103

"Ey iman edenler, Allah'tan nasıl ittikâ etmek (korkmak) lazımsa öyle korkun. Siz, ancak müslüman olarak can veriniz. Hepiniz, toptan sımsıkı Allah'ın ipine sanlınız ve parçalanmayınız. Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız. Hâni siz düşman idiniz de, O, kalblerinizi birleştirmişti. İşte O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan sizi O kurtardı. İşte Allah, hidâyete eresiniz diye âyetlerini size beyân ediyor" .

Bil ki Allahü teâlâ bundan önceki âyette, mü'minleri, kâfirlerin saptırmalarına ve desiselerine karşı uyarınca, bu âyette de onlara, hertürlü taatın ve bütün hayırların toplanıp birleştiği şeyleri emretmiştir. Onlara önce "Allah'tan... İttikâ edin.." sözüyle takvayı; "Allah'ın İpine sanlınız" sözüyle Allah'ın dinine sımsıkı sarılmayı ve üçüncü olarak da, "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız" sözüyle de, Allah'ın nimetlerini anmayı emretmiştir. Bu tertibin hikmeti şudur: İnsanın fiilleri mutlaka ya korku veyahut bir arzuya bağlıdır. Korku unsuru, arzu (istek) unsurundan daha önce gelir. Çünkü bir zararı savuşturmak, bir menfaati elde etmekten daha önce ve önemlidir. Binâenaleyh, "Allah'tan nasıl ittikâ etmek lazımsa, öyle korkun" âyeti, Allah'ın ikâbından korkutmaya bir işarettir. Sonra Cenâb-ı Hak bu korkuyu, Allah'ın dinine sarılıp sımsıkı tutunma emrine bir vesile saymıştır. Daha sonra arzu unsurunu getirmiştir ki bu, "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın..." âyetinin ifâde ettiği husustur. Buna göre Cenâb-ı Allah sanki şöyle demektedir: "Allah'ın cezasından korkmak şunu gerektirir, nimetlerinin çokluğu da bunu gerektirir. Binâenaleyh, Allah'ın emrine inkıyâd edip, O'nun hükmüne itaat etmenizi gerektirecek olan herşey mevcuttur." Böylece zikrettiğimiz bu açıklamalarla, âyette geçen üç hususun çok uygun bir şekilde sıralandığı meydana çıkmıştır. Biz tekrar âyetin tefsirine dönelim:

"Allah'tan Gereği Gibi Korkun" Emrinin Mensuh Olduğu İddiası

Cenâb-ı Hakk'in, "Allah'tan nasıl ittikâ etmek (korkmak) lazımsa öyle korkun.." buyruğuyla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bazı âlimler bu âyetin mensuh olduğunu söylemişlerdir. Bunun sebebi şudur: Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Bu âyet nazil olduğu zaman, müslümanlara zor geldi. Çünkü "Nasıl ittikâ etmek lazımsa öyle korkun" âyeti, "Allah'a mutlak manada itaat edip, bir an bile olsa, isyan etmemeyi; daima şükredip nankörlük etmemeyi ve dâima O'nu anıp, hiç unutmamayı" ifâde eder. İnsanların ise buna gücü yetmez. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu âyetten sonra "O halde gücünüz yettiği kadar Allah'tan İttikâ edin (korkun) " (Tegabün. 16) âyetini indirmiştir. Böylece o âyet, bu âyetin başını neshetmiş fakat, "Siz, ancak müslüman olarak can veriniz" kısmını neshetmemiştir."

Muhakkik âlimlerin çoğu ise, bu âyetin mensim olduğu görüşünün yanlış olduğunu söylemişler Buhârî, İmân, 37. ve buna birkaç bakımdan delil getirmişlerdir:

1- Mu'az (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona "Allah'ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?" deyince, Mu'az (radıyallahü anh), "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bu, onların Allah'a ibâdet edip. Ona hiçbirşeyi ortak koşmamalandır" buyurdu. Bu hükmün neshedilmesi caiz değildir.

