97"Şüphesiz insanlar için konulan ve âlemler için mübarek ve hidâyet olan ilk ev, elbette Mekke'de olandır. Orada apaçık ayetler, (ve) İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse emin olur" . Bu âyetle, önceki âyetler arasındaki alâka hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) Bundan murad, yahudilerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkârları hususundaki diğer bir şüpheye cevap vermektir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kıblesini Ka'be'ye çevirince, yahudiler onun nübüvveti hususunda ileri geri konuşmuş ve şöyle demişlerdir: "Beyt-i Makdis Ka'be'den daha faziletli ve kıble yapılmaya daha layıktır. Çünkü orası, Ka'be'den önce yapılmıştır, Mahşerin olacağı yerdir ve bütün peygamberlerin de kıblesidir. Durum böyle olunca, kıblenin Beyt-i Makdis'den Ka'be'ye çevrilmesi bâtıldır." İşte Cenâb-ı Hak, yahudilerin bu iddiasına, "Şüphesiz insanlar için konulan... ilk ev, elbette Mekke'de olandır" diye cevap vermiş ve Ka'be'nin, Beyt-i Makdis'den daha faziletli ve şerefli olduğunu beyân etmiştir. Binâenaleyh Ka'be'yi kıble edinmek daha evlâdır. b) Bir önceki âyetin gayesi, neshin caiz olup olmadığını açıklamaktır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), neshin caiz olduğuna, bütün yiyeceklerin İsrailoğullarına mubah iken, daha sonra Allah'ın onlardan bazısını haram kıldığını söyleyerek delil getirmiştir. Yahudiler ise, bu hususta Hazret-i Peygamber ile münâkaşa etmişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, neshedildiğini ortaya koyduğu hükümlerin en önemlisi kıble meselesidir. İşte bu sebepten ötürü Hak teâlâ, bu âyette niçin kıble olarak Ka'be'ye dönüldüğünü açıklamıştır. Bu sebep de, Ka'be'nin, kendisinin dışındaki her yerden daha faziletli olmasıdır. c) Allahü teâlâ, bir önceki âyette, "Bundan dolayı Hanif olarak İbrahim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi" buyurduğu ve Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in dininin en büyük şiarı hacc ibâdeti olduğu için, bu âyette haccın vâcib oluşunu kendisine dayandırmak için, Beytullah'ın faziletini beyân etmiştir. d) Yahudi ve hristiyanlardan her biri, kendilerinin İbrahim (aleyhisselâm)'in dini üzere olduklarını iddia etmişlerdir. Bu hususun İzahı, daha önceki âyetlerde yapılmıştır. İşte bu sebepten ötürü, Allahü teâlâ Kâ'be'ye haccın Hazret-i İbrahim'in dininden olduğunu söylemek suretiyle onların yalancı olduklarını beyân etmiştir. Çünkü yahudi ve hristiyanlar haccetmemekte idiler. İşte bu, onların iddialarında yalancı olduklarına delâlet eder. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır. Muhakkik âlimler, âyetteki "evvel (ilk)" kelimesinin, "sebkat eden, önce olan fert, yani ilk" mânasında olduğunu söylemişlerdir. Buna göre birisi, "Aldığım ilk köle hürdür" der ve ilk olarak 'ki köleyi birden satın almış olur ise, İkisi de âzâd edilmiş olmaz. Çünkü ilk olan şey, tek bir şey olmalıdır. Sonra bu adam, ikinci defada tek bir köle satın almış olsa, bu sözle o da âzâd edilmiş olmaz. Çünkü "ilk" olma şartı, O'nun önceden olmuş olmasıdır. Böylece "evvel"in, ilk olan tek şey olduğu sabit olmuş olur. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz insanlar için konulan... İlk ev, elbette Mekke'de olandır" buyruğu Ka'be'nin Allah'ın yarattığı ilk ev veya yeryüzünde ortaya çıkan ilk ev olduğuna delâlet etmez. Aksine âyetin zahiri, Ka'be'nin "insanlar için yapılan" ilk ev olduğuna delâlet eder. O evin "insanlar için yapılmış" olması, bütün insanlar arasında ortak olmasını gerektirir. Diğer evlere gelince, onlardan her biri bir insana aittir. Dolayısı ile, evlerden hiçbiri bütün insanlar için konulmuş olmaz. Beytullah'ın, bütün insanlar arasında müşterek olması, ancak taat ve ibâdetler için yapılmış olması ve insanların kıblesi olması bakımından olabilir. Böylece, "Şüphesiz insanlar için konulan... ilk ev, elbette Mekke'de olandır" âyeti, bu evi Allahü teâlâ'nın tâat, hayır ve ibâdetler için koyduğuna delâlet eder. Binâenaleyh bu hükme, Ka'be'nin, namazların kıblesi, hacc yeri ve ibâdetlerin sevaplarının arttığı bir mahal olması hükmü de girer. Eğer, "Bu sıfatta Kâ'be'nin ilk oluşu, bir ikincisinin olmasını ifâde eder. Bu da, Beyt-i Makdis'in orayı ziyaretin vâcib olması gibi- bazı sıfatlar hususunda Beytuflah gibi olmasını gerektirir. Halbuki durumun böyle olmadığı bilinmektedir?" denilirse, buna şu iki şekilde cevap verilir: 1- Arapça'da "evvel" (ilk) lafzı, ilk meydana gelen şeyi ifâde eden bir isimdir. O'nun peşinden, onun gibi bir başka şeyin meydana gelip gelmemesi farketmez. Nitekim "Bu, benim Mekke'ye ilk gelişimdir" ve "Bu, benim ilk kazancımdır" denilir. Yine birisi "sahip olduğum ilk köle hürdür" dese ve daha sonra bir köleye sahip olsa, bundan sonra başka köleye sahip olmasa bile, o ilk kölesi âzâd edilmiş sayılır. İşte burada da böyledir. 2- Âyetteki, "İlk ev "den murad, insanların ibâdet ve tâatları için yapılmış İlk evdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ancak şu üç mescide gitmek için yük bağlanır (yolculuğa çıkılır): Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve benim şu mescidim" Buhari, Savm. 67. hadis-i şerifinin de delâlet ettiği gibi, ibadet ve taat için yapılmış olma hususunda Beytu'l-Makdis de Kâ'be ile müşterektir. İşte Kâ'be'nin insanlar için konulan ilk beyt (ev) olduğunun doğruluğuna, bu kadar şey yeter. Fakat Beyt-i Makdis'in, her bakımdan -hatta orayı ziyaret etmenin farz olması bakımından- mutlaka Kâ'be gibi olması gerekmez. Allah en iyisini bilendir. Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz insanlar için konulan ve âlemler için mübarek ve hidâyet olan İlk ev, elbette Mekke'de olandır" buyruğundan murad, Beytuliah'ın inşâ edilme bakımından ilk oluşu olabileceği gibi, mübarek ve hidâyet vesilesi olması bakımından ilk oluşu da olabilir. Binâenaleyh müfessirler bu âyetin tefsiri hususunda şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir: 1- "Kâ'be, yapılış ve inşâ ediliş bakımından ilktir." Bu görüşte olanların delilleri şunlardır: a) Vahidî (radıyallahü anh) "el-Basît" adlı eserinde, Mücâhid'den senedli olarak şunu rivayet etmiştir: "Allahü teâlâ bu evi yeryüzünde herşeyden önce yaratmıştır." Bir başka rivayette de "Allahü teâlâ, yeryüzünü yaratmadan ikibin yıl önce bu beytin (Kâ'be'nin) yerini yaratmıştır ki onun temeli en altta bulunan yerin yedinci tabakasına kadar uzanır" denilmiştir. Yine Muhammed İbn Ali İbn Hüseyin İbn Ali İbn Ebî Tâlib'in, babasından, onun dedesinden, onun da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ meleklerini gönderip, onlara "Yeryüzünde benim içinr Beyt-i Ma'mur gibi bir ev yapın" dedi, Allahü teâlâ, gökteki (meleklerin) Beyt-i Ma 'mûr'u tavaf etmeleri gibi, yeryüzündeki herkesin de o evi (Kâ 'be'yi) tavaf etmelerini emretti. Bu iş, Hazret-i Âdem'in yaratılmasından önce idi." Yine diğer tefsir kitaplarında Abdullah İbn Ömer (radıyallahü anh), Mücâhid ve Süddî'den şu rivayet edilmiştir: "Beytullah, yer ve gök yaratılırken su üzerinde yaratılan ilk evdir. Allahü teâlâ onu, yeryüzünü yaratmazdan ikibin yıl önce yaratmıştır. Beytullah, suyun yüzünde bembeyaz bir köpük idi. Sonra yeryüzü o köpüğün altından yayılıp meydana geldi." Kaffâl, Tefsir'inde şöyle demektedir: "Hubeyb İbn Sabit, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Makam-ı İbrahim'de ve Makam-ı İbrahim'in altında bulunan bir kitabede şöyle yazılı olduğu görülmüştür: "Ben, Mekke'nin sahibi olan Allah'ım. Mekke'yi, güneşi ve ayı yarattığım gün yarattım ve şu iki taşı koyduğum gün onu da harem bölge kıldım. Onu, yedi melâike ile çevreledim." b) Hazret-i Âdem (aleyhisselâm), yeryüzüne indirilince yalnızlıktan şikâyet etti. