109"Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki, hayra çağırsınlar, İyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir. Siz, kendilerine apaçık deliller, âyetler geldikten sonra parçalanıp ayrılanlar, ihtilâfa düşenler gibi olmayın! İşte bu kimseler yok mu? onlara büyük bir azâb vardır. O günde ntce yüzler vardır, bembeyaz olacak, nice yüzler de kapkara kesilecek. Yüzleri simsiyah olanlara gelince, (onlara), "İmanınızdan sonra kütre girdiniz öyle mi? İşte, küfretmenize mukabil, tadın azabı!" denilir. Yüzleri bembeyaz olanlar ise, Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar bunun içinde ebedi kalıcıdırlar. Bunlar, hak olarak sana okuya geldiğimiz Allah'ın âyetleridir. Allah hiç kimseye hiçbir haksızlık etmek istemez. Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. Bütün işler, ancak Allah'a döndürülür" . Şunu bil ki Cenâb-ı Hak, önceki âyetlerde ehl-i kitabı iki şey ile kınamıştır: a) Onları küfürlerinden dolayı kınayarak, "Ey ehl-i kitap, Allah'ın kitaplarım niçin inkâr ediyorsunuz?" (Al-i imran, 96) buyurmuş, daha sonra da onların, başkalarını küfre düşürme konusunda faaliyette bulunmalarını tenkid etmiş ve, "Ey Ehl-i Kitap, niçin Allah yolundan saptırıyorsunuz?.." (Al-i imran. 99) buyurmuştur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu hitabtan, mü'minlere hitabetmeye geçip onlara ilk önce takva ve imanı emrederek, "Ey iman edenler, Allah'tan, nasıl korkulması gerekiyorsa öylece korkun ve, ancak müslüman olarak can verin... Toptan Allah'ın ipine sarılın" (Al-i imran. 102-103) buyurmuş, sonra da onlara başkalarını iman ve tâata teşvik etmek etme hususunda sa'y-ü gayret göstermelerini emretmiş ve, "Sizden öyle bir cemâat bulunmalıdır ki hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler..." buyurmuştur. İşte bu, akla muvafık çok güzel bir tertiptir. Âyetle ilgili iki mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin tefsiri hakkında iki görüş vardır: a) Buradaki harf-i cerri, şu iki delilden dolayı teb'îz (kısmîlik) ifâde etmez. Birinci delil: Allahü Teâlâ, "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız" (Al-i İmran, 110) âyetinde, bütün ümmete iyiliği emretmeyi, kötülükten sakındırmayı vacib kılmıştır. İkinci delil: Her mükellefe ister eli, ister dili, isterse kalbiyle olsun, iyiliği emredip kötülükten nehyetmesi vacibtir. Ve yine herkese, kendisinden zararı savuşturması vacibtir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, âyet-i kerime'nin mânası şudur: "Siz hayra davet eden, iyiliği emr, kötülüğü nehyeden bir topluluk olunuz." Buradaki harf-i cerri, "O halde murdardan, yani putlardan kaçının" (Hacc, 30) âyetinde olduğu gibi, tebyin (açıklama) içindir, teb'iz (kısmen) manasına değildir. Yine bir insanın bazıları değil, bütün çocukları ve köleleri kastedilerek"Falancanın, bir ordu evladı var. Padişahın, bir ordu kölesi var" denilir. Sonra âlimler, emr-i ma'ruf ve nehy-i münkerin her nekadar bütün ümmet-i Muhammed'e vacib ise de, ümmet içinde bunu yerine getiren bir kısım bulunduğu zaman, bu mükellefiyetin diğerlerinden düşeceğini belirtmişlerdir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Allah'ın, "Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak elbirlik (savaşa) çıkın" (Tevbe, 41) âyeti ile "Eğer elbirlik çıkmazsanız, (Allah) sizi pek acıklı bir azaba duçar eder" (Tevbe, 39) âyetidir. Buna göre, buradaki emirler umumidir. Sonra bu işe yetecek bir grup mevcut olduğu zaman, bu mükellefiyet diğer mü'minlerden düşer. b) "Âyetteki, teb'îz (kısmen) manasınadır." Bu görüşte olanlar da şu iki şekilde ihtilaf etmişlerdir: 1- Bu âyetteharf-i cerri'nin getirilmesinin faydası, bir toplum içinde, kadınlar, hastalar ve âcizler gibi, tebliğ yapmaya ve ma'rufu emredip münkerden nehye gücü yetmeyen kimselerin bulunacağını göstermektir. 