(......)'deki Mef'ul-ü Mutlak'ın Mânası

2- (......) âyetinin mânası, "Nasıl ittikâ edilmesi gerekiyor ise, Allah'tan öyle ittikâ edin" şeklindedir. Bu ise, hertürlü günahtan uzaklaşmak suretiyle olur. Böyle birşeyin neshedilmesi ise caiz değildir. Çünkü böyle bir nesih, bazı günahları mubah kılmak demektir. Durum böyle olunca, bu âyet ile "Allah'dan gücünüz yettiğince ittikâ edin" (Tegabün, 16) âyeti aynı mânaya gelir. Çünkü Allah'tan gücü yettiğince sakınan kimse, O'ndan ittikâ edilmesi gerektiği şekilde ittikâ etmiş sayılır. (......) ifâdesinden muradın, güç yetirilemeyecek olan bir takva olması caiz değildir. Çünkü Allah Sübhânehu, insana ancak gücünün yetebileceği şeyleri yüklediğini bildirmiştir. Kaldı ki insanın vüs'atı (gücü), takatinin altındadır. Bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah uğrunda hakkıyla cihâd edin" (Hacc, 78) âyetidir.

Eğer, "Allahü teâlâ, "Onlar, Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" (En'am, 91) buyurmamış mıdır?" denilir ise deriz ki: O âyetin tefsirinde de açıklayacağımız gibi, bu ifâde Kur'ân'da üç yerde (En'am, 91; Hacc, 74 ve zümer, 67) gelmiştir ve hepsi de mü'minler hakkında olmayıp kâfirlerin sıfatı ile ilgilidir.

"Bundan murad, Allah'a itaat edilmesidir, isyan edilmesi değil.." diyenlerin görüşü doğrudur. İnsandan unutma ve yanılma yoluyla sâdır olan kusurlara gelince, bunlar bu esâsı zedelemez. Çünkü bu gibi durumlardan mükellef olma hali insandan kaldırılmıştır. Allah'a dâima şükredip, hiç nankörlük etmemek de böyledir. Çünkü bu, insana, Allah'ın nimetlerini hatırladığı zaman vâcibtir, unuttuğu zaman ise bu vâcib değildir. Oâima Allah'ı anıp hiç unutmama da böyledir. Çünkü bu ancak dua ve ibâdet esnasında vacibtir. Bütün bunlara ise takat getirilebilir. Binâenaleyh onların zannettiği gibi bu âyetin mensuh olduğunu söylemenin bir mânası yoktur.

Musannif (Râzî) (Allah ondan razı olsun) şöyle demiştir: Ben diyorum ki, Öncekilerin, görüşlerini iki bakımdan anlatmaları mümkündür:

1- Ulûhiyyetin künhû, kullara malum değildir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın kahrının, kudretinin ve izzetinin kemâlini insanlar bilemez. Bu hususta tam bir ilim söz konusu olmayınca, bu ilme uygun bir korku da meydana gelemez. Bu sebeple de, Allah'ın şanına yaraşan bir ittikâ da meydana gelmez.

2- Onlar, aynı anda hem şiddetli hem de hafifletilmiş bir ittikâ ile emrolunmuşlar, şiddetli olanı neshedilmiş, hafif olanı kalmıştır.

Şöyle de denilmiştir: Bu görüş yanlıştır. Çünkü insana vâcib olan, gücü yettiğince Allah'tan korkmasıdır. Nesh ise ancak vâcib olan şeyler hakkında olup, nefy hakkında değildir. Çünkü nefyin neshedilmesi, insanın men edilmiş olması gereken şeyden, bu men edilme halinin kaldırılmasını gerektirir ki, bu caiz değildir.

İkinci Mesele

(......) tabirinin anlamı, "nasıl ittikâ edilmesi gerekiyor ise.." şeklindedir. Buna Cenâb-ı Hakk'ın, Kat'i bilgi veren hakikat..." (vâkıa, 95) âyeti de delâlet eder. Meselâ Arapça'da "O, gerçekten erkek!." denilir. Hazret-i Peygamber'in, "Ben peygamberim, bunda yalan yok; Abdulmuttalib'ın torunuyum ben!" hadisi de bu kabildendir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin de, "Ben, Ali'yim, bunda yalan yok; Abdulmuttalib'in torunuyum ben!" dediği rivayet edilmiştir, (......) kelimesi, (......) kelimesinin fiilinin masdarı olması gibi, (......) kelimesinin masdarıdır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz, ancak müslümanlar olarak can veriniz" buyruğuna gelince; buradaki nehy ölüm hakkında varid olmuştur. Ama bundan maksat, İslam üzere yaşamayı emretmektir. Çünkü, ölüm onlara gelinceye kadar İslam üzerinde sebat edebilirler ve de İslam üzere oldukları halde ölürlerse, bu durumda İslam üzere ölmek, onların ellerinde olan bir şey gibi olmuş olur. Bu husustaki izahımız, Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 132) âyetinin tefsirinde geçmişti.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Hepiniz, toptan sımsıkı Allah'ın ipine sarılınız" buyurmuştur.