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona, Kâ'be'yi yapıp, onu tavaf etmesini emretti. Hazret-i Âdem'in yapmış olduğu bu yapı, Hazret-i Nuh (aleyhisselâm) zamanına kadar ayakta kaldı. Cenâb-ı Hak, Tufân'ı gönderince, Beytullah aynı yerinin hizasında olmak üzere, yedinci semâya kaldırıldı ve melekler, onun yanında ibâdet etmeye -ve hergün bir giren bir daha girmemek üzere-, ona yetmişbin melek girmeye başladı. Nûh tufanından sonra Kâ'be'nin yeri belirsiz oldu. Bu durum, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Cebrail'i Hazret-i İbrahim'e gönderip, onun yerini ona gösterip, ona o Beytullah'ı yeniden yapmasını emredinceye kadar devam etti. Binâenaleyh onun mühendisi Cebrail (aleyhisselâm), ustası İbrahim (aleyhisselâm), çırağı da Hazret-i İsmail (aleyhisselâm) olmuştur. Bil ki her iki görüş de, Kâ'be'nin Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) zamanında mevcud olduğunu ifâde etmektedir. Bu, en doğru görüştür. Bunun, en doğru görüş olduğuna şu hususlar delâlet etmektedir: 1- Hak teâlâ'nın, "İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimet verdikleri peygamberlerden, Âdem'in zürriyetinden, Nûh ile beraber (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrahim ile İsmail'in neslinden hidâyete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Onlara Rahman olan Allah'ın âyetleri okunduğu zaman, ağlayarak secdeye kapanırlardı" (Meryem, 59) âyetinin delaletiyle, bütün peygamberlerin dininde namaz farz idi. Binâenaleyh bu âyet, bütün peygamberlerin secde ettiklerine delâlet etmektedir. Secde yapmak içinse, bir kıblenin bulunması gerekir. Eğer Şit, İdris ve Nûh (aleyhisselâm)'un kıblesi, Kâ'be'den başka bir şey olmuş olsaydı, bu durumda Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz insanlar için konulan... İlk ev, elbette Mekke'de olandır" sözü yanlış olurdu. Öyleyse, önceki peygamberlerin kıblesinin de Kâ'be olduğunu söylemek icab eder. Bu da, bu cihetin ebedî olarak şerefli ve mükerrem olduğunu gösterir. 2- Allahü Teâlâ Mekke'yi "Ümmü'l-Kurâ" (beldelerin anası, ana kent) diye isimlendirmiştir. Bu ifâdenin zahiri, Mekke'nin, var olduğu andan itibaren fazilet ve şeref bakımından diğer yerlerden önde gelmesini gerektirir. 3- Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber Mekke'nin fethi günü îrad ettiği hutbede şunu söylemiştir: "İyi bilin ki, Allah Mekke'yi, gökleri ve yeri, güneşi ve ayı yarattığı gün harem kılmıştır..." Mekke'nin harem bir belde kılınması ise, ancak Mekke var olduktan sonra mümkün olabilir. 4- Sahabe ve Tâbiûndan nakletmiş olduğumuz haberler, Mekke'nin, Hazret-i İbrahim zamanından önce mevcut olduğuna delâlet etmektedir. Kâ'be'nin İlk Bina Edilişini Kabul Etmeyenler Şunu bil ki, bunu inkâr eden kimseler, şunlarla istidlal etmişlerdir: a) Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle demiştir: "Allahım, nasıl İbrahim Mekke'yi haram bir belde kılmışsa, ben de Medine'yi haram bir belde kılıyorum." Bu ifâdenin zahiri, Mekke'yi Hazret-i İbrahim'in inşâ etmiş olmasını gerektirir. Bir kimse şöyle diyebilir: "Kâ'be'nin Hazret-i İbrahim'den önce mevcut olduğunu, ama haram bir belde olmayıp, Hazret-i İbrahim tarafından haram bir belde kılındığını söylemek de uzak bir ihtimal değildir." b) Bu görüşte olanlar Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani İbrahim, o beytin temellerini İsmail ile birlikte yükseltiyorlardı" (Bakara, 127) âyetine tutunmuşlardır. Bir kimse, "Belki de Beytullah bundan önce mevcut idi; ama sonra yıkıldı. Sonra Allahü Teâlâ Hazret-i İbrahim'e, beytin temellerini yükseltmesini emretti" diyebilir. Nitekim bu durum, birçok haberde bildirilmiştir. c) Kâdî şöyle demiştir: "Kâ'be, tufan zamanında semâya yükseltilmişti" şeklinde söylenilen söz uzak bir ihtimaldir. Çünkü şerefti olan, bu belli cihettir. Cihetin ise, semâya kaldırılması mümkün değildir. Baksana, Kâ'be -Allah korusun- yıkılmış, taşları, kerestesi ve toprağı başka bir yere taşınmış olsaydı, bu şeylerin kesinlikle bir şerefi olmaz; o cihetin şerefi, Kâ'be yıkıldıktan sonra da devam ederdi. Her müslümanın da, yine bu cihete doğru teveccüh ederek namaz kılması gerekirdi. Durum böyle olunca, bu duvarların semâya yükseltilmesinde bir fayda söz konusu değildir."Bir kimse şöyle diyebilir:"Bu cisimler, Allahü Teâlâ'nın onların semâya nakledilmesini emredecek kadar bir izzet ve şerefe ulaşınca, ve de, bu cisimlerdeki bu şeref de, onların bu cihette bulunmaları sebebiyle olunca, onların semâya nakledilmeleri, bu cihetin son derece tazim ve teşrif edildiğine dair delillerin en büyüklerinden olur. İşte bu görüş hakkında söylenecek şeylerin hepsi budur. 2- Bu öncelikten murad bu beytin Kâ'be'nin mübarek olup insanlar için bir hidayet vesilesi, rehber olması bakımından ilk beyt oluşudur. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber'e, insanlar için kurulmuş ilk mescid sorulduğu zaman O, "Mescid-i Haram, sonra da Beytu'l-Makdis" demiştir. Aralarında kaç senelik bir zaman bulunduğu sorulunca da, "Kırk sene" demiştir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, bir adam ona, "Kâ'be, ilk ev midir? diye sorunca o, "Hayır; şüphesiz ondan önce başka evler var idi... Fakat Kâ'be, insanlar için konulmuş, mübarek olan, kendisinde hidâyet, rahmet ve bereket bulunan ilk evdir. O'nu ilk inşâ eden İbrahim'dir. Daha sonra onu, Cürhüm kabilesinden bir grup Arap yeniden inşa etmiştir. Sonra o yıkılmış, bunun üzerine onu, İmlîk İbn Sâm İbn Nûh'un soyundan gelme krallar olan Amalika taifesi inşa etmişlerdir. Sonra Kâ'be yine yıkılmış, bu sefer de onu Kureyşliler inşa etmişlerdir" demiştir. Bil ki âyetin, Kâ'be'nin fazilet ve şeref bakımından ilk oluşuna delâlet etmesi, şüphe edilmeyecek bir husustur. Çünkü, bu öncelikten bahsetmenin asıl maksadı, onun faziletini beyân etmektir. Zira bunun gayesi, onun Beytü'l-Makdis'ten üstün olduğunu göstermektir. Bu ise, ancak fazilet ve şeref bakımından önce olmakla tamamlanır. Yapılış bakımından önceliğin, bu gayenin tahakkukunda bir tesiri yoktur. Fakat, fazilet bakımından önceliğin sabit olması, yapılış bakımından önceliğin sübûtuna ters değildir. Biz bu hususun da sabit olduğu hususunda da deliller zikretmiştik. Kâ'benin Efdal Olmasının Sebepleri Bu öncelikten muradın fazilet ve şeref bakımından üstünlük olduğu kesinleşince, biz burada Beytullah'ın faziletli oluşunun çeşitli sebeplerini zikredeceğiz: Birinci fazilet: Ümmetler, bu beytin ilk banisinin Halilullâh Hazret-i İbrahim; Beytu'l-Makdis'in banisinin ise, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) olduğunda ittifak etmişlerdir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Hazret-i Süleyman'dan derece bakımından daha büyük, fazilet bakımından daha üstün olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan Kâ'be'nin Beytu'l-Makdis'ten daha şerefli olması gerekir. Bil ki, Allahü Teâlâ Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e Beyti tamir etmesini emretti