2- Bu mükellefiyet, din âlimleri içindir. Bunun böyle olduğuna şu iki şey delâlet eder: Birincisi: Bu âyet, üç emri ihtiva etmektedir: Hayra davet, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma.. Hayra davetin, hayrın, ma'rufun ve münkerin ne olduğunu bilme şartına bağlı olduğu herkesçe malumdur. Çünkü cahil kişi, çoğu kez insanları bâtıla davet eder, münkeri emrederken, ma'ruf (iyi) olanı yasaklar. Yine çoğu kez o, kendi mezhebindeki hükmü bilir ama başkasının mezhebindeki hükmü bilmez. Böylece de başkasını, mezhebinde münker olmayan şeyden yasaklamış olur. Yine cahil bazan yumuşak davranması gereken yerde sert, sert davranması gereken yerde yumuşak olur ve bazan günahta devamını artıracak kimselere nehy-i münker yapar. Böylece bu mükellefiyetin din âlimleri için olduğu kesinleşir. Âlimlerin, ümmetin bir kısmını teşki ettiklerinde şüphe yoktur. Bunun bir benzeri de "O (mü'minlerin) her kısmından, din hususunda iyice ilim sahibi olmaları için bir takımın bulunması gerekmez miydi..." (Tevbe. 122) âyetidir. İkincisi: Biz bazı insanların bu mükellefiyeti yerine getirmesi halinde, diğer mü'minlerden düşeceği mânasında, bir farz-ı kifâye olduğunda ittifak ettik. Durum böyle olunca mana, "Bazınız bu işi yerine getirsin..." şeklinde olur. Böylece de bu, hakikatte herkese olmayıp, bazı müslümanlara farz olmuş olur. Allah en iyi bilendir. Bu hususta bir üçüncü fikir daha olup o da Dehhâk'e ait şu görüştür: Bu âyette kastedilenler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabıdır. Çünkü onlar Hazret-i Peygamber'den öğreniyor ve diğer insanlara öğretiyorlardı. Buna göre âyetin mânası, "Resulullah'ın sünnetini muhafaza ve dini öğrenme üzerinde ittifak etmiş bir ümmet olunuz" şeklindedir. Bu âyet, şu üç mükellefiyeti ihtiva eder; hayra davet, ma'rufu (iyiyi) emretme ve münkeri (kötüyü) nehyetme... Bu üç şeyin, aralarında olan atıf vâvlarından ötürü, birbirlerinden farklı şeyler olması gerekir. Binâenaleyh biz şöyle deriz: Hayra davetin en faziletlisi, Allah'ın zâtını ve sıfatlarını bildirip O'nun mümkin varlıklara benzemekten münezzeh olduğuna inanmaya davettir. Biz, Hakk'a davetin, işte bu mânaya geldiğini söylüyoruz. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Rabb'İnin yoluna hikmet ile davet et..." (Nahl, 125) ve "De ki: "İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana tâbi olanlar, Allah'a bir basiret (ilim) üzere davet ediyoruz. (Körü körüne değil...)" (Yusuf, 108) buyurmuştur. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: "Hayra davet, altında şu iki türün bulunduğu bir cinstir: a) Uygun olan şeyi yapmaya teşviktir ki bu, emr-i ma'ruftur. b) Uygun olmayanı bırakmaya bir teşviktir ki bu da nehy-i münkerdir. Böylece Cenâb-ı Allah, daha fazla izah etmek için, önce cinsi, sonra onun iki türünü zikretmiştir. Emr-i ma'ruf ve nehy-i münker'in şartları kelam kitaplarında sayılmıştır. Daha sonra Hak teâlâ, "İşte banlar, kurtuluşa erenlerin taâ kendileridir" buyurmuştur. Bu tabirin izahı daha önce geçmişti. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Söylediğini Yapmayan Kimsenin Emr-i Ma'ruf Yapması Bazı âlimler, fâsık (günahkâr) kimsenin emr-i ma'ruf nehy-i münker yapamayacağına bu âyeti delil getire- re, "Çünkü âyet, bu işi yapanların kurtuluşa erenlerden olduğunu göstermektedir. Halbuki fâsıklar, felaha erenlerden değildir. Binâenaleyh bilhassa emr-i ma'ruf yapan kimsenin fâsık olmaması gerekir" demişlerdir. Bunlara şöyle cevap verilmiştir: "Bu ifâde, tağlib (ekseriyeti nazar-ı itibare alma) yoluyla getirilmiştir. Çünkü genelde zahire göre, bu işi yapan kimse, ancak kendi hallerini düzelttikten sonra bu işe başlar. Zira akıllı insan, kendi işlerini, başkasının işlerinden önce yapar." Sonra fâsıkın bu işi yapamayacağını söyleyenler, görüşlerini şu âyetlerle de desteklemişlerdir: "Siz insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?" (Bakara, 44); "Ey imân edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz. Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir buğzu gerektirir" (Saf. 2-3). Bir de, eğer bu caiz olsaydı, bir kadınla zina eden kimsenin, o kadına "niçin yüzünü açıyorsun (tesettüre riayet etmiyorsun?)" diye emr-i ma'ruf yapması caiz olurdu. Halbuki bunun son derece çirkin olduğu malumdur. Âlimler, fâsıkın emr-i ma'ruf yapabileceğini söylemişlerdir. Çünkü ona hem yaptığı kötü işi bırakmak, hem de başkalarını o kötü işten uzaklaştırmaya çalışmak vacibtir. Onun, bu vaciblerden bir tarafı yapmaması yüzünden, diğerini de yapmaması gerekmez. Yine seleften, "Yapmasanız da, hayrı emredin" diye tavsiyeler gelmiştir, Hasan el- Basrî'den, Mutarraf İbn Abdullah'ın şöyle dediğini duyduğu rivayet edilmiştir: O, "Ben, yapmayacağım şeyi söylemem" dedi. Bunun üzerine Hasan el-Basrî "Hangimiz dediğini yapıyor ki... Şeytan bu söz ile, hiçbirimizin ma'rufu emretmeyip münker'den sakındifmamamıza sebep olmayı arzu eder" demiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiş- "Emr-i ma'ruf ve nehy-i münker yapan herkes, yeryüzünde Allah'ın, Peygamberin ve Kur'an'ın halifesi (vekili) olmuş olur." Hazret-i Ali(radıyallahü anh)de, "Cihâdın en üstünü, emr-i ma'ruf ve nehy-i münkerdir" ve "Kalbi ile bir ma'rufu tanıyamayan ve münkerden nehyetmeyen, tepesi üstü gider, alt üst olur" buyurmuştur. Hasan el-Basri, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ey insanlar, ma'ruf (iyi) olanı tutun ve münker (kötü) olandan kaçının ki hayır üzere yaşamış olasınız." Sevri'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bir insan komşularınca sevilir ve kardeşleri (dostları) tarafından övülür ise, bil ki o dalkavuktur." Cenâb-ı Allah, "Eğer mü'minlerden iki zümre, birbiriyle döğüşürlerse aralarım (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı saldırmaya devam ederse Allah'ın emrine dönünceye kadar o saldırganla savaşın" (Hucurat, 9) buyurmuş, arabulmayı (sulhu), savaştan öne almıştır ki işte bu husus, kişinin emr-i ma'ruf ve nehy-i münker yaparken, en yumuşak olan üslûptan başlayıp, sonra derece derece daha katı ifâdelere doğru çıkmasını gerektirir. Hak teâlâ'nın, "(O İtaatsiz kadınlarınızı) yataklarında yalnız bırakın. (Yine kâr etmezse) onları dövün..." (Nisa. 34) âyeti de buna delâlet etmektedir. Sonra katı ve sert ifâdelerden netice alınmadığında, insana o kötülüğü eliyle, olmazsa diliyfe ortadan