91"Muhakkak ki küfredenler ve kâfir olarak ölenler (yok mu?) Yeryüzünü dolduracak miktardaki altını dahi (olsa) ve onu fidye olarak verse, onlardan hiçbirinin tevbesi makbul olmaz. İşte bu kimseler yok mu, onlar için çok acı veren bir azâb vardır. Onların hiçbir yardımcısı da yoktur" . Şunu bil ki, kâfir üç kısımdır: a) Küfründen sahih ve makbul bir biçimde tevbe edenler. Ki bu çeşit kâfiri Cenâb-ı Hak, "Ancak bundan sonra tevbe edenler müstesna..." (âli imran, 89) buyruğunda belirtmiştir. b) Küfründen fasit bir biçimde tevbe eden kâfir ki, bunu da bir önceki âyette zikretmiş, onun tevbesinin kesinlikle kabul edilmeyeceğini belirtmiştir (Al-i imran, 90). c) Asla tevbe etmeyip, küfrü üzere ölen kâfirler ki bunları da Cenâb-ı Hak, bu âyette zikretmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, bu kimseler hakkında şu üç tür tehdidin bulunduğunu haber vermiştir: Birinci nev': Cenâb-ı Hakk'ın, "Yeryüzünü dolduracak miktardaki altını dahi (olsa) ve onu fidye olarak verse, onlardan hiçbirinin tevbesi makbul olmaz" ifadesidir. Vahidî, birşeyin dolusunun, o şeyi dolduracak miktar olduğunu söylemiştir. Âyet-i kerimedeki (......) kelimesi, tefsiriyye olarak mansûb kılınmıştır. Tefsiriyye şu demektir: Kelamın hüküm bakımından tam olmasına rağmen, kendisinde bir kapalılığın bulunmasıdır. Meselâ Arapların, "Yanımda yirmi vardır" demesi gibidir. Buna göre burada sayının miktarı malûm, ama tadâd edilen, sayılan şeyler ise mübhemdir. Binâenaleyh sen (bir dirhem) dediğin zaman, sayının neye ait olduğunu açıklamış olursun. Yine aynen bunun gibi "O, insanların en güzelidir" dediğin zaman, o kimsenin güzel olduğunu bildirmiş, ama hangi hususta güzel olduğunu açıklamamış olursun. Ama, (yüz itibariyle) veya (iş bakımından) dediğin zaman, bu müphemi açmış olur ve bu kelimeyi de tefsiriyye olması sebebiyle mansûb okumuş otursun. Sen bu kelimeyi mansûb okuyorsun, çünkü o kelimeyi cer veya ref eden herhangi bir sebep yoktur. Bu kelime, kendisini cer veya ref edecek amillerden hâlî olunca da mansûb kılınmış olur. Çünkü nasb, harekelerin en hafif olanıdır. Böylece de bu kelime, amili olmayan bir kelime gibi kabul edilmiş olur. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "A'meş, bu âyette bulunan (......) lafzını, aynı âyette yer alan, (......) kelimesinin bir açıklaması ve ondan bir bedel olarak, ref ile (......) şeklinde okumuştur. Nitekim, "Yanımda yirmi can, (kişi) vardır. Bunlar adamlardır" denilmiştir. Burada şu üç soru yöneltilmiştir: Birinci soru: Bir önceki âyette, fâ harfi gelmeksizin "Asla kabul edilmeyecek" şeklinde; bu âyette ise, fâ harfiyle şeklinde niçin getirilmiştir? Cevap: Fâ harfinin gelmesi, o kelamın şart ve cezadan geldiğini gösterir. Ama, fâ harfi getirilmezse, kelamın şart ve cezadan mürekkeb olduğu anlaşılmaz. Meselâ sen, "Bana gelenin bir dirhemi vardır" dediğin zaman bu söz, dirhemin, o kimsenin gelmesi sebebiyle o kimseye verildiği manasını ifâde etmez. Ama, "Bana kim gelirse, ona bir dirhem vardır, bir dirhem verilecektir" dediğinde bu söz, dirhemin, o kimsenin gelmesi sebebiyle ona verildiğini ifâde eder. Binâenaleyh işte bu âyette fâ harfinin getirilrnesi, fidyenin kabul edilmemesinin, o kimsenin küfrü üzere ölmesi şartına bağlandığını ifâde eder. İkinci soru: Hak teâlâ'nın, "Ve onu fidye olarak verse..." buyruğunun başındaki vâv'ın mânası nedir? Cevap: Âlimler bu hususta şu izahları yapmışlardır: a) Zeccâc, bu vâv'ın atf için olduğunu, buna göre takdirin ise şu şekilde olduğunu söylemiştir: "O kimse Allah'a, şayet yer dolusu altınla yaklaşmak istese, küfrüne karşılık bu ona hiçbir fayda vermez. Yine o kimse, yer dolusu altına mukabil, fidye