ve, "Hatırla o zamanı ki biz Beyt'in yerini İbrahim'e:' Bana hiçbir şeyi ortak koşma, beytimi tavaf edenler, kıyam edenler, rükû ve secde edenler için iyice temizle" diye merci yapmıştık" (Hacc, 26) buyurdu. Bu teklifi tebliğ eden, Cibril (aleyhisselâm)'dir. İşte bu sebepten dolayı, "Âlemde Kâ'be'den daha şerefli bir bina yoktur. Çünkü onun yapılmasını emreden Cenâb-ı Hak; plânını çizen Cibril; mimarı Halilullâh, onun çırağı da İsmail (aleyhisselâm)'dir" denilmiştir. İkinci fazilet: Makam-ı İbrahim'dir ki burası, Hazret-i İbrahim'in, ayağını üzerine bastığı ve böylece de Allahü Teâlâ'nın, diğer kısımları değil de, Hazret-i İbrahim'in ayağını bastığı kısmı bir çamur gibi yaptığı, böylece de İbrahim (aleyhisselâm)'in ayağının içine gömüldüğü taştır. Bu ise, Allah'tan başka hiç kimsenin yapamıyacağı ve sadece peygamberleri için izhâr edeceği şeyler, mu'cizeler cümlesindendir. Sonra Hazret-i İbrahim ayağını kaldırınca, Cenâb-ı Hak taşta, tekrar katılaşma ve taş olma özelliğini yaratmıştır. Allahü Teâlâ bu taşı, daima muhafaza etmiştir ki, bu da akıllara hayranlık veren ve Allahü Teâlâ'nın o taşta izhâr etmiş olduğu apaçık mucizelerdendir. Üçüncü fazilet: Şeytanın taşlanmış olduğu yerde birikmiş olan taşların daima az olmasıdır. Çünkü binlerce seneden beri, her sene taş atanların sayısı yaklaşık olarak altıyüzbine ulaşmasına ve her bir kişi de yetmiş taş atmasına rağmen, oraya atılmış olan taşlar bir araya getirilmiş olsa, bir sene zarfında atılmış olan taşlar kadar bile olmaz!.. Halbuki şeytanın taşlanmış olduğu bölge ne bir sel yatağı, ne de şiddetli rüzgârların estiği bir yerdir.. Haberde de, "Haccı makbul olan kimselerin attığı taşlar semâya yükseltilir" şeklinde varid olmuştur. Dördüncü fazilet: Kuşların, havada uçarlarken Kâ'be'nin üzerinden geçmeyip, bilâkis Kâ'be'nin üzerine yaklaştıklarında oradan sapmalarıdır. Beşinci fazilet: Kâ'be'nin civarında, köpek ve ceylân gibi yabani bazı hayvanların, birbirine eziyet etmeksizin ve de birbirlerini aramaksızın bir arada bulunmalarıdır. Bu, son derece şaşırtıcı bir durumdur. Yine Mekke'de ikamet eden herkesin yağma ve baskından emin olmalarıdır ki, bu da Hazret-i İbrahim'in duasının bereketi sebebiyledir Çünkü Hazret-i İbrahim, "Ya Rabbi, burasını emîn bir belde yap!" (Bakara, 126) şeklinde duâ etmişti. Cenâb-ı Hak da Mekke'yi emniyetle tavsif ederken, "Onlar, çevrelerinde insanlar zorla kapılıp götürülürken, orayı emin bir yer yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebût, 67) ve, "Onlar, kendilerini açlıktan koruyup doyuran, korkudan emin kılan şu Beytin Rabb'ine ibâdet etsinler" (Kureyş, 3-4) buyurmuştur. Bir zâlimin Kâ'be'yi tamamen yerle bir edip, Mekke'yi de harap ettiği kesinlikle nakledilmemiştir. Beytu'l-Makdis'e gelince orayı Buhtunnasr temelinden yıkmıştır. Altıncı fazilet: Fillerden ordu kurmuş olan Ebrehe el-Eşrem, Kâ'be'yi tahrib etmek için ordularını ve fillerini Mekke'ye yöneltip, Kureyş de bu orduya karşı koymaktan âciz olup, Mekke'den ayrılarak onu Kâ'be ile başbaşa bırakınca, Allahü Teâlâ Ebrehe ve ordusunun üzerine bölük bölük kuşlar salıverdi. "Ebabil", kuşlar topluluğu demektir. Bunlar, taş taşıyıp, bu taşları Ebrehe ve ordusu üzerine atan küçük küçük kuşlar idi. Böylece gerek Ebrehe, gerekse askeri, o kadar küçük olmasına rağmen o taşlarla helak olmuşlardı. Böylece bu, Kâ'be'nin şerefine delâlet eden bir mu'cize, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetine bir irhas (müjdeci) olmuştur. İmdi eğer bir kimse, "Bütün bunların, oraya yerleştirilmiş olan ve hiç kimsenin bilemediği bir büyü sebebiyle meydana geldiğinin söylenmesi niçin caiz olmasın? Çünkü, büyünün nasıl yapıldığı hususu malûm ve meşhurdur" derse, biz deriz ki: Eğer bu, büyü kabilinden bir şey olmuş olsaydı, hiç şüphesiz bu diğer büyülerden farklı bir büyü olmuş olurdu. Çünkü bu kadar uzun bir müddet içinde, Kâ'be'nin dışındaki hiçbir şey için, bu kadar uzun bir süre beka (devam etme) mümkün olmamıştır. Binâenaleyh bu gibi şeyler bir mû'cizedir, peygamberlerden başka hiç kimse de bunu başaramaz. Kâ'be'nin Tarıma Müsait Olmayan Yerde Kurulmasının Hikmeti Yedinci fazilet: Muhakkak ki Allahü Teâlâ Kâ'be'yi, ziraata elverişli olmayan bir vadiye yerleştirmişti. Bunun sebep ve hikmetleriyse şunlardır: a) Allahü Teâlâ böylece Harem'inde ikamet edip Beyt'ine hizmet edenlerin, sadece kendisine tevekkül etsinler diye, kendisinin dışındaki şeylere karşı besledikleri ümidi kesmiştir. b) Orada hiç zâlim ve zorba ikamet etmemiştir. Çünkü onlar, sadece dünyanın güzelliklerini ve nimetlerini arzularlar. Onlar, dünya nimetlerini orada bulamadıkları için de, orasını terkederler. Bundan maksat ise, o bölgeyi, dünyaya düşkün olanların pisliğinden temiz tutmaktır. c) Allah, hiç kimse oraya ticâret amacıyla yönelmesin, bilâkis bu yöneliş sadece ibâdet ve ziyaret amacıyla olsun diye, bu bölgeyi böyle yapmıştır. d) Allahü Teâlâ, böylece "fakr"ın, fakirliğin şerefini izhar etmiştir. Çünkü, evlerin en şereflisini, dünyadan çok az nasibi olan bir bölgeye yerleştirmiş ve sanki şöyle demek istemiştir. "Ben, fakirleri, dünyada emin belde'nin sakin ve mukimleri kıldım... İşte bunun gibi, onları, ahirette de emin makamların ehli yapacağım. Dünyada, onlar için emniyetli bir beyt, âhirerte de emniyetli bir yurt vardır." e) Sanki, Cenâb-ı Hak şöyle demiştir: "Kâ'be'yi, bütün dünya nimetlerinden uzak olan bir bölgeye yerleştirince, aynen bunun gibi marifetullah Kâ'be'sini de dünya muhabbetinden hâlî bir kalbde yaratırım." İşte Kâ'be'nin fazileti hakkında söylenebilecek olan hususlar bunlardır. Böylece de bu beytin, çeşitli fazilet ve menkıbeler hususunda insanlar için kurulmuş ilk beyt (ev) olduğu ortaya çıkar. Bunun böyle olduğu zahir olunca da, yahudilerin, "Beytu'l-Makdis, Kabe'den daha kıymetli ve şereflidir" şeklindeki sözleri geçersiz olur. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Elbette Mekke'de olandır" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Âyette bulunan lafzından murad, şüphe yok ki, Mekke'dir. Daha sonra âlimler bu hususta ihtilâf etmiş, bazıları şöyle demiştir: "Bekke" ve "Mekke" lafızları, aynı şeyin iki ismidirler. Çünkü bâ harfiyle mîm harfi, mahreç bakımından birbirine yakın olan iki harftirler. Bu sebeple bu harflerden herbiri, diğerinin yerine kullanılmıştır. Meselâ, "Bu, yapılması gereken bir vuruştur" denildiği gibi; "Bu, devamlıdır, daimdir" denildiği gibi, 4Bu devamlıdır" denildiği gibi, "Başını dikti, yükseltti" denildiği gibi, da denilmektedir. (......) kelimesinin hangi kelimeden iştikak ettiği hususunda iki izah bulunmaktadır: a) Bu kelime, birbirini savuşturmak, defetmek anlamına gelen (......) kelimesinden türemiştir. Nitekim bir kimse bir başkasını sıkıştırıp uzaklaştırdığında, oy insanlar birbirine girip sıkışıklık olduğu zaman denilir. İşte bu sebepten ötürü Saîd İbn Cübeyr, insanlar tavafta birbirini sıkıştırarak izdihama sebebiyet verdikleri için, "Mekke'ye, Bekke denilmiştir" demiştir. Bu aynı zamanda, Muhammed İbn Ali el- Bakır, Mücâhid, ve Katâde'nin de görüşüdür. Bu zâtlardan birisi şöyle demiştir: "Muhammed İbn Ali el- Bakır'ı namaz kılarken gördüm. Derken, önünden bir kadın geçiverdi. Kendisini engellemeye çalıştığında, Muhammed İbn Ali el-Bakır: "Onu bırak; çünkü Mekke'nin, Bekke diye adlandırılmasının sebebi, orada