kaldırması, o da olmaz ise, kalbiyle o işten hoşlanmaması gerekir. Bu hususta insanlar farklı farklıdır. Daha sonra Allahü Teâlâ: "Siz, kendilerine apaçık deliller, âyetler geldikten sonra, parçalanıp ayrılanlar ve ihtilâfa düşenler gibi olmayın" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Tefrikadan Sakının Bu âyetin, öncesi ile münâsebeti hakkında şu iki izah yapılmıştır: 1- Allahü teâlâ önceki âyetlerde, kendisinin, Tevrat ve İncil'de İslam dininin ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğruluğuna delâlet eden şeyleri beyân ettiğini zikretmiş, daha sonra da Ehl-i kitabın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haset ettiklerini ve apaçık olan o nasslara çeşitli şekk ve şüpheler atma hususunda hileler yaptıkların belirtmiş, sonra da mü'minlere, kendisine iman etmelerini ve kendisine davet etmelerini emretmiş, daha sonra bunu, nasslar hususunda çeşitli şüpheler atmak ve o nassların delâletini ortadan kaldıracak fasit te'viller yapmak demek olan ehl-i kitabın yapmış olduğu bu tür fiilleri yapmaktan mü'minleri sakındırarak hitama erdirmiş ve, "Ey mü'minler, bu beyymeleri dinlediğiniz zaman, kendilerine Tevrat ve İncil'de o apaçık âyetlerin gelmesinden sonra ihtilaf edip ayrılığa düşen ehl-i kitap gibi olmayın" buyurmuştur. Bu izaha göre, âyet-i kerime, daha önceki âyetlerin bir tamamlayıcısı olmuştur. 2- Cenâb-ı Hak, emr-i bil ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker yapmayı emredince, bu ancak iyiliği emredenin bu teklifi zalimlere ve azgınlara karşı yerine getirebilecek bir güçte olmasıyla tamam olur. Buna güç yetirebilmek ise, ancak hak ve din bağlıları arasında ülfet ve muhabbetin olması ile mümkün olur. işte bu işi yerine getirmekten âciz kalmalarına bir sebep olmaması için, Allahü teâlâ mü'minleri ayrılık ve ihtilaftan kesin olarak menetmiştir. Bu izaha göre de âyet, sadece önceki âyetin bir tamamlayıcısı olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Parçalanıp ayrılanlar ve ihtilafa düşenler.." tavsifinin birkaç izah şekli vardır: a) Bunun mânası, "parçalanıp ayrılanlar, hevâlarına uyup nefislerine itaat edenler ve hasedleri yüzünden ihtilafa düşenler gibi olmayın..." şeklindedir. Nitekim iblis, Hazret-i Adem'e hasedinden dolayı, Allahü teâlâ'nın emrini terketmişti. b) Bunun mânası, "Parçalanıp ihtilafa düşerek, herbir grubun peygamberlerden birkısmını tasdik ederken, diğerlerini tasdik etmeyen, böylece de düşmanlık ve tefrika içine düşen kimseler gibi olmayın" demektir. c) "Müşebbihe, Kaderiyye ve Haşviyye gibi, fırkalar halinde bölünmeyin" demektir. Bazı âlimler, bu iki kelimenin (ihtilaf ve tefrika kelimelerinin) mânasının aynı olduğunu, Allah'ın bu ikisini, birbirini te'kid için getirdiğini söylemişlerdir. Bu iki kelimenin farklı mânalarda geldiğini söyleyenler de vardır. Bu görüşte olanlar, şunları söylemişlerdir: a) Sizler, düşmanlık yapmak suretiyle parçalanmayın ve dinî konularda ihtilaf etmeyin. b) Nasslardan yanlış manalar çıkararak parçalanıp, sonra herbiriniz kendi görüş ve mezhebinin te'yidi için çaba sarfederek ihtilaf etmeyiniz. c) Âlimlerden herbiri bir beldede reis olduğu için, bedenleri bakımından ayrı oldukları gibi, herbiri kendisinin hak, başkalarının bâtıl üzere olduğunu iddia etmeleri sebebiyle ihtilafa düşmeyiniz. Ben derim ki: Sen insaflıca düşündüğünde, zamanımız âlimlerinden pek çoğunun, bu hal