verip Cenâb-ı Hakk'ın azabından kurtulmak istese, bu fidye kabul edilmez." Bu, İbnu'l-Enbârî'nin de tercih ettiği görüştür. İbnu'l-Enbarî şöyle demiştir: "Bu, daha fazla şiddet ve katılık ifâde eder. Çünkü bu fidyenin, hiçbir surette kabul edilmeyeceğini açıkça ortaya koyan bir ifâdedir." b) Vâv harfi, mücmel ifâdeden sonra, izahı tafsil etmek için getirilmiştir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Yeryüzünü dolduracak miktardaki altını dahi (olsa), onlardan hiçbirinin tevbesi makbul olmaz" ifâdesi, birçok mânaya muhtemeldir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, kabul edilmeyişin fidye cihetinden olduğunu açıkça beyân etmiştir. c) Benim hatırıma gelen şu izahtır: Kölelerinden birisine kızan kimseye, kızdığı o kölesi bir hediyye sunduğu zaman, kesinlikle efendisi o hediyyeyi kabul etmez.. Ama ne var ki, efendisi onun fidyesini (bir bedel) kabul eder, ama efendisi, onun fidyesini de kabul etmediği zaman bu, efendisinin son derece kızgın olduğunu gösterir. Mübalağa, ancak o şeyin zirvede bulunan bir derecesiyle yapılır. Böylece Allahü Teâlâ, "Velev ki bu, fidye yoluyla olmuş olsa dahi, onlardan yeryüzü dolusu altının kabul edilmeyeceğine..." hükmetmiş olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, bu yolla o şeyin makbul olmadığına göre diğer yollarla o şeyin haydi haydi kabul edilmeyeceğine dikkat çekmesi sebebiyledir. Üçüncü soru: Kâfirin kıyamet gününde hiçbir şeye sahip ve mâlik olamıyacağı bilinen bir husustur. Yine kâfirin, bu kadar miktar altına mâlik olduğunun farzedilmesi durumunda bile, âhirette altının kat'î olarak hiçbir fayda veremeyeceği malumdur. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Yeryüzünü dolduracak miktardaki altını dahi (olsa) ve onu fidye olarak verse, onlardan hiçbirinin tevbesi makbul olmaz" buyurmasının faydası nedir? Cevap: Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: a) Onlar küfür üzere ölünce, bu durumda onlar dünyada iken yeryüzü dolusu altın infâk etseler, Allahü Teâlâ onlardan bunu kabul etmeyecektir. Çünkü küfürle beraber yapılan tâat makbul değildir. b) Söz, bir faraziye ve varsayım şeklinde vaki olmuştur. Buna göre altın, malların en değerlisinden bir kinayedir. Buna göre âyetin mânası şöyledir: "Eğer kâfir kıyamet gününde en değerli şeye sahip olsa, sonra da bol bol onu bezletmeye ve harcamaya da muktedir olsa yine de bununla kendisini Allah'ın azabından kurtarmaktan âciz kalır." Özet olarak bundan maksat, onların, kendilerini Allah'ın azabından kurtarmaktan ümidi kesmiş olmalarıdır. İkinci nev': Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar için çok acı veren bir azâb vardır" ifadesidir. Bil ki Cenâb-ı Hak, kâfirin kendisini Allah'ın azabından kurtarmasının mümkün olmadığını beyân edince, bunun peşinden bu azabın vasfını zikretmiş ve (......) buyurmuştu. Yani, piy "acıtıcı, acı verici.." Üçüncü nev': Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların hiçbir yardımcısı da yoktur" ifadesidir. Bunun mânâsı şudur: Allahü Teâlâ, o kâfirler için fidye vasıtasıyla elîm bir azabtan kurtuluşun mümkün olmadığını beyan edince, yine yardım görme, şefaat ve muavenet yoluyla da onlar için kurtuluşun söz konusu olamayacağını açıklamıştır. Âlimlerimiz bu âyeti, şefaatin bulunduğu hususuna bir hüccet getirmişlerdir. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ, kâfirler hakkında zikretmiş olduğu tehdit ve vaîdleri, onlar için hiçbir şefaat ve yardımın olmadığını beyân ederek bitirmiştir. Binâenaleyh, eğer bu mânâ kâfirden başkası hakkında söz konusu olsaydı, bu vaîdin küfür mânâsına tahsis edilmesi bâtıl olurdu... Allah, en iyi bilendir. |
﴾ 91 ﴿