insanların birbirlerini sıkıştırmalarıdır. Orada erkek namaz kılarken, kadın onun önünden; kadın namaz kılarken ise erkek onun önünden geçebilir.. Burada, bunun bir mahzuru yoktur!" dedi." Mekke'ye Bekke denilmiştir. Çünkü Mekke, bütün zalimlerin boynunu kırar. Herhangi bir zalim orada bir kötülük düşünürse, onun boynu unufak olur. Kutrub şöyle demiştir: "Bir kimse bir kimseyi kınayıp onun gururunu kırdığı zaman, Araplar, derler." "Mekke" kelimesinin iştikakı hususunda da şu açıklamalar yapılmıştır: a) Bu şehre, günahları mekk ettiği, yani tamamını giderdiği için Mekke ismi verilmiştir. Bu senin, memede olan sütü iyice emip bitiren süt çocuğu hakkında söylemiş oluğun "Süt yavrusu, anasının memesini iyice emdi" ifâdesinden alınmadır. b) Orası, dünyanın dört bir tarafından insan cezbettiği ipin bu ismi almıştır. Nitekim, memedeki sütü iyice, sonuna kadar emdiğinde, denilir. Yine, kemikte olan İlikleri iyice emip yediğinde, denilmektedir. c) Mekke, suyu az olduğu için, böyle isimlendirilmiştir. Çünkü orasının suyu adetâ çekilmiş gibidir. Mekke, yeryüzünün göbeğinde yer alır. Kaynaklar ve gözeler Mekke'nin altından kaynar. Binâenaleyh yeryüzünün tamamı, Mekke'nin altındaki kaynaktan suyunu çeker. Bazı âlimler "Mekke" ile "Bekke" kelimelerinin arasında fark olduğunu ileri sürerek bir kısmı şöyle demişlerdir: "Bekke, sadece Mescid-i Haram; Mekke ise bütün Harem bölgesine verilen addır. Bunun delili şudur: Bekke, kalabalık ve itişme manasından türetilmiştir. Bu ise, başka yerlerde değil ancak tavaf esnasında Mescid-i Haram'da olur." Bunların ekserisi ise, "Mekke'nin, hem Kâ'be'nin hem de tavaf edilebilen yerlerin ismi olduğunu; "Bekke"ninise bu bölgenin ismi olduğunu söylemiş ve şunu delil getirmişlerdir: Hak teâlâ'nın, "Bekke'de olan (ev)" ifâdesi, o Beyt'in Bekke'nin içinde bulunduğuna delâlet eder. Eğer "Bekke", Kâ'be manasında olsaydı, Kâ'be'nin Bekke'nin içinde olması imkansız olurdu. Fakat Bekke'yi bu beldenin ismi olarak alırsak, bu söz doğru olmuş olur. Mekke'nin birçok ismi vardır. Kaffal (r.h), Tefsir'inde şu isimlerini saymıştır: Mekke, Bekke, Ümmü Rahm, Küveysâ, Beşâşe, Hatime (kendisini hafife alanları kırıp döken), Ümmü'l-Kurâ. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ümmü'l-Kura'yı ve onun etrafindakileri inzâr edesin..." (şurâ, 7) buyurmuştur. Mekke, bütün beldelerin kökü olduğu ve yeryüzü onun altından yayıldığı için Ümmü'l-Kurâ (Beldelerin anası) diye adlandırılmıştır. İşte bundan dolayı orası, yeryüzünün dörtbir köşesinden gelenler tarafından ziyaret edilir. Kâ'be'nin de birçok isimleri vardır: 1- Kâ'be: Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah Kabe'yi o Beyt-i Haram'ı, insanlar için (ibâdetlerini) yerine getirme (mahalli) kıldı" (Maide, 97) buyurmuştur. Kâ'be'nin bu ismi alışının sebebi, bu ismin yükseklik ve şerefe delâlet etmesidir. Topuğa, ayak bileği üzerinde bir çıkıntı gibi olup, yükseldiği için "kâb" denilmiştir. Memeleri yeni tomurcuklanan kadına da, memeleri yükseldiği için "Kâ'ib" denilmiştir. Beytullah da, yeryüzünün en şerefli, en eski ve en faziletli yeri olduğu için bu ismi almıştır. 2- Beyt-i Atîk (Eski ev). Cenâb-ı Hak, "Sonra o (kurbanların) varacakları son yer Beyt-i Atîk'dir" (Hacc, 3) ve "O, Beyt-i Atîk'i tavaf etsinler" (Hacc, 29) buyurmuştur. Beytullah'a bu ismin veriliş sebebi hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) Atîk, eski demektir. Biz, Beytullah'ın yeryüzünün evlerinin en eskisi olduğunu, hatta bazılarına göre Allah'ın onu, gökleri ve yeri yaratmazdan önce var ettiğini açıklamıştık. b) Allahü teâlâ, Nuh Tufanı esnasında onu semâya kaldırarak, sular altında kalmaktan i'tâk (âzâd edip kurtarmıştır). c) Bu kelime, yuvasında güçlenip kuvvetlendiği zaman kuş için söylenen (......) ifâdesinden alınmıştır. Kâ'be de orayı tahrib etmeye niyetlenen herkesi Allah'ın helak edeceği bir güce ulaştığı için, "Atîk" diye isimlendirilmiştir. d) Allahü Teâlâ onu, beyti herhangi bir kimsenin mülkü olmaktan âzâd etmiştir. e) Allah, kendisini ziyaret eden herkesi ateşten âzâd eder, mânasında o, Atîk'dir. 3- el-Mescidu'l-Haram... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar götüren Allah'ın şanı çok yücedir" (isrâ, 1) buyurmuştur. O'nun "Haram" olmasından ne kastedildiğinin tefsiri, İnşa-Allah o âyetin (İsra, 1) tefsirinde gelecektir. Buna eğer bir kimse, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz insanlar için konulan İlk ev, elbette Mekke'de olandır" buyruğu ile, "Beytimi tavaf edenler için iyice temizle" (Hacc, 26) buyruğu nasıl birleştirilebilir? Çünkü Cenâb-ı Hak Kâ'be'yi, bir keresinde kendisine, başka bir kere de insanlara nisbet etmiştir" derse, buna şöyle cevap verilir: Sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Ev benimdir; ancak onu, kendi menfaatim için kurmadım! Çünkü"benim hiçbir şeye ihtiyacım yoktur. Ama ben onu, senin duan için bir kıble olsun diye vaz ettim." Allah en iyisini bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Âlemler için mübarek olup hidayet vesilesi rehber olmak üzere..." buyurmuştur. Şunu bil ki, Cenâb-ı Hak bu beyti muhtelif faziletlerle vasfetmiştir: Birincisi: Burası, insanlar için (ibâdet amacıyla) kurulmuş ilk evdir. Bunun, fazilet bakımından ilk olmak manasına geldiğini daha önce söylemiştik. Biz buna, şu izahları da ilâve edebiliriz: a) Ali (radıyallahü anh) "O, "bereket" sıfatı kendisine tahsis edilmiş ve kendisine giren herkesin emin kılınmış olduğu ilk evdir" demiştir. b) Hasan el-Basrî, "O, yeryüzünün, içinde Allah'a ibâdet edilen ilk mescididir" demiştir. c) Kutrûb ise, "O, kıble kılınan ilk evdir" demiştir. İkincisi: Allahü teâlâ Kâ'be'yi "Mübarek" olmakla vasıflandırmıştır. Bu hususta iki mesele vardır: "Mübarek" kelimesi, hal olduğu için mansub gelmiştir. Buna göre ifâdenin takdiri, "O, mübarek olduğu halde Mekke'de yerleşmiş olan evdir" şeklindedir. "Bereket"in iki manası vardır: a) Artmak ve çoğalmak; b) Devamlı olmak... Allahü teâlâ devamlı, ezelî ve ebedî olduğu için "Tebârekellah" denilir. Bereket, içinde su bulunan havuza benzer. Deve, göğsünü yere koyup çöktüğünde (......) denilir. Eğer biz "bereket"i, artma ve çoğalma manasına alır isek, Beytullah şu bakımlardan mübarek olmuş olur: 1- Taatlar orada yapıldığında, sevapları daha fazla olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Mescid-i Haramın, mescidime üstünlüğü, mescidimin diğer mescidlere üstünlüğü gibidir" buyurmuştur. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Şu mescidimde kılınan tek namaz, başkalarında kılınan bin namazdan daha faziletlidir" Benzeri bir hadis için bkz. Keşfü'l-Hafâ, 2/27. buyurmuştur. Bu, namaz hakkında böyledir. Hacca gelince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kim çirkin söz söylemeden ve günah işlemeden haccını tamamlarsa, anasının onu doğurduğu gün gibi, günahlarından sıyrılmış olur" Benzeri, Buhâri, Muhtasar, 9-10; Nesai, Hacc, 4 (5/114). buyurmuştur. Diğer bir hadiste ise "Kabul edilmiş haccın mükafaatı ancak cennettir" Nesai, Hacc, 3(5/112). buyurmuştur. Mağfiret ve rahmeti elde etmekten daha bereketli bir şeyin olmayacağı malumdur. 2- Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Bu bereketin, "Herşeyin mahsulleri orada toplanır..." (Kasas. 