üzere olduğunu görürsün. Ne diyelim, Allah taksiratımızı bağışlayıp bize merhamet buyursun.. Cenâb-ı Hak, bu âyette buyurup demedi. Çünkü müennes failin fiili, failden önce geldiğinde te'nis alametinin hazfedilmesi mümkündür. Daha sonra Hak teâlâ, "İşte bu kimseler yok mu, onlara büyük birazab vardır" buyurmuştur. Yani, "Bölünüp parçalananlara, bu tefrikaları sebebiyle âhirette çok büyük azap var." Böylece, bu ifâde, mü'minleri bölünüp parçalanmaktan menetmiş olur. Daha sonra Allahü teâlâ, "O günde nice yüzler vardır, ağaracak; nice yüzler de kapkara kesilecek" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, yahudilere bazı şeyleri emredip, bazı şeyleri de yasaklayınca ve daha sonra da müslümanlara bazı şeyleri emredip, bazı şeyleri yasaklayınca, bu emirleri te'kid için, peşisıra âhiret hallerini zikretmiştir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır. Şöyle ki: (......) kelimesinin mansub olması hakkında iki izah şekli vardır: a) Bu kelime zarf olduğu için (mefûlün fîh) mansûbtur. Kelamın takdiri ise, "Bu günde onlar için büyük bir azâb vardır" şeklindedir. Böyle bir takdirin şu iki faydası vardır: 1- Yani, "İşte o azab, bu gündedir." 2- O günde, bazı yüzlerin ak, bazılarının da kara olması, bu günün hallerindendir. b) Bu kelime, mukadder bir "an, hatırla" kelimesiyle mansûbtur. Kıyamette Yüzleri Ak Veya Kara Çıkanlar Bu âyetin benzeri, pekçok âyet yardır. Meselâ söyleyenlerin kıyamet günü yüzlerinin kapkara olduğunu göreceksin" (Zümer, 60); "Onların (iyi iş yapanların) yüzlerine ne bir toz bulaşır, ne de bir horluk kaplar" (Yunus, 26); "O gün yüzler vardır; parıl parıl parlayıcıdır. Cüîücüdür, sevinicidir. Ogün bazı yüzlerde vardır ki, üzerlerini toz toprak bürümüştür" (Abese, 38) "Bazı yüzler vardır, o zaman parlaktır. Rablerine bakacaktır. Bazı yüzler de vardır ki, asıktır; onlar ki başına, bel kemiklerini kıracak büyük bir belâ gelecek" (Kıyame. 22-25); "Öyle ki sen, o nimetin güzelliğini yüzlerinde görürsün" (Mutaffifin. 24) ve "Günahkârlar simalanyla tanınacak..." (Rahman, 41)âyetleri gibi. Sen bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, bu âyetlerde bahsedilen aklık, karalık, toz, toprak ve parlaklık, ter-ü tazelik gibi tabirler hakkında müfessirlerin şu iki görüşü vardır: a) Aklık, ferah ve süfurdan; siyahtık da gam ve kederden mecazdır. Bu, çokça kullanılan bir mecazdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlardan birine kız çocuğu müjdesi verilince, kendisi pek öfkeli olarak, yüzü mosmor (simsiyah) kesilir" (Nahl, 58) buyurmuştur. Yine denilir. Yani "bana göre falancanın eli açıktır, cömerttir." Hasan İbn Alî (radıyallahü anh), halifeliği Muâviye'ye teslim edince, ona bazıları, "Ey mü'minlerin yüzünü karartan" demişlerdir. Bir şâirin, ak saçları hakkında şu beyitleri var: "Ey saçlarımın beyazlığı; yüzleri ak ve saçları siyah olanlar yanında benim yüzümü kara çıkarttın! Ömrüme yemin ederim ki, gücümün yettiğince, içinde benim yüzümün aklığı; senin o lanet olasıca yüzünün de siyahlığı bulunan bir karalıkla, seni gözlerimden ve başka gözlerin görmesinden saklayacağım..." Araplar, arzusuna ulaşan ve gayesini elde eden kimse hakkında (yüzü ağardı) derler. Bunun mânası, sevinme ve neşelenmedir. Yine onlar, bir sürûru tebrik ederlerken "Yüzünü ağartan Allah'a hamdolsun" derler. Başına bir kötülük gelen kimseye de, "Yüzü tozlandı, rengi kaçtı ve