendisi için ahid alınana nisbet edilmiş olur. Şüphesiz ki, bir fiilin failine nisbeti, mef'ulüne nisbetinden daha kuvvetlidir veya en azından eşittir. Bu, tıpkı "Allah'ın misâkı ve ahdi" denilmesi gibidir. Buna göre takdir, "Allah'ın, peygamberleri için ümmetlerinden aldığı o ahdi hatırlayınız" şeklinde olur.

b) Bununla, peygamberlerin çocuklarından alınan ahdin kastedilmiş olması da mümkündür. Peygamber evladlan, buna göre, İsrailoğullarıdır. Bu izaha göre âyette bir muzaf hazfedil mistir. Bu, tıpkı Bekr İbn Vâil şöyle yaptı. Ma'd İbn Adnan böyle yaptı" denilmesi gibidir. Bundan murad, "Onların çocukları ve kavimleri şöyle yaptı" manasıdır.

c) Buradaki "peygamberlerden" murad, ehl-i kitap olabilir. Bu lafız, onlara hakaret etmek için kullanılmıştır. Çünkü onlar, "Biz, peygamberliğe Hazret-i Muhammed'den daha lâyıkız. Çünkü biz ehl-i kitabız ve peygamberler bizden olur" diyorlardı.

Kur'ân-ı Kerim'de birçok yerde "nebî" lafzı zikredilmiş ve bununla onların ümmetleri kastedilmiştir. Mesela, Cenâb-ı Hak: "Ey Peygamber, kadınları boşadıgınız zaman..." (Talak, 1) buyurmuştur.

2- Şu hadis de bu görüşte olanların lehine delildir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

' Ben size, bu dini taptaze ve tertemiz olarak getirdim. Bakın, Allah'a yemin ederim ki İmran İbn Musa (aleyhisselâm) yaşıyor olsaydı bana uymaktan başka bir şey yapamazdı."

3- Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ gerek Hazret-i Âdem, gerekse ondan sonra gelen bütün peygamberlerden, "şayet Hazret-i Muhammed, zamanınızda peygamber olarak gönderilir ve, siz de hayatta olursanız, mutlaka ona imân edip, yardım edeceksiniz" diye ahd-ü misâk almıştır. Buradaki yardımdan maksadın, bu ahdi dile getirmek olması mümkündür. Allah en iyisini bilendir.

Ahidden Maksad, Enbiyanın Hazret-i Muhammed'in Geleceğini Bildirmeleridir

İkinci şekil şudur: Bu âhidden murad, bütün peygamberlerin, ümmetlerinden, Hazret-i Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde, O'nu tasdik edip O'na yardım etmeleri gerektiği hususunda almış oldukları ahiddir ki bu, çoğu âlimlerin görüşüdür. Biz, daha önce, âyetin bu manaya da gelebileceğini söylemiştik. Bu görüşte olanlar, doğruluklarına şanları delil getirmişlerdir:

Birinci hüccet: Ebu Müslim el-İsfehâni'nin söylediği şu izahtır: "Ayetin zahiri, Allah'ın ahd aldığı kimselerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildiğinde, O'nu tasdik etmeleri gerektiğini göstermektedir. Halbuki bütün peygamberler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildiğinde, vefat etmiş idiler. Ölmüş olan kimseler, mükellef tutulamazlar. Kendilerinden misâk alınmış olan kimselerin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildiğinde O'nu tasdik etmeleri vâcib olup, O peygamber olarak gönderildiğinde, diğer peygamberlere Hazret-i Muhammed'e iman etmeyi gerekli ve vâcib kılmak da mümkün olmadığına göre, kendilerinden ahd alınanların, peygamberlerin bizzat kendileri değil, aksine bunların, o peygamberlerin ümmetleri olduğunu anlamış oluruz." Ebû Müslim sözüne devamla şöyle der: "Bizim bu fikrimizi, Allahü Teâlâ'nın, kendilerinden ahd almış olduğu kimselerin, Hazret-i Muhammed'e iman etmemeleri hâlinde fasık olacaklarına hükmetmiş olması da te'kîd etmektedir. Bu vasıf (fâsık olmak vasfı) peygamberlere değil, olsa olsa ancak onların ümmetlerine yakışır."