57) âyetinde zikredilen hususun olması da caizdir. Böylece bu, "Etrafına bereket verdiğimiz Mescid-i Aksa'ya..." (isrâ, 1) âyetinde ifâde edilen husus gibi olur." 3- Akıllı olanın, zihninde Kâ'be'nin bir nokta gibi, namazlarda ona yönelen insanların saflarının da merkezi kuşatan dâireler gibi olduğunu düşünmesi ve namaz kılarken bu noktayı kuşatan safların ne kadar çok olduğunu tasavvur etmesi gerekir. Böylece hiç şüphesiz, o namaz kılanlar içinde, yüce ruhlu, kutsî kalbli, nurânî sırlara sahip ve gönülleri rabbani şahıslar bulunur. Sonra o saf ruhlar, marifetullah Kâ'be'sine yönelip, bedenleri de şu maddî Kâ'be'ye yöneldiği zaman, o esnada Mescid-i Haram'da bulunan kimseler ruhunun nuru ile, Kâ'be'ye böylece yönelmiş olan kimselerin ruhlarının nurlarıyla birleşirler de o ilâhî nurlar, o kimsenin kalbinde artar ve o ruhanî ışıkların parıltıları, onun gönlünde büyür. İşte bu çok büyük bir derya ve şerefli bir makam olup senin dikkatini, Kâ'be'nin mübarek olduğu hususuna çeker. Fakat biz bu bereketi, "devamlı olma" manasında tefsir edersek, durum yine aynıdır. Çünkü Kâ'be'de, tavaf edenler, ziyaretçiler ve namaz kılanlar eksik olmaz. Yeryüzü küre şeklindedir. Yeryüzü böyle olunca, her saatin, bir kavim için sabah vakti; diğer bir kavim için öğle; üçüncü bir kavim için ikindi; dördüncü bir kavim için akşam; beşinci bir kavim için de yatsı vakti olduğunu düşünmek mümkündür. Durum böyle olunca, Kâ'be, farz namazlarını edâ etmek için, dünyanın her tarafından kimselerin bulunmasından asla ayrı kalmaz. İşte bu bakımdan, bir devamlılık söz konusudur. Yine Kâ'be binlerce yıldır aynı hal üzere devam etmiştir. Binâenaleyh Kâ'be'nin bu iki bakımdan da "mübarek" olduğu sabit olmaktadır. Üçüncüsü: Beytutlah'ın üçüncü vasfı, "Alemler için hidayet rehberi" olmasıdır. Bununla ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Bunun şu manalarda olduğu söylenmiştir: a) "O, bütün âlemlerin namazlarında kendisine yöneldikleri kıblesidir " b) "Kâ'be, kendisinde bulunan zikrettiğimiz deliller ve anlattığımız harikulade halleri sebebi ile, irâde sahibi bir yaratıcının varlığına ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğruluğuna bir delildir. Çünkü Hazret-i Peygamber'in nübüvvetine delâlet eden herşey, aynı zamanda bir yaratıcının varlığına, ilmine, hikmetine, kudretine, herşeyden müstağni oluşuna ve bütün sıfatlarına delâlet eder." c) Kâ'be, bütün âlemi cennete hidayet edip götürür. Çünkü farz namazlarını edâ eden herkes cennete girmeye hak kazanır. Zeccâc, bunun "Alemler için hidayet sahibi (vesilesi)" manasına geldiğini söylemiştir. Yine o, bu ifâdenin "O, Alemler için bir hidayettir" mânasında, mahallen merfu olabileceğini de söylemiştir. Kabe'de Bulunan Aşikâr Deliller Cenâb-ı Allah'ın, "Orada apaçık alametler vardır" beyânı ile ilgili şu iki görüş vardır: a) Bundan murad, bizim onda bulunduğunu söylediğimiz âyetlerdir. Onlar da, korkan kimsenin kendisini orda emniyette hissetmesi, o kadar taş atılmasına rağmen, taşların yok olup gitmesi, kuşların onun üzerinden uçmaması, hastanın orada şifâ bulmast, ona saygısızlık edenin peşinen cezalandırılması ve orayı harab etmeye niyet eden fil ordusunun helak edilmesi gibi hususlardır. İşte buradaki "alametler" (âyetler), bu manadadır. Âyette, "âyât" (alametler) kelimesinin beyânı yer almamıştır. "Âyetteki, "İbrahim'in makamı (vardır) tabirinin, "apaçık alâmetler" tabiriyle bir ilgisi yoktur. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak şöyle demiştir: "Orada apaçık âyetler vardır. Bununla beraber orası, Hazret-i İbrahim'in makamı, mekânı, seçtiği yer ve Allah'a ibâdet ettiği mahallidir. Çünkü bütün bunlar, kendisi ile şeref ve saygı kazanılan özelliklerdendir. Buradaki ikinci bir görüşe göre âyette geçen "âyât (alametler)" lafzının beyânı yer almıştır ve bu da "Makam-ı İbrahim" tabiridir. Yani, "O âyetler, makam-ı İbrahim'dir" demektir. İmdi şayet "Buradaki "âyât" lafzı cemîdir, onun tek bir şeyle tefsir edilmesi doğru olmaz" denilir ise, buna âlimler şu şekilde cevap verirler: a) Makam-ı İbrahim, birçok âyet yerini tutar. Çünkü Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) için mu'cize olan herşey, yaratıcının varlığına, ilmine, kudretine, irâdesine, hayat sahibi oluşuna ve sonradan olan varlıklara benzemekten münezzeh, mukaddes ve müstağni olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, "Makam-ı İbrahim", hernekadar tek bir şeyse de, onda saydığımız bunca deliller mecvut olduğu için, birçok deliller mesabesinde kabul edilmiştir. Bu, tıpkı, "Hakikaten İbrahim (başlı başına) bir ümmet İdi Allah'a İtaatkârdı" (Nahl, 120) âyeti gibidir. b) Makam-ı İbrahim, birçok âyetleri ihtiva eder. Çünkü sert bir kayada ayağının iz bırakması bir âyet, ayağının ona topuğuna kadar gömülmesi bir başka âyet, o kayanın bir kısmı yumuşarken diğer kısımlarının sertliğini muhafaza etmesi bir diğer âyettir. Çünkü o taşın, sadece Hazret-i İbrahim'in ayaklarını koyduğu yeri yumuşamıştır. Diğer peygamberlerin mû'cizeterinin değil de, yahudi, hristiyan, müşrik ve mülhidlerden binlerce yıl bu kadar düşmanlık görmesine rağmen, Makam-ı İbrahim'in Hazret-i İbrahim'e has bir yer olarak muhafaza edilmiş olması diğer bir âyettir. Böylece Makam-ı İbrahim'in pek çok âyeti ihtiva ettiği sabit olmuştur. c) Zeccâc şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim oraya girerse emin olur" buyruğu, alametler (âyetler)in tefsirinin bir parçasıdır. Buna göre sanki orada, apaçık âyetler (alametler) olarak, Makam-ı İbrahim ile oraya girenlerin emin olmaları özelliği mevcuttur. Cemî sigası bazan iki şey için kullanılabilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer her ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz (ne âlâ. Fakat) sizin kalpleriniz kaymıştır" (Tahrim. 4) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "İki ve daha yukarısı cemâattir (cemi sayılır)" Buhari, ezan. 35; İbn Mâce, ikame, 44 (1/312). buyurmuştur. Bazı âlimler, bu alametleri şöyle deyip üçe tamamlamışlardır: "Bunlar, İbrahim'in makamı, oraya girenlerin emin oluşu ve insanların Allah rızası için oraya hacc yapmalarıdır. Bu âyetin devamındaki buyruğunun başında, (o ifâdenin buraya atfını gerektiren) (......) lafzı kısalık olsun diye hazfedilmistir. Nitekim, "De ki: Rabb'im adaleti emretti" (A'raf, 29) âyetinde de böyledir. Bu, "Rabb'im, adaletli olmanızı emretti" mânasındadır. d) Bu iki âyetin zikredilip, âyetlerin daha çok olduğuna delâlet etmesi için, diğer âyetlerin zikredilmemiş olması da caizdir. Sanki şöyle denilmiştir: "Onda apaçık birçok âyet vardır: Makam-ı İbrahim, ona girenin emin oluşu ve bunların dışında daha birçok âyet." e) İbn Abbas, Mücahid ve Ebû Cafer el-Medenî Kuteybe'nin rivayetine göre, bu kelimeyi müfred olarak (bir âyet) şeklinde okumuşlardır. f) Müberred, "Makam" kelimesi masdar olduğu için, "ve kulakları üzerine..." (Bakara. 