Bil ki Allahü Teâlâ müslümanlara, yasaklanmış şeylerden ittika edip sakınmalarını emredince, bütün tâat ve hayırların aslı durumunda olan şeyi, yani Allah'ın ipine sımsıkı sarılmayı emretmiştir. Bil ki, ince bir yol üzerinde yürüyen herkesin, ayağının kaymasından korkulur. Fakat o kimse bu yolun iki tarafında iki ucundan güzel ve sıkı şekilde bağlanmış olan bir ipe sıkıca tutunduğunda, korkudan emin olur. Şüphe yok ki Hak yolu, ince bir yoldur. Birçok insanın bu yolda ayağı kaymıştır. Ama, Allah'ın delillerine ve apaçık beyânlarına sımsıkı tutunan kimseler, bundan emin olmuşlardır. Binâenaleyh buradaki "ip" kelimesinden murad, din yolunda hakka, hakikata o vasıta ile ulaşılması mümkün olan her şeydir. Bunun pekçok çeşidi vardır. Müfessirlerden her biri de, bunlardan birisini zikretmişlerdir. Meselâ İbn Abbas (radıyallahü anh), "Burada Allah'ın ipinden murad, "Ahdimi yerine getirin, ben de size karşı olan ahdimi yerine getireyim" (Bakara, 40) âyetinde bahsedilen "ahd"dir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın ipine ve insanların ipine, yani ahdine sığınma durumu müstesna" (Âl-i imrân. 112) buyurmuştur. İşte Cenâb-ı Hak bu âyette "ahd" (ip) diye isimlendirmiştir. Çünkü ahd, dilediği herhangi biryere giderken, duyacağı korkuyu izâle eder ve böylece, kendisine tutunan kimseden korkunun zail olup gittiği bir ip gibi olmuş olur" demiştir. Bunun, Kur'ân olduğu da söylenmiştir. Hazret-i Ali'nin Hazret-i Peygamber'den rivayet ettiğine göre, Hazret-i Peygamber, "İyi bilin ki, yakında fitne çıkacak" demiştir. Bunun üzerine. "Ondan nasıl kurtulunur?" denilince, O, "Çıkış yolu, Allah'ın Kitabıdır. O'nda, sizden öncekilerin kıssası; sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü ve çözümü mevcuttur. O, Allah'ın sağlam ipidir" Tirmizi, Fezâilü'l-Kur'ân, 14 (5/172); Dirimi, 2/435. buyurmuştur. İbn Mesûd (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bu Kuran, Allah'ın ipidir" buyurduğunu rivâyet etmiştir. Yine Ebu Said el-Hudri (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber'in,

Size önemli iki şey bırakıyorum. Bunlardan birisi, Berna'dan yeryüzüne uzatılmış bir ip olan, Allah'ın Kitabı ve benim neslim, yani Ehl-i Beytim.. " Tirmizî, Menâkib, 32 (5/663). buyurduğu rivayet edilmiştir. Yine bundan muradın, "Allah'ın dini"; "Allah'a tâat"; "Tevbe'de ihlâs" ve Cenâb-ı Hak bu ifâdenin peşinden, "Ve parçalanmayınız" buyurduğu için de, "cemâat" olduğu da söylenmiştir. Bütün bu görüşler birbirine yakındır. Meselenin tahkiki, daha önce zikrettiğimiz gibidir.

Kuyuya inen bir kimse, kuyuya düşmemek için nasıl bir ipe sıkıca tutunuyorsa, bunun gibi, Allah'ın Kitabı, O'nun ahdi, dini, tâati ve mü'minlenn cemâatine sıkıca tutunma da, kişiyi cehennemin dibine yuvarlanmaktan koruduğu için, işte bu Allah'ın ipi gibi addedilmiş ve mü'minlere sımsıkı buna sarılmaları emredilmiştir.