Kaffâl (r.h), Ebû Müslim'e cevap vererek şöyle demiştir: "Âyetten maksadın, "şayet peygamberler hayatta olmuş olsalardı, onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tasdik etmeleri gerekirdi" şeklinde olması niçin caiz olmasın? Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer (faraza) şirk koşmuş, olursan, celâlim hakkı için, amellerin boşa gider" (Zümer, 65) âyetidir. Halbuki Allahü Teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kesinlikle müşrik olmayacağını biliyordu. Ancak ne var ki bu söz sadece faraza kaydıyla zikredilmiştir. Burada da böyledir. Cenâb-ı Hak, "Eğer o peygamber, bizim adımıza bazı sözler uydurmuş olsaydı, muhakkak ki onun sağ elini alrverirdik. Sonra da, muhakkak kir onun kalb damarını koparırdık" (Hakka, 44-46) buyurmuş; meleklerin sıfatı hakkında da, onların sözle kendisinin önüne gecemiyeceklerini ve kendilerine her surette hakim ve kahîr olan Rab Teâlâ'dan korktuklarını haber vermiş olduğu halde, "Bunlardan (meleklerden) kim, "Ben de Ondan başka bir tanrıyım" derse onu cehennemle cezalandırırız. Biz, o zalimleri de böyle cezalandıracağız" (Enbiya, 29) buyurmuş ve bütün bunları faraza kaydıyla zikretmiştir. İşte burada da böyledir. Biz deriz ki, Cenâb-ı Hak peygamberlerin farazî olarak, iman etmemeleri takdirinde "fasık" olacaklarını bildirmiştir. Çünkü "fısk" ismi, şirkten daha kötü değildir. Halbuki Cenâb-ı Hak, bu şirkten farazi olarak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında, "Eğer (bilfarz) şirk koşmuş olursan, celâlim hakkı için amellerin boşa gider" (Zümer, 65) şeklinde bahsetmiştir. İşte burada da böyledir.

İkinci hüccet: Bu âyetten maksat, Hazret-i Muhammed zamanında olan kimselerin iman etmeleridir. Misakın bu kimselerden alınmış olması, âyetten elde edilmek istenen maksadın meydana gelmesi hususunda, peygamberlerden alınmış olması halinden daha beliğ, daha müessir olmuş olur.

Bu hüccete karşı şu şekilde cevap verilmiştir: Peygamberlerin dereceleri, ümmetlerinin derecelerinden daha yüce ve daha şereflidir. Binâenaleyh âyet, Allahü Teâlâ'nın, o peygamberlerin hayatta olmaları halinde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmelerini vacib kıldığına; onların böyle bir iman etmemeleri halinde fâsıkfar zümresinden olacaklarını beyan ettiğine delâlet edince, evet eğer böyle olunca, onların ümmetlerinin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmeleri haydi haydi farz olur. Binâenaleyh, âyette geçen "ahd" sözünü, matlûb olanı elde etme hususunda peygamberler için anlamak, bu bakımdan daha isabetli olur.

Üçüncü hüccet: İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Ona, "Abdullah İbn Mesûd'un talebeleri Hak teâlâ'nın bu âyetini, "Hani Allah, kendilerine kitap verilmiş olanların misâkım almıştı" şeklinde okuyorlar; biz ise, "Hani Allah, peygamberlerin misâkmı almıştı" şeklinde okuyoruz" denildiğinde o, "Allah, ümmetleri aleyhinde olarak (onlan sorumlu tutmak üzere) peygamberlerden ahid almıştır" diye cevap vermiştir.

Dördüncü hüccet: Bu ikinci şekil, Hak teâlâ'nın, "Ey İsrailoğulları, size ihsan etmiş olduğum bunca nimetlerimi hatırlayın, tavsiyelerimi yerine getirin; ben de size karşı olan ahdimi yerine getireyim.., " (Bakara, 40) ve "Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diye bir mîsâk almıştı" (Al-i imran, 187) âyetleriyle de te'kîd edilmektedir. Bu mevzuda söylenenlerin hepsi, işte bundan ibarettir. Allah, muradını en iyi bilendir.