7) âyetinde de olduğu gibi, cemî olarak getirilmemiştir. Bundan murad, Makamiât-ı İbrahim (İbrahim'in makamlarındır. Bunlar ise, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in yapmış olduğu hacc menâsiki ve kurban ile ilgili işlerdir. Şüphe yok ki bunların sayısı çoktur" demiştir. Buna göre, âyetler (alametler)den murad, "Kim Allah'ın şeâlrini büyük tanırsa..." (Hacc, 32) âyetinde de buyurulduğu gibi, haccın menâsikidir. Cenâb-ı Hak daha sonra "İbrahim'in makamı..." buyurmuştur. Bunun hakkında birkaç görüş bulunmaktadır: a) Kâ'be'nin inşası yükselip, İbrahim (aleyhisselâm) de yukarıya kadar taş kaldırmaktan âciz kalınca, üzerine basıp çıktığı ve ayaklarının içine gömüldüğü taştır. b) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ziyaret için Şam'dan Mekke'ye gelmişti. O, (Şam'daki) hanımına dönünceye kadar, Mekke'de hayvanından inmemeye yemin etmişti. Mekke'ye vardığında O'na, Hazret-i İsmail (aleyhisselâm)'in annesi olan hanımı, "Hayvanından in de başını yıkayalım" dedi. Bunun üzerine İsmail (aleyhisselâm)'in annesi o taşı getirdi ve onun sağ tarafına koydu. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), hanımı başının sağ tarafını yıkasın diye ayağını taşa bastı. Sonra hanımı bu taşı, onun başının diğer tarafını yıkamak için sol tarafına koydu. İşte böylece taşın üzerinde iki ayağının da izi kaldı. c) Bu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in insanları hacca çağırırken üzerine çıktığı taştır. Kaffal (r.h) şöyle demiştir: "İbrahim (aleyhisselâm)'in, bütün bu yerlerde aynı taşa basmış olması caizdir." Haremde İnsanların, Bilhassa Suçluların Emînliğınin Mânası Hak teâlâ sonra, "Kim oraya girerse emîn olar" buyurmuştur. Bu âyetin birçok benzeri vardır: Meselâ, Cenâb-ı Hak, "Hani biz Beyti insanlar için bir toplantı yeri yapmışbk" (Bakara, 125) ve "Onu emîn bir yer yaptığımızı onlar görmediler mi?" (Ankebut, 67) buyurmuştur. Hazret-i İbrahim de, "Hani İbrahim, "Yâ Rabbi, burasını emîn bir belde yap" demişti" (Bakara, 126) demiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "Ki O, onları açlıktan kurtarıp doyurdu ve kendilerini korkudan emîn kıldı" (Kureyş. 4) buyurmuştur. Ebû Bekr er-Razi şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz insanlar için vaz' olunan ilk ev..." âyetinin peşi sıra zikredilen şu âyetler de bütün Harem hakkında söz konusu olup, sonra da Cenâb-ı Hak, "Kim oraya girerse emîn olur" buyurunca, Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirden muradının bütün Harem bölgesi olması vâcib olur. Âlimler, Harem-i Şerifte adam öldüren kimsenin, yine Harem'de kısas edilebileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Yine âlimler, Harem-i Şerifin ancak nefse sataşma gibi hususlarda emân ifâde ettiği hususunda ittifak etmişlerdir. Âlimler arasındaki ihtilâf, Harem-i Şerifin dışında kendisine kısas vâcib olan birisinin Harem'e sığınıp iltica etmesi durumunda, Harem'de kendisine kısas uygulanıp uygulanmıyacağı hakkındadır. Şafiî kısas yapılacağını söylerken, Ebû Hanife kısas yapılamayacağını; aksine oradan çıkıncaya kadar onun yeme, içme, alışveriş ve konuşmadan men edileceğini; Harem'den çıkınca da kendisine kısas uygulanacağı içtihadındadır. Bu mesele hakkındaki sözümüz, Hak teâlâ'nın, (Bakara, 125) âyetinin tefsirinde geçmişti. Ebû Hanife (radıyallahü anh), bu âyetle istidlal ederek şöyle demiştir: "Âyetin zahiri Harem'e giren kimsenin emîn olacağını haber vermektedir. Ancak âyeti zahirine hamletmek mümkün değildir. Çünkü bazan insan orada emîn olamaz. Bu durumda da âyetin ifâde ettiği mânada bir mantıksızlık oluyor. Binâenaleyh bir haber cümlesi olan bu âyeti, emir manasında almak gerekir. Bu âyetle, adam öldürmenin dışındaki suçlar hakkında amel edilmemiştir. Çünkü suçlardaki zarar, adam öldürmedeki ve Harem-i Şerifte işlediği cinayetten ötürü hakedilen zarardan daha hafiftir. Çünkü o kimse, Harem-i Şerifin hürmetine saygısızlık etmiştir. Dolayısıyla bu, âyetin zahirine göre ortaya çıkan ihtilafa dahil olmuş olur." Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın "Emin olur" ifâdesi, oraya bu vasfı vermek içindir. Binâenaleyh bu âyetle amel etme hususunda, emniyetin sadece bazı bakımlardan bulunması kifayet eder. Biz âyetin, bu mânaya geldiğine karar verdik. Bunu şu şekillerde izah ederiz: Allah'a yaklaşmak için, ibâdet etmek maksadıyla Harem-i Şerife giren herkes, Kıyamet günü cehennemden emîn olmuş olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İki Marem'den (Harem-i Şerif ile Mescid-i Nebî'nin hareminden) birinde ölen kimse, kıyamet günü emin olarak diriltirilir." "Gündüz bir saat Mekke'nin sıcağına sabreden kimseden, cehennem ikiyüz yıllık mesafe uzak olur." "Kim, çirkin söz söylemeden ve günah işlemeden haccıni tamamlarsa, anasının onu doğurduğu gün gibi günahlardan sıyrılmış olur" Benzeri bir hadis için bkz.: Buhari, Muhtasar, 9-10; Nesai, Hacc, 4(5/114) buyurmuştur. b) Bundan muradın, Allahü teâlâ'nın insanların kalbine, Mescid-i Haram'a iltica eden herkese karşı bir şefkat ve onlardan kötülükleri uzaklaştırma duygusu vermesi de olabilir. Durum, genel olarak bu şekilde tahakkuk ettiği için, Cenâb-ı Hak mutlak olarak bunun böyle olacağını haber vermiştir. Yaptığımız bu izah, Hanefîlerinkinden şu iki bakımdan daha evlâdır: 1- Biz bu izaha göre, haber cümlesini emir mânasında kılmamış olduk. Onlar ise, haber cümlesini emir manasında almışlardır. 2- Allahü teâlâ orasının emîn oluşunu, Beytullah'ın faziletini beyân etmek için zikretmiştir. Bunun, Beytullah'ın faziletine bir hüccet olabilmesi için, yahudilerce bilinen birşey olması gerekir. Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatında bildirdiği o hüküm, Kâ'be'nin faziletini isbat hususunda yahudi ve hristiyanlar için bir hüccet olmaz. c) Âyetin mânası, "Kaza umresi yılında kim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Mekke'ye girerse emîn olur" şeklinde olabilir. Çünkü Hak teâlâ, "İnşaallah (hepiniz), emniyet içinde mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz" (Fetih, 27) buyurmuştur. d) Dahhâk şöyle demiştir: "Kim bir hacc yaparsa, daha önce kazandığı günahlardan emîn olur." Bil ki bütün bu cevaplarda sözlerin yolu birdir. Oda, âyetteki "emîn olur" ifâdesinin, bir emniyetin bulunduğu hususunda bir hüküm bildirmesidir. Bu âyetle amel etme hususunda emniyetin sadece bir cihetten bulunmuş olması kâfidir. Biz bu ifâdeyi, bu cihetlerden bir kısmına hamlettiğimizde, âyetin gereğine göre amel etmiş oluruz. Binâenaleyh geriye, Hanefilerin söylediği mânaya âyetin delâleti kalmaz. Bu görüşü kuvvetlendiren hususlardan biri de şudur: Âyeti bu cihete hamletmek, kısasın vücubuna delâlet eden nassları tahsis etmeye yol açmaz. Bu ifâdeyi Hanefilerin verdiği mânaya hamletmek ise, kısas âyetlerini tahsis etme neticesine götürür. Binâenaleyh bizim görüşümüz daha evlâdır. Allah en iyisini bilir. "Gitme imkânı bulanların, Beytullah'ı haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim küfrederse şüphesiz ki Allah âlemlerden ganîdir" . Bil ki Cenâb-ı Hak Beytullah'ın faziletlerini ve makamını zikredince, bunun peşinden haccın farz olduğunu belirtmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Hamza, Kisâî ve Âsim 'dan rivayetle Hafs, hâ harft nin kesresi ile ; diğer kıraat imamları ise hâinin fethasıyla, (......) şeklinde okumuşlardır. "Hâ'nın fethasıyla okunuş Hicaz, kesresi ile okunuşu ise Necid lehçesine göredir ve her ikisi de aynı manayadır" denilmiştir. Bu iki okunuşun Arapça'da mutlak olarak caiz olduğu da söylenmiştir. Meselâ, ve kelimelerinde olduğu gibi. Hâ harfinin kesresi ile olanın, yapılan işin ismi (yani hacc) mânasına; fetha ile olanın ise masdar (yani haccetmek) mânasına geldiği de söylenmiştir. Sibeveyh, kesre ile olanın da "zikr" ve "ilim" kelimeleri gibi masdar olabileceğini söylemiştir. Âyetteki, "Ona yol bulabilenlerin..." tabiri