Birlik Olup Tefrikadan Sakınma Emri

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Ve parçalanmayınız "buyurmuştur. Bunda iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifâdenin açıklanması hususunda birkaç vecih bulunmaktadır:

a) Cenâb-ı Hak, din hususunda ihtilâf etmekten nehyetmiştir. Bu böyledir, çünkü hak ancak tektir. O'nun dışındakiler ise, cehalet ve sapıklıktır. Durum böyle olunca, buradaki nehyin din konusunda ihtilâf hususunda olması gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Artık hakdan sonra, sapıklıktan başka ne kalır?" (Yunus. 32) sözüyle de buna işaret etmiştir.

b) Cenâb-ı Hak birbirine düşmanlık ve muhâsamadan nehyetmiştir. Çünkü Araplar câhiliyye döneminde sürekli harb ediyorlar ve birbirleriyle çekişiyorlardı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak onları bundan nehyetmiştir.

c) Cenâb-ı Hak ayrılığa sebebiyet verip, aradaki yakınlık ve muhabbeti yok eden her şeyden nehyetmiştir.

Bil ki, Hazret-i Peygamber'den rivayet edildiğine göre O, şöyle demiştir:

"Ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan birisi kurtulacak, geriye kalan ise, ateşte olacaktır." Bunun üzerine, "Bu kurtulacak olanlar kimlerdir Yâ Resûlallâh?" denilince. O, "(İslamın) cemâati" Müsned. 3/145; Dârimt, 2/241 (Benzeri bir hadis.) buyurdular. Yine bir başka rivayette "en büyük topluluk' Ibn Mâce, fiten, 8 (2/1303). bir başka rivayette de 'Ben vem ashabımın üzerinde bulunduğu (yolda yürüyenler)" şeklinde gelmiştir. Bu hususta mâkûl olan izah şu şekildedir: İhtilâftan nehyedip ittifakın emredilmesi, hakkın ancak tek olduğuna delâlet etmektedir. Durum böyle olunca da, kurtulacak olanların tek (fırka) olması gerekir.

İkinci Mesele

Kıyası kabul etmeyenler bu âyet ile istidlal ederek şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hak şer'î hükümler hakkında ya yakını ve kesin deliller getirmiştir denilebilir, veyahut da zannî deliller.. Eğer birinci şıkkı kabul edersek, bu hükümler hakkında zan ifâde eden kıyâs ile yetinmemiz imkânsız olur. Çünkü, yakîn ve kat'îlik gerektiren bir hususta zannî delil ile yetinilemez. Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, bu durumda bu zannî olan delillere müracaat etmeyi emretmek, ihtilâf ve anlaşmazlıkların vuku bulmasını da tazammun eder. Böylece de, ayrılığa düşme ve anlaşmazlığın nehyedilmemiş olması gerekir. Ancak ne var ki bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, Ve parçalanmayınız" ve "Birbirimizle çekişmeyiniz.." (Enfal, 46) buyruklarıyla nehyedilmişlerdir. Bir kimse şöyle diyebilir: "Kıyâs ile amel etmeye delâlet eden deliller, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve parçalanmayınız" nehyinin umumiliği ile, "Birbirinizle çekişmeyiniz" (Enfal, 46) buyruğunun umumîliğini tahsis etmektedir" Allah en iyi bilendir.

Cenâb-ı Hak sonra, "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız" buyurmuştur. Şunu bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın kulları üzerindeki nimetleri ya dünyevîdir, ya da uhrevî... Cenâb-ı Hak bu âyette her ikisini de zikretmiştir. Dünyevî nimetlerle ilgili olan ifâdeye gelince bu, "Hani siz düşmanlar idiniz de, O, kalblerinizi birleştirmişti. İşte O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz" sözüdür. Bu hususta birkaç mesele vardır:

Mü'minlerin Kardeşliği

Denildiğine göre, bu yahudi Evs ve Hazreçliler arasına fitne atıp bu iki kabileye mensup olanlardan her biri arkadaşıyla savaşmayı düşününce, Hazret-i Peygamber onların yanına gelir ve, aralarındaki fitne sükûnete kavuşuncaya kadar onları yumuşatmaya çalışır. Evs ve Hazreç aynı ana-babadan olan iki kardeş idiler. Ama aralarına bir düşmanlık girdi.. Cenâb-ı Hak onu İslam ile söndürünceye kadar, aralarındaki savaşlar yüzyirmi sene sürdü... İşte bu âyet-i kerime onlara ve onların hallerine işaret etmektedir. Çünkü onlar, İslam'dan önce birbirleriyle savaşıyorlar ve birbirlerine buğzediyorlardı. Cenâb-ı Hak onlara İslam ile ikramda bulununca, birbirlerine merhamet eden, birbirleri hakkında iyi düşünen kardeşler haiine çektiler, Allah rızası için kardee oldular. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcamış olsan, yine de onların kalblerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı" (Enam, 63) âyetidir.