(......) Kelimesindeki Üç Farklı Kıraatin İzahı

Cenâb-ı Hakk'ın "Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim" ifâdesine gelince, bunda birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Kıraat imamlarının cumhuru, (......) kelimesini, lâm harfinin fethasıyla (......) şeklinde; Hamza, lamın kesresiyle (......) şeklinde; Saîd İbn Cübeyr de şeddeli olarak (......) şeklinde okumuştur. Fetha ile okumaya gelince bunun iki izah şekli vardır:

a) (......) ism-i mevsûl, ondan sonra gelen onu sılası; haberi ise, (......) lâfzıdır. Kelâmın takdiri ise, "Şüphesiz size vermiş olduğum kitap ve hikmete; yanınızda bulunanı tasdik etmek üzere gelmiş olan peygambere, işte bunlara mutlaka iman edeceksiniz..." şeklinde olur. Bu takdire göre, edatı, mübtedâ olduğu için mahallen merfûdur. Sılasındanedatına râci olacak olan zamir ise, hazfedilmiştir. Bunun takdiri ise, (......) şeklindedir. Böylece mevsûle râci olacak olan zamir hazfedilmiştir. Bu, Hak teâlâ'nın tıpkı, Bu mu, Allah'ın peygamber olarak gönderdiği?", âyetindeki hazf gibidir (Yani, şeklindedir). Yapılmış olan bu takdire, şu iki soru yöneltilmiştir:

Birinci soru: (......) edatı mevsûle olduğu zaman, sılaya atfedilen cümlede, râci olacak bir zamirin bulunması gerekir. Aksi halde bu atıf doğru olmaz. Baksana, sen "Babası kalkan şahıs, sonra Zeyd( gitti" dediğinde, bu ifâde doğru olmaz. Halbuki, Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinde mevsûle râci olacak bir zamir bulunmamaktadır.

Biz deriz ki, Ahfeş'e göre, zahir bir ismin zamir yerine getirilmesi caizdir. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim korkar, sabrederse, muhakkak ki Allah iyi hareket edenlerin mükâfatını zayi etmez" (Yusuf, 90) âyetidir. Cenâb-ı Hak burada, "Onun ecrini etmez" dememiştir. Ve yine Cenâb-ı Hak, "İman edip de güzel ameller yapanlar yok mu? Biz, muhakkak ki, iyi amel ve hareket edenin mükâfaatını zayi etmeyiz" (Kehf, 30) buyurmuş, "Onların ecrini zayi etmeyiz" dememiştir. Çünkü, bu iki âyette geçen zahir isimler, zamirin yerine geçmişlerdir. İşte burada da böyledir.

İkinci soru: Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesindeki lâm harfinin getirilmesindeki fayda nedir?

Deriz ki: Bu lâm harfi, ibtidâ (başlangıç) lamıdır. Bu senin, "Muhakkak ki Zeyd, Amr'dan daha faziletlidir" demen gibidir. Bu lamın "muksemun aleyh" (kasemin konusu) yerine geçecek olan şeyin başına gelmesi güzel olmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani, Allah peygamberlerden misak almıştı" buyruğu, kasem yerindedir. Manası ise, Allah onların (şu konuda) yemin etmelerini istedi..." şeklindedir. İşte bu lâm, kasemden dolayı gelmiştir. Bu konunun izahı da işte budur.

b) Bu, Sibeveyh, Mâzinî ve Zeccâc'ın tercihidir. Bu tercihe göre, buradaki şart mânası tazammun eden dır. Buna göre takdir, "Şayet size bir kitap ve hikmet veririm; sonra da size, yanınızda olanı tasdik eden bir peygamber gelirse, sizler ona muhakkak ki iman edersiniz" şeklindedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki lâm, kasemden dolayı getirilmiş olan lamdır. Ama, edatının başındaki lâm hazfedilmese de, mâna değişmez. Bunun bir benzeri de, "Allah'a yemin ederim ki, şayet sen yaparsan, ben de yaparım" demendir. Buna göre, lafzının zikredilmesi veya zikredilmemesi sebebiyle mâna değişmez. İşte bu âyette de böyledir. Bu izaha göre, edatının mahalli, sebebiyle mansûb; fiilinin mahalli de, fiiline atfedilmesi sebebiyle meczumdur. ifâdesi de, şartın cezasıdır. Sibeveyh, birinci görüşü, yani nın mevsule olmasını kabul etmez. Çünkü Sibeveyh, zahir ismin zamir yerine kaim olacağını kabul etmemektedir.