hakkında şu izahlar yapılmıştır: a) Zeccâc, bu tabirin başındaki (......) kelimesinin mahallinin, yine bu âyetteki (......) kelimesinden bedel olarak, mecrur olduğunu, mânasının ise, "Ona bir yol bulabilen insanlara..." şeklinde olduğunu söylemiştir. b) Ferrâ ise, "Eğer, (......) kelimesini ve sonrasını müste'nef (yeni) bir cümle kabul edersen, bu cümle şart cümlesi olur ve cevabı, önceki kısım kendisine delâlet ettiği için hazfedilmiş olur. Bunun takdiri, "Onu haccetmeye bir yol bulursa, o kimseye Allah için Beytullah'ı haccetmesi gerekir" şeklindedir" demiştir. c) İbnu'l-Enbârî: "Buradaki (......) kelimesinin, (......) kelimesinin bir izahı olarak ref mahallinde olması da caizdir. Buna göre sanki "Kendilerine Beytullah'ı Allah için haccvacib olan insanlar kimlerdir?" denilmiş ve "Onlar, ona bir yol bulabilenlerdir" diye cevap verilmiştir. Haccın Farziyyeti İçin Binit ve Azık Bulunması Kâfi midir? Ekseri âlimler, "istitâ'a" (güç yetirme)nin mevcut olması için, o insanın yiyecek ve bineceğinin bulunmasının şart olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sahabe'den bir kısım zevat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Ona (yani hacca) yol bulabilme" tabirini, "azık ve binit" diye tefsir ettiğini rivayet etmişlerdir. Kaffâl, Cüveybir yoluyla, Dahhak'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Bir insan genç ve sıhhatli olur, fakat haccedecek kadar parası bulunmaz ise, o kimsenin haccını yapacak para elde edinceye kadar amelelik yapması gerekir." Bunun üzerine birisi Dahhâka. "Allah, insanlara Beytullah'a yaya yürüyüp ziyaret etmelerini emreder mi?" deyince o, "Bir insanın Mekke'de alacağı bir miras olsa, onu orada bırakır mı?" dedi. Adam, "Hayır, diz üstü bile olsa oraya gider" dedi. Bunun üzerine Dahhâk, "İşte bunun gibi ona, Beytullah'ı haccetmesi farz olur" dedi. İkrime'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İstitâ'e" (haccedebilmek) beden sağlığı ile, binecek bir şey bulamadığı zaman, yürüyerek gidebilmektir." Bil ki, bedeni sıhhatli olan ve yürümeye gücü bulunan herkes hakkında, binecek birşey bulamadığı zaman, "O bu işi yapabilir" denilmesi uygundur. Binâenaleyh bu istitâ'a'yı azık ve binit bulabilmek mânasına almak, lafzın zahirini terketmektir. Binâenaleyh, böyle bir tahsis için ayrı bir delile ihtiyaç vardır. Bu konuda rivayet edilmekte olan haberlere dayanmak mümkün değildir. Çünkü ahâd hadislerden dolayı, Kitâb'ın, âyetin zahiri terkedilemez, Hele Muhammed İbn Cerir et-Taberî, bu haberlerin ravilerini ta'n etmişken!... Bu haberler bir başka yönden daha ta'n edilmiştir, o da şudur: Azık ve binitin bulunmuş olması, hacca istitâa (güç) olması için yeterli değildir. Çünkü istita'a'nın bulunabilmesi için, beden sıhhatine ve yolun emniyetli oluşuna da bakılmıştır. Bu husustaki hadislerin zahiri ise, bunlardan herhangi birinin nazar-ı dikkate alınmadığını gösterir. Binâenaleyh bu haberler, işte bu bakımdan da ta'n edilmişlerdir. Bu hususta Cenâb-ı Hakk'ın, "(Allah), dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedt" (Hacc, 78) ve "Allah size kolaylık diler, size güçlük murad etmez" (Bakara. 165) âyetlerinin zahirî mânalarına dayanmak gerekir. Kâfirlerin Fer'î Ahkamla Mükellef Olup Olmadıkları Bazı âlimler bu âyeti, kâfirlerin İslam şeriatının ahkamına muhatab olduklarına delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Çünkü "Beytullah'ı haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır..." âyetinin zahiri, mü'minleri de kâfirleri de içine alır. İmânın olmaması, bu umûmî mânaya ters düşmez ve onu tahsis etmez (Yani mü'minlere has kılmaz). Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imânın sıhhatinin şartı olan Allah'a iman kendisinde bulunmadığı halde, bir dehrî de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmekle mükelleftir. Yine namazın sıhhatinin şartı olan abdest kendisinde bulunmadığı halde, abdestsiz kimse de namaz kılmakla mükelleftir. Binâenaleyh şartın olmaması, o kimsenin şarta bağlı olan şeyle mükellef olmasına manî değildir. İşte burada da böyledir." Allah en iyisini bilir. Mu'tezile'nin ekserisi, bu âyeti, istitâ'anın (gücün), fiilden önce mevcut olduğuna delil getirmiş ve şöyle demişlerdir: "Eğer istita'a fiil ile birlikte (fiilin yapılış esnasında) olsaydı, haccetmeyen kimsenin de hacca istita'ası (gücü) olmuş olurdu. Hacca güç yetiremeyen kimseyi ise, bu âyette bahsedilen mükellefiyet içine almazdı. Böylece de haccetmeyen herkesin, bu âyet sebebiyle hacc yapma ile emredilmiş olmamaları gerekirdi ki bu ittifakla bâtıldır. Âlimlerimiz Mu'tezile'nin bu görüşüne şöyle cevap vermiştir: "Bu sizin için de söz konusudur. Çünkü birşeye kadir olan ya o fiili yapmaya sebep olan şeyler bulunmadan o fiili yapmakla emredilmiş olur, veyahut da o sebepler bulunduktan sonra o fiil ile emredilmiş olur. Sebepler yok iken o fiil ile emredilmiş olmak imkansızdır. Çünkü sebepler bulunmazdan önce fiilin bulunması imkansızdır. Binâenaleyh böyle bir şeyi teklif etmek, "teklîf-i mâla yutak" olur. Fakat o fiilin sebepleri bulunduktan sonra fiil ister istemez meydana gelir. Bu durumda da onu emretmenin bir mânası olmaz. Her iki durumda da istita'a söz konusu olmayınca, bu âyetteki teklifin hiç kimseye yönelik olmaması gerekir. Dini Emirleri Sual İle Kurcalamamak Rivayet edildiğine göre, bu âyet nazil olunca, "Ya Resûlallah, hacc bize her sene mi farzdır?" diye soruldü ve bu soru üç defa tekrar edildi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her üçünde de sükût etti ve dördüncüsünde: "Eğer "evet" deseydim, (hacc size her sene) vacib olurdu. Eğer böyle vacib olsaydı, yerine getiremezdiniz. Yerine getirmeyince de kâfir olurdunuz. Dikkat edin, ben sizi bıraktığım sürece, siz de beni bırakın (Bana birşey sormayın). Size birşey emrettiğimde ise, onu elinizden geldiği kadar yapın. Size birşeyi nehyettiğimde de ondan vazgeçin. Çünkü sizden önceki ümmetler, peygamberlerine çok karşı geldikleri ve ona muhalefet ettikleri için helak olmuşlardır" İbn Mâce, Menâsik, 2 (II/963). diye cevap vermiştir. Sonra âlimler bu hadisle istidlal ederek, emirlerin şu iki sebepten ötürü tekrar (yani o emri tekrar tekrar yerine getirmeyi) ifâde etmeyeceğini söylemişlerdir: a) Bu emir hacc hakkında gelmiştir ama tekrarı ifâde etmemiştir. b) Sahabe bu emrin tekrarı ifâde edip etmediğini sormuşlardır. Eğer emir sigası tekrarı ifâde etmiş olsaydı Arapça'yı bilen bu sahabelerin soru sormaması gerekirdi. Bir şeye yol bulabilmek, o şeye ulaşmaya imkân bulma mânâsındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Fakat bir çıkış yolu var mı?" (Mû'minun, 11) "Geri dönmeye bir yol var mı?" (Şura, 44) ve"iyilik edenlere karşı bir yol yoktur" (Tevbe, 91) buyurmuştur. Binâenaleyh bu imkanın bulunmasında, beden sağlığı, yırtıcı hayvanlardan, düşmanlardan ve yiyecek içecek bulamamaktan ötürü telef olma korkusunun bulunmamasına, azık ve biniti karşılayabilecek, bütün borçları ödeyip, bütün emânetleri geri vermeye yetecek bir paraya sahip olmaya itibar edilir. Eğer o insanın bakmakla yükümlü olduğu birisi varsa, o, haccederken onlara yetecek kadar şey bırakamadığı müddetçe ona hacc farz olmaz. Bu meselenin teferruatı fıkıh kitaplarında anlatılmıştır. Allah en iyisini bilir. Hacc Farz Olup da Haccetmeyenin Hükmü Sonra Cenâb-ı Allah, "Kim inkâr ederse, şüphesiz ki Allah âlemlerden ganîdir" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili bazı meseleler vardır: Bu âyet hakkında iki görüş vardır: 1- Bu, tek başına müstakil bir cümledir ve Allah'ı inkâr eden bütün kâfirler hakkında umûmî bir va'îddir. Bu cümlenin, öncesiyle ilgisi yoktur. 