Bil ki, yüzü dünyaya dönük olan kimse, insanların pekçoğuna düşman kesilir. Yüzü, Allah'ın hizmetine dönük olan kimse de, hiç kimseye düşman olmaz. Bunun sebebi ise şudur: O kimse, Hak'tan halka bakar, herkesin, Allah'ın kaza ve kader kabzasında esir olduğunu görür, bundan dolayı da hiç kimseye düşmanlık beslemez. İşte bu sebepten dolayı, "Arif kişi, emrettiği zaman rıfk ile emreder; nasihat eder; ama sert davranmaz ve ayıplamaz.. O, Allah'ın kaderdeki sırrını görür" denilmiştir.

Kardeş (Eh) Kelimesinin Mânası

Zeccac şöyle demiştir: (kardeş) kelimesinin aslı (......) kelimesi olup, bu kelimenin anlamı da talep etmektir. Buna "kardeş", maksadı, kardeşinin maksadıyla aynı olan kimsedir. (dost, arkadaş) kelimesi ise, iki arkadaştan her birinin, diğerinin kalbinde olanı doğrulayıp tasdik etmesi ve ondan hiçbirşeyi gizlememesi mânasından alınmıştır." Ebû Hatim ise şöyle demiştir: "Basralılar, (......) kelimesinin çoğulu olan (......) kelimesini neseb bakımından "kardeşler"; yine bu kelimenin çoğulu olan (......) kelimesini de dostluk ve sadâkat bakımından "kardeşler" hakkında kullanırlar." Ebû Hatim, bunun yanlış olduğunu söyler. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki mü'minler ancak kardeştirler" (Hucurât, 10) buyurmuş, bununla da neseb kardeşliğini kasdetmemiş; öte yandan da "Veyahut kardeşlerinizin eylerinde" (Nur. 61) buyurmuş, bununla da neseb kardeşliğini kastetmiştir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "İşte Onun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz" buyruğu, onlar arasında İslam'dan sonra carî olan bütün güzel davranış ve muamelelerin Allah'ın lütfuyla meydana geldiğine delâlet etmektedir. Çünkü onların kalbinde bu vesileyi yaratan Cenâb-ı Hak'tır. Bu sebep ise, Allah'tan meydana gelen ve iyi fiilin meydana gelmesine sebep olan bir nitettir. Bu da, fiillerin yaratılması konusundaki, Mu'tezile'nin görüşünü iptal eder. Ka'bî şöyle demiştir: "Bu, hidâyet, beyân, sakındırma, marifet ve lütuflar ile meydana gelir..."

Deriz ki: Bütün bunların hepsi, muharebeler ve savaşların bulunduğu, meydana geldiği zamanda meydana gelmişti. Binâenaleyh, ülfet ve muhabbetin meydana gelmesini iki zamandan birisine tahsis etmek, sizin de zikrettiğiniz gibi, ilâve başka bir sebepten dolayı olmuş olur.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında ikenr oradan sizi kurtardı" buyurmuştur.

Bil ki Cenâb-ı Hak dünyevî nimetten bahsedip onları açıklayınca, bunun peşinden uhrevî nimetlerden bahsetmiştir ki, bu nimetler de O'nun bu âyetin sonunda beyân etmiş olduğu nimetlerdir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu tabirin mânası, "Siz nerdeyse, küfrünüz sebebiyle cehennemin eşiğine gelmiştiniz" şeklindedir. Çünkü cehennem, içinde ateşin bulunduğu bir çukura benzetilmiştir. Böylece, onların, küfürleri sebebiyle cehenneme müstehak olmaları, nerdeyse cehenneme düşmeleri ve cehennemin çukuruna girmeleri gibi kabul edilmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, "Onlar oraya düşmek üzereyken, onları o çukurdan kurtardığını beyân etmiştir."