(......)'daki lâm harfinin, meksûr okunması da, illet lamı olmasından dolayıdır. Buna göre sanki, "Allah, onların misaklarını şunun için almıştır: Çünkü, kendisine kitap ve hikmet verilenlere böyle bir lütfün tahsis edilmiş olması, diğer peygamber ve nebileri tasdik etmelerini gerektirir" denilmek istenmiştir.

Bu kıraate göre mevsûle olur. Bu izahın tamamını, birinci izahta açıklamıştık.

Bu kelimenin şeddeyle (......) şeklinde okunmasına gelince, Keşşaf sahibi bu hususta şu iki izahı yapmıştır:

a) Bunun mânası şöyledir: "Size bir kitap ve hikmet verdiğimde ve sonra size o kitabı tasdik eden bir peygamber geldiğinde, o peygambere inanıp yardım etmek size vâcibtir.

b) Bu âyetteki, lafzının aslı dır. Üç mîm harfinin, yani iki mim ile 'daki mîm'e idğâm edildiği için mim harfine çevrilmiş olan nûn'un bir arada bulunuşu ağır görülmüş ve bunlardan biri hazfedilmiştir. Böylece bu kelime, olmuştur. Bu, "Size verdiğim şeyden dolayı, ona imân edeceksiniz" mânâsındadır. Bu, mânâ bakımından Hamza'nın kıraatına yakındır.

İkinci Mesele

Nâfî, tâ'zim için nün ile (......) şeklinde, diğer kıraat imamları da tevhid için (müfred olarak) tâ ile, (Ben size verdim) şeklinde okumuşlardır. Nafi'nin delili, "Davud'a Zebur verdik" (Nisa, 163) "Henüz çocuk iken ona hikmet verdik" (Meryem, 13) ve "O ikisine, apaçık gösteren o kitabı verdik" (Saffat, 117) âyetleridir. Bir de, bu kıraat Allah'ın azametini daha çok belirtmektedir. Binâenaleyh dinleyenlerin kalbinde daha fazla heybet uyandırır. Buraya bu mâna daha uygun düşer. Diğer kıraat imamlarının delili ise, "O kitabı kulu (Muhammed'e) indiren Allah'a hamdolsun" (Kehf, 1) ayetidir.

Bir de, bu okuyuş, âyetin hem öncesine hem de sonrasına daha uygun düşmektedir. Çünkü Cenâb-ı Allah bundan önce, "Allah .. aldığı zaman" ifâdesini, bundan sonra da "Bu ağır yükümü" kelimesini getirmiştir. Nafî, diğer kıraat imamlarının bu görüşlerine, "Fesahat çeşitlerinden birisi de, ifâdeyi müfred iken cem'e veya cemî iken müfrede doğru değiştirmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O (kitabı) "Benden başka hiç kimseyi vekil tutmayın" diye İsrailoğulları için bir hidayet rehberi kıldık" buyurmuş, "KILDIK" dediği gibi (demekle beraber) "BİZDEN başka" dememiştir. Allah en iyisini bilendir.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ, peygamberleri gâib yoluyla zikretmiş, daha sonra da "Size... verdim" buyurmuştur ki bu bir hitaptır ve burada bir hazif vardır. Bunun takdiri, "Allah, peygamberlerden ahd alıp, onlara hitap ederek, "Ben size kitap ve hikmet verdim" demiştir" şeklindedir.

Kur'ân'da çok hazif vardır. Bazı âlimler, bu âyet hakkında başka bir takdir yapıp, yukarıda nahivcilerden naklettiğimiz külfetlerden kurtararak şöyle demişlerdir: "Allah, peygamberlerinden, "size verdiğim kitap ve hikmeti, insanlara tebliğ edin" diye ahd almıştı." Bu takdiri yapanlar şöyle demişlerdir: "Fakat burada, söz kendisine delâlet ettiği için "tebliğ edin" emri hazfedilmiştir. Çünkü kasem lamı fiile gelebilir. Bu lâm, fiile delâlet edince, söz daha kısa olsun diye fiil hazfedilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nezdinizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir. Ona mutlaka iman ve yardım edeceksiniz" buyurmuştur. Bu takdire göre, âyetin nazmı bozulmaz ve öyle zorlanılarak yapılan takdirlere de ihtiyaç duyulmaz. Mutlaka bir takdir yapmak gerekiyorsa, nazmın güzel ve açık bir şekil aldığı bir takdirin yapılması, o gibi zorlamalara girmekten daha evladır.