2- "Bu cümle, öncesi ile ilgilidir." Bu görüşte olanlardan bazıları bunun haccı terkeden (yerine getirmeyen) kimselerle ilgili olduğunu, bazıları da haccın farz olduğuna inanmayan kimselerle ilgili olduğunu söylemişlerdir. Bunun haccı yerine getirmeyen kimselerle ilgili olduğunu söyleyenler, bu görüşlerinde âyetin zahirine dayanmışlardır. Çünkü bundan önce hacc emri geçmiş ve onun peşisıra "Kim inkâr ederse-." tabiri getirilmiştir. Bundan bu küfrün ancak, daha önce emredilmiş olan şeyi terketmek olduğu anlaşılır. Sonra, bu görüşte olanlar bu görüşlerini bazı haberlerle te'kid etmişlerdir. Hazret-i Peygamber'den rivayet edildiğine göre O, şöyle buyurmuştur: "Kim haccetmeden ölürse, o kimse isterse yahudi olarak ölsün, isterse hristiyan!., . (İslamla alakası yoktur.)" Ebû Ümame'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber şöyle buyurdular: "Kim kendisini açık bir ihtiyaç veya alıkoyan bir hastalık yahut da zâlim bir hükümdar men etmeksizin, İslam'ın emrettiği haccı ifâ etmeden ölürse, o kimse dilediği bir hal üzere, ister yahudi isterse hristiyan olarak ölsün!" Darimî, Menâsik, 2 (II/29). Said İbn Cübeyr'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "İmkânı olduğu halde haccetmemiş olan bir komşum ölse, ben onun namazını kılmam!" Eğer, "Haccı terketmesi sebebiyle o kişi hakkında küfre hükmetmek nasıl caiz olabilir?" denilirse, Kaffâl (r.h) bu soruya şöyle cevap vermiştir: "Bundan murad, meselenin önemine dikkat çekmektir. Yani, "küfre girmesi ve haccı inkâr eden kimsenin yaptığı şeyi yapması yakındır!" demektir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın dayanmıştı" (Ahzab, 10) âyetidir. Yani, "Nerdeyse... dayanmıştı, dayanmak üzereydi" demektir. Bunun bir başka benzeri ise, Hazret-i Peygamberin, "Kim, kasıtlı olarak bir namazı terkederse, (neredeyse) küfre girmiştir" Müsned, VI / 421 ("Allah'ın ve Resulünün emânı ondan uzaklaşmıştır" şeklinde...). ve; "Kim hayiz halinde veya "dübüründen kadını(na) yaklaşırsa, cima ederse, (nerdeyse) küfre girmiştir" Tirmizî, Taharet, 102 (I / 243). hadisleridir. Çoğunluğa gelince buntar, bu tehdidi, haccın farziyetine inanmayan kimselere hamledenlerdir. Dahhâk şöyle demiştir: "Hacc âyeti nazil olduğu zaman, Hazret-i Peygamber altı dinin müntesibini; müslümanları, hristiyanları, yahudileri, sâbiîleri, mecusîleri ve müşrikleri topladı ve onlara bir nutuk irad ederek şöyle dedi: "Muhakka ki Allah, haca size farz kılmıştır; binâenaleyh, haccediniz..." Bunun üzerine, müslümanlar buna iman etti; diğer beş inanç mensupları ise, bunu İnkâr ederek: "Biz ona inanmıyoruz.. (Kâ'be'ye) doğru yönelerek namaz kılmayız; onu hacc da etmeyiz..." dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Kim küfrederse, şüphesiz ki Allah, âlemlerden müstağnidir" âyetini inzal etti. Bil ki, ibâdetler konusunda şeriatın teklifleri iki kısımdır: Bir kısmı mâkul olduğu halde bunların tafsilâtları anlaşılamaz. Meselâ namaz.. Çünkü namazın aslı mâkuldür, anlaşılmaktadır; yani o, Allah'ı ta'zim etmek ve ululamaktır. Ama namazın nasıllığına gelince, bu anlaşılamamaktadır. Zekât da bunun gibidir; onun esâsı, fakirin ihtiyacını karşılamaktır, ama nasıllığına gelince, bu da anlaşılamamaktadır. Orucun aslı da anlaşılmakta, kavranılmaktadır ki bu da, nefsi terbiye etmektir. Ama nasıllığı ise anlaşılamamaktadır. Aynı şekilde hacc da, bilinen keyfiyetlerde muayyen bir yere yapılan seferdir. Bu ibâdetlerin keyfiyyetlerinin hikmeti bilinememekte, asılları anlaşılamamaktadır. Sen bunu iyice anlayınca deriz ki: Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: "Muhakkak ki bu tür ibâdetleri yapmak, kulluğun, boyun eğmenin ve inkiyâdın kemâline birinci nev' ibâdetlerden daha fazla delâlet etmektedirler. Bu böyledir, çünkü birinci nev' ibâdeti yapmış olan kişinin bu ibâdeti, aklıyla ondaki faydalanma şekillerini bildiği için yapmış olması muhtemeldir. Ama ikinci nev' ibâdeti yapan kimse ise bu ibâdeti ancak, sırf inkıyâd, itaat ve kulluk gayesiyle yapmıştır. İşte bu anlamdan dolayı, bu âyetteki hacc emri çok çeşitli te'kîd şekillerini ihtiva etmiştir. a) Cenâb-ı Hakk'ın, tabiri. Bunun mânası şudur: Hak subhanehu İlâh, Rabb olduğu için kullarına bu tâati yapmayı vacib kılmıştır. Bundan dolayı kulların, -ondaki hikmeti bilsinler veya bilmesinler- bu emre boyun eğmeleri vâcibtir. b) Cenab-ı Hak önce, "insanlar" kelimesini zikretmiş, daha sonra da, "Ona bir yol bulabilen" ifâdesini ondan bedel yapmıştır. Bunda iki çeşit te'kîd bulunmaktadır: 1- Bir şeyden bedel getirmek, muradı ikilemek ve tekrarlamaktır. Bu ise, o şeye gösterilen ilginin fazlalığına delâlet etmektedir. 2- İfâde önce mücmel (genel hatlarıyla) getirilmiş, sonra da açıklanmıştır (tafsîl). Bu ise, meseleye gösterilen ihtimamın fazlalığını ortaya koymaktadır. 3- Cenâb-ı Hak bu vücûbiyyeti iki ibare ile ifâde buyurmuştur. Birincisi ifâdesindeki mülkiyyet lamıdır. İkincisi ise, harf-i cerridir ki, bu harf tabirinde vücûbiyyet ifâde etmektedir. 4- Lafzın zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın hacc ibadetini, ona gücü yeten herkese vacib kılmış olmasını iktizâ eder. Binâenaleyh, tekfîfin teşmil ve tamîm edilmesi, o şeye ne kadar çok ihtimam gösterildiğine delâlet eder. 5- Cenâb-ı Hak, "Kim haccetmezse..." yerine, "Kim inkâr ederse..." buyurmuştur. Bu da, haccı terkeden kimse hakkında şiddetli bir sakındırma ifâde etmektedir. 6- Cenâb-ı Hak, kendisinin bütün âlemlerden müstağni olduğunu zikretmiştir ki bu da, ilahî gazaba, kızgınlığa ve kulu yardımsız bırakmaya delâlet eden hususlardandır. 7- Cenâb-ı Hak, "âlemlerden..."buyurmuş, "o kâfirden" buyurmamıştır. Çünkü bütün âlemlerden müstağni olanın, bu tek insandan ve onun tâatından müstağni olması daha evlâdır. Binâenaleyh bu, Allah'ın gazabına daha çok delâlet etmektedir. 8- Allahü Teâlâ âyetin başında "Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkı vardır" buyurmuş; böylece bu vâcib kılmanın, sırf ulûhiyyetin izzeti ve rubûbiyyetin kibriyasından dolayı olduğunu, herhangi bir fayda temini veya bir zararı def etmek için olmadığını beyân etmiştir. Sonra da bunu, âyetin sonunda, "Muhakkak ki Allah, âlemlerden müstağnidir" ifadesiyle te'kîd etmiştir. Haccın emredildiğinin te'kîd edildiğine delâlet eden haberlerden bazıları şunlardır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Haccedemezden önce haccediniz; çünkü Beyt iki kere yıkılmıştır; üçüncüde işe (göğe) kaldırılacaktır" Keşfu'l-Hafa. 1/350. buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber'in, "Haccedemezden önce haccediniz; yeryüzü onun tarafına gitmenizi (haccetmenizi) engellemeden önce haccediniz" "Mesafeler kat edip gelen..." Keşfu'l-Hafa, 1/350. buyurduğu rivayet edilmiştir. Bunun mânası şudur: "Emniyet bulunmadığı için veya başka bir sebeple, Mekke toprağında sefer etmeniz size imkânsızlaşmadan önce haccediniz..." İbn Mesûd'dan da şu rivayet edilmiştir: "Çölde, yiyen her hayvanın mutlaka helak olacağı bir bitki bitmeden önce, bu Beyti haccediniz." Keşfu'l-Hafa, I / 350. |
﴾ 97 ﴿