Mu'tezile şöyle demiştir: Bunun mânası şudur: Allahü Teâlâ, onlar iman etsinler diye, onlara Resulü ve diğer ihsanlar ile lütufta bulunmuştur. Âlimlerimiz ise şöyle demişlerdir: "Bütün lütuf fiilleri, mü'min ile kâfir arasında müşterektir. Binâenaleyh, şayet imanın faili ve mucidi kul olmuş olsaydı, o zaman kendisini ateşten kurtarmış olan da, kul olmuş olurdu. Halbuki Cenâb-ı Hak, onları ateşten kurtaranın kendisi olduğu hükmünü vermiştir. Böylece bu kulların fiillerini yaratanın Allah (c.c) olduğuna delâlet etmiş olur.

"Uçurum Kenarı" Teşbihi Hakkında

(......) tabiri birşeyin kenarı mânasına gelip, (......) kelimesinin sonundaki elif, elif-i maksuredir. Meselâ "Kuyunun kenarı" mânasında, denilir. Bu kelimenin çoğulu, (kuyular) şeklinde gelir. Yine bir kimse, bir şeyin tâ ucuna, kenarına kadar vardığında, denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğuna gelince, Ezherî şöyle der: "Onu halâsa erdirip kurtardım" mânasında olmak üzere, denilir.

Hak teâlâ'nın, "Oradan sizi O kurtardı" ifâdesi hakkında bir soru vardır, bu soru şudur: Allahü Teâlâ onları içinde bulundukları yerden kurtarmıştır. Onlar ise, uçurumun tam kenarında idiler. Uçurumun kenarı tabiri yani (......) müzekkerdir. Binâenaleyh, daha niçin Cenâb-ı Hak, diyerek zamiri müennes getirmiştir? Âlimlerimiz bu hususa şu şekillerde cevap vermişlerdir:

a) Zamir, (çukur) kelimesine râcidir. Cenâb-ı Hak onları çukurdan kurtarınca, sanki onları çukurun kenarından kurtarmış olur. Çünkü çukurun kenarı da, çukurdan addedilir.

b) Zamir, (ateş) kelimesine râcidir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın maksadı onları uçurumun kenarından değil, ateşten kurtarmaktır. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür.

c) Hem hem de tabirleri çukurun kenarı mânasına gelir. Binâenaleyh, bu kelime hem müzekker, hem de müennes zamirle ifâde edilebilir.

Üçüncü Mesele

Şayet onlar küfürleri üzere ölmüş olsalardı, muhakkak ki onlar cehenneme düşerlerdi. İşte böylece, kendisinden sonra ateşe düşmeleri beklenen o hayatları, çukurun tam kenarında oturmaya benzetilmiştir. Bu ifâdede, (ne kadar uzun olursa olsun), hayat müddetinin pek önemli olmadığına dikkat çekmek söz konusudur. Çünkü hayat ile, o çukura düşmeyi gerektiren ölüm arasında, bir şey ile o şeyin kenarı arasındaki mesafe kadar bir mesafe vardır.

Sonra Cenâb-ı Hak, "İşte Allah, hidayete eresiniz diye âyetlerini size beyân ediyor" buyurmuştur. Bu ifâdenin başındaki kâf harfi mahallen mansûbtur. Yani, "Allah, yukarda yapmış olduğu beyânlar gibi, kendileriyle hidayete eresiniz diye, size diğer âyetlerini de açıklıyor" demektir. Cübbaî, "Ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan hidâyete ermelerini istediğine delâlet eder" demiştir. Vahidî, "Basit" adlı eserinde buna şu şekilde cevap vermiştir: Bilâkis mâna, "Bir hidâyet ümidi üzere olasınız diye..." şeklindedir.

Ben derim ki, bu cevap zayıftır. Çünkü bu cevaba göre, Allahü Teâlâ'nın onlardan böyle bir ümit irade etmiş, murad etmiş olması gerekir. Halbuki bizim mezhebimize, anlayışımıza göre, Cenâb-ı Hakk'ın bu ümidi de irâde etmediği malum olan bir husustur. Bu hususta doğru cevap, şöyle denilmesidir: (......) kelimesi, "teraccî" (ümid etmek, dilemek, ummak) içindir. Buna göre mâna, "Biz, ümid eden kimsenin fiiline (ummasına) benzeyen bir fiil yaptık..." şeklindedir. Allah, en iyi bilendir.

Emr-i Maruf, Nehy-i Münker'in Lüzumu

103 ﴿