Buradan Bütün Peygamberlere Kitap Verildiği Anlaşılıyor, Oysa Böyle Değildir

"Andolsun ki size kitap verdim" ifâdesinde bir müşkil vardır. O da şudur: Bu hitap, ya bütün peygamberlere veyahut da onların ümmetleri nedir. Eğer bütün peygamberler için yapılmış bir hitap ise, bütün peygamberlere kitap verilmiş olduğunu gösterir. Halbuki onların bazılarına kitap verilmiştir. Yok eğer bu hitap ümmetlerine ise, bu müşkil daha da büyür. Buna şu iki şekilde cevap veririz:

a) Bütün peygamberlere kitap verilmesi, her nekadar bazılarına kitap verilmese de, onların da diğer peygamberlere verilmiş olan kitaplarla doğruya ulaşmış ve o kitaplarla amel etmeye davet etmiş olmaları mânasındadır.

b) Peygamberlerin (aleyhisselâm) en faziletlisi, kendilerine kitap verilenlerdir. Binâenaleyh onların hepsi de, bu âyette kitap verilmiş olma şerefi ile tavsif edilmişlerdir.

Beşinci Mesele

Kitap, indirilen ve okunan şey manasınadır. Hikmet ise, kitapta olmayan geniş mükellefiyetler yükleyen vahiy demektir.

Altıncı Mesele

(......) ifâdesindeki harf-i cerri, (......) daki ism-i mevsûlünû beyân için gelmiştir. Bu senin şu sözün gibidir. "Yanımda gümüşten, iki dânik (1/6 dirhem) vardır."

Cenâb-ı Allah'ın, "Sonra da size nezdinizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir" âyeti ile ilgili bazı sorular vardır:

Birinci soru: Peygamber, peygamberlere değil, ümmetlere geldiği hâlde, bu ifâdede 'Sonra siz (peygamberlere) gelecektir" buyurulmasının mânâsı nedir?

Cevap: Biz bu âyetteki, "Allah, peygamberlerden... ahd aldığı zaman..." ifâdesini, peygamberlerin kendilerinden değil de onların ümmetlerinden alınan ahid manasında anlarsak, böyle bir soru kendiliğinden kalkar. Eğer biz bu ifâdeyi, bizzat peygamberlerin kendilerinden alınan ahid manasında anlarsak, âyetteki o resul size gelirse 'sözü, (sizin zamanınızda o resul gelirse) demektir.

Hazret-i Muhammed'in Önceki Peygamberleri Tasdikinin Mânası

İkinci soru: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatı, onların şeriatları ile aynı olmadığı halde, Hazret-i Muhammed onlarla birlikte olanı yani onların şeriatlarını ve ahkâmını nasıl tasdik etmiş olabilir?

Cevap: Biz deriz ki, bu ifâdeden maksat, tevhid, nübüvvet ve dinin asıllarında uygunluğun bulunmasıdır. Fakat dinin tafsilatında (ahkamında) bir farklılık olsa bile, bu gerçekte bir ihtilaf değildir. Çünkü bütün peygamberler, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) zamanında hak olan şeyin onun şeriatı; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında hak olan şeyin O'nun şeriatı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu, her nekadar bir farklılık zannı uyandırsa bile, hakikatte bir uygunluk vardır. Yine âyetteki, "Sonra da size nezdinizdeki (kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir" buyruğundaki "bir peygamber"den maksat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onların nezdindekı şeyi tasdik edici olmasından maksat ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, vasıflarının ve çeşitli durumlarının Tevrat ve İncil'de zikredilmiş olmasıdır. Hazret-i Peygamberin sıfatları ve halleri, o kitaplarda zikredilenlere uygun olarak tezahür edince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat gönderilişi, onların yanındaki bu kitapların bir tasdiki olmuştur. İşte Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onların nezdindeki kitapları tasdik edici olmasından maksad budur.

Peygamberlerden Alınan Mîsakın Mahiyeti

Üçüncü soru: Netice olarak, Allahü teâlâ, bütün peygamberlerden, nezderindeki kitabı tasdik edici olarak gelen her peygambere iman etmeleri hususunda söz almıştır. Binâenaleyh bu "misâk" ne demektir?

Cevap: Bu "mîsâk"ın, o peygamberlerin akıllarında, Allah'ın emrine inkiyad etmenin vâcib olduğuna delalet eden delillerin yer almış olması mânasına gelmesi muhtemeldir. Böyle bir peygamber geldiğinde, ancak kendisinin doğruluğunu gösteren mu'cizeler elinde zuhur ettiği zaman bir peygamber olmuş olur. O, diğer peygamberlere, Allah'ın, insanlara kendisine imân etmelerini emrettiğini haber verdiği zaman, onlar işte o esnada o peygambere de inanmanın vacib olduğunu anlamış olurlar. Binâenaleyh böyle delillerin o peygamberlerin aklında yer almış olması, onlardan "mîsâk" alma gibidir.

Yine bu "mîsâk"tan muradın şöyle olması da muhtemeldir: Allahü teâlâ, o peygamberin sıfatlarını, daha önceki peygamberlerin kitaplarında tafsilatıyla belirtmiştir. O peygamberin hâli, önceki kitaplarda yazılı olanlara aynen uyduğu zaman, O'na inanmak vâcib olur. Bundan dolayı âyetteki "Sonra da size, nezdinizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir" ifâdesi her iki mânâya da delâlet eder. Birincisine, âyetteki "bir peygamber" lafzı, ikincisine de, "Nezdinizdekini tasdik edin" sözü delâlet eder.

Allahü teâlâ'nın, "Ona mutlaka imân ve yardım edeceksiniz" ifâdesinin mânası açıktır. Çünkü Allahü teâlâ önce o peygambere inanmayı, ikinci olarak da ona yardım etmeye gayreti emretmiştir. Bu ifâdenin başındaki lâm, kasem lamıdır. Sanki, "Allah'a yemin ederim ki, ona inanacaksınız..." denilmiştir.

Sonra Hak teâlâ, ("(Allah) "ikrar ettiniz mi?" dedi" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Allahü Teâlâ'nın, (......) ifâdesini, "Allah, peygamberlerden ahd aldı" mânâsında tefsir edersek, "İkrar ettiniz mi?" ifâdesi, "Allah, peygamberlerine, "Ona iman etmeyi ve yardımda bulunmayı kabul ettiniz mi?" dedi" mânasında olur. Yok eğer bu ifâdeyi "Cenâb-ı Hak, peygamberlerinden, ümmetlerinden ahd almaları hususunda ahd-u mîsâk almıştır" mânâsında tefsir edersek "İkrar ettiniz mi?" ifâdesinin mânası, "Her peygamber, ümmetine "ikrar ettiniz mi?" der" şeklinde olur. Çünkü Allahü teâlâ, her ne kadar bu ahdi peygamberler ümmetlerinden almışlar ise de, kendisine nisbet etmiştir. Bu İkrar isteme peygamberlerden sudur etmiş ise de, Allahü teâlâ onu kendisine nisbet etmiştir. Bundan maksat şudur: Peygamberler bu işi tahakkuk ettirme ve te'kîd etme hususunda büyük çaba sarfetmişler, sadece ümmetlerinden söz (ahd) alma ile yetinmemiş, onlardan sözlü ikrar da istemiş ve bu hususu şâhid tutarak te'kid etmişlerdir.

İkinci Mesele

"İkrar", if'al babında olup bunun aslı, "Birşey yerinde durup, orada karar kılarak, oradan ayrılmadığı zaman söylenilen tabirinden alınmıştır. Birisi bir şeyi kendi aleyhine itiraf edip kabul ettiğinde ona mukırr denir.

Hak teâlâ'nın, "Ve uhdenize bu ağır yükümü alıp kabul eylediniz mi?" buyruğuna gelince, buradaki "alma", kabul etme manasınadır. Kur'ân-ı Kerim'de, birçok yerde ' (aldı) kelimesi, kabul etti mânasında kullanılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ondan bir fidye alınmaz" (Bakara, 48) yani kabul edilmez, ve "Sadakaları alır" (Tevbe, 104) yani "kabul eder" buyurmuştur. Âyetteki "Isr", yaptığı bir işten dolayı insana gelen zorluk demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey Rabb'imtz, bizden evvelki (ümmetlere) yüklediğin gibi üstümüze bir ısr (yük) yükleme" (Bakara, 286) buyurmuştur. Nitekim "ahd" da, bu ağırlık mânasından ötürü "Isr" diye ifâde edilmiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ahd, bağlanıp sağlama alınan şeylerden olduğu için "Isr" diye adlandırılmıştır. Pazubend'e de "Isâr" denilmesi, bu mânâdan dolayıdır. Âyetteki bu kelime, (......) şeklinde de okunmuştur. Bu kıraatin, mânasında kullanılmış olması caizdir.

Şahitliğin Bu Âyetteki Mânası

Sonra Allahü teâlâ, "Onlar "ikrar ettik" dediler" buyurmuştur. Buradaki, "Öyleyse şahit olun" ifâdesinin çeşitli tefsirleri yapılmıştır:

1- "Öyleyse birbirinize ikrar ile şahid olun. Ben de sizin ikrarınıza ve birbirinizi şâhid tutmanıza şahidlik edenlerdenim." Bu, bu işi onlara pekiştirmek ve onların Allah'ın şahadeti ile birbiftenne şahid oluşlarını hatırlayıp bildiklerinde böyle bir şahadetten rucû etmekten onları sakındırmak manasına gelir.

2- "Öyleyse şâhid olun" emri, meleklere yönelik bir hitabtır.

3- "Öyleyseşâhid olun" emri "Herkes kendisini, kendisi aleyhine bir şâhid kılsın" mânâsındadır. Bunun bir benzeri de, "Onları kendilerine şahid tutmuş ve "Ben, sizin Rabb'iniz değil miyim? (demişti.) Onlar da "Evet, (kendi aleyhimize) şahid olduk" demişlerdi" (Araf, 172) âyetidir. Bu, "mübalağa" babındandır.

4- Bu, "Bilmeme hususunda hickimsenin ileri sürecek mazereti kalmasın diye bu mîsakı, âlim câhil herkese açıklayınız" mânâsındadır. "Şâhid", dâvanın doğruluğunu ortaya koyan kimse demektir.

5- Bu ifâde, "Size ikrar ettirdiğim bu mîsakı, iyice belleyin ve bu hususta bir şeyi görüp gözeten bir kimse gibi olun" mânâsındadır.

6- Biz, mîsâk'ın ümmetlerden alınmış olduğunu kabul edersek, bu durumda bu ifâde, peygamberlere, ümmetlerine şâhid olmalarını emreden bir hitab olmuş olur.

Hak teâlâ'nın "Ben de sizinle beraber şâhidük edenlerdenim (dedi)" buyruğu bir te'kid ve mecbur tuttuğu şeyi takviyedir. Bunun diğer bir faydası da şudur: Allahü teâlâ, her nekadar burada başkasını şahid tutmuş ise de, böyle bir şâhid tutmaya kendisinin ihtiyacı yoktur. Çünkü Allahü teâlâ'ya hiç birşey gizli kapaklı kalmaz. Ancak bir maslahattan ötürü onları birbirlerine şahid tutmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, sırları ve gizli şeylerin en gizlisini bilir.

Cenâb-ı Hak bunun peşisıra diğer te'kidli bir ifâde daha getirip "Artık kim bundan sonra yüz çevirirse, işte o gibiler fasıkların taa kendileridir" buyurmuştur. Yani, "Geçen bunca delilden sonra kim o peygambere iman ve yardım etmekten yüz çevirirse, fasıklardan olur" demektir. Fasıklar için olan ilâhî va'îdler malumdur. Âyetteki, "Artık kim bundan sonra yüz çevirirse..." ifâdesi, şart cümlesidir. Şart ve ceza cümlesinde kullanılan mâzî fiiller, muzarî fiil manasındadırlar. Allah en iyi bilendir.

İslâm Cansız Kâinatın Bile Tâbi Olduğu Dindir

82 ﴿