şekli değişti" denilir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: "Mü'minler Kıyamet gününde, yaptıkları amellerinin üzerine gelir. Eğer amelleri, hasenat ise, yüzü ağarır, yani Allah'ın nimetlerine ve fazlına sevinir. Eğer amelleri bunun aksine olur da o kâfir kötü amellerinin tek tek tesbit edilmiş olduğunu görünce yüzü kararır, yani alabildiğine hüzün ve keder duyar. Bu, Ebû Müslim el-İsfehânî'nin görüşüdür. b) Bu aklık ve karalık, mü'min ve kâfirlerin yüzlerinde bizzat bulunur. Çünkü bu kelimeler, burada hakiki manalarında kullanılmışlardır. Bu kelimelerin hakiki manalarında alınmasına mani bir delil de yoktur. Binâenaleyh bunları hakikî manalarında almak gerekir. Ben derim ki: Ebû Müslim şöyle diyebilirdi: "Bizim verdiğimiz manaya delâlet eden bir delil vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak: "Ogün yüzler vardır, parıl parıl parlayıcıdır, mütebessim ve sevinçlidir. Ogün yine yüzler vardır, üzerlerini toz toprak (bürümüştür), onu bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır." (Abese, 38-41) buyurmuş ve "toz toprak ve karanlık" kelimelerini, gülme ve sevinç mukabili olarak zikretmiştir. Eğer bu kelimelerden, söylediğimiz mecazi manalar kastedilmemiş olsaydı, bu kelimelerin gütme ve sevinç mukabili zikredilmeleri doğru olmazdı. Bundan dolayı biz bu kelimelerden maksadın, gam ve keder olduğunu anlıyoruz. Böylece bu kelimeler, gülme ve sevincin mukabili olabilmişlerdir. Sonra bu ikinci görüşte olanlar, bunun sebebinin şöyle olduğunu söylemişlerdir: Mahşer halkı, bir insanın yüzünün ak olduğunu gördüklerinde, onun cennetliklerden olduğunu anlarlar ve ona daha fazla saygı duyarlar. Bunun neticesi olarak, o kimse için, şu iki bakımdan sevinç meydana gelir: 1- Said (cennetlik) kimseler, kendisinin saadet ehlinden olduğunu kavminin bilmesi ile sevinirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu durumu şu şekilde haber vermiştir: "(Ona): "Gircennete"denildi. (Oda) "Keşke, kavmim, Rabb'tmin beni bağışladığını ve ikram edilenlerden kıldığını buselerdi" (dedi)" (Yasin. 26-27) 2- Onlar bunu bildikleri zaman, ona daha fazla saygı gösterirler. Böylece mükellefin yüzünde aklığın gerçek manada meydana gelmesinin, âhirette daha fazla sevinmesine sebep olacağı ortaya çıkmış olur. İşte aynı yolla, kâfirin yüzünde siyahlık bizzat bulunduğu zaman, bu, onun âhirette daha fazla kederlenmesine sebep olur. Âhiretteki aklığın ve karalığın hikmeti budur. Fakat dünyadaki hikmetine gelince, mükellef dünyada iken, âhirette böyle birşeyin olacağını bilirse, âhirette yüzleri ağaranlardan olup, kara çıkanlardan olmamak için, bu, onun taatlara daha fazla rağbet gösterip, haramları bırakmasına sebep olur. İşte iki görüşün izahı da budur. Âlimlerimiz bu âyeti, mükelleflerin ya mü'min ya kâfir olacağı ve Mû'tezüe'nin iddia ettiği gibi bu ikisi arasında bir yerin (menzile beyne'l menzileteyn) bulunmayacağına delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, kıyamet ehlini iki kısma ayırmıştır. Onlardan bir kısmının yüzü aktır ve bunlar mü'minlerdir. Bir kısmının da yüzü kara olup bunlar kâfirlerdir. Cenâb-ı Hak, üçüncü bir kısmı zikretmemiştir. Eğer orada üçüncü bir kısım bulunsaydı, Allahü Teâlâ onu zikrederdi." Âlimlerimiz daha sonra, "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın: "O gün yüzler vardır, parıl parıl parlayıcıdır, güleçtir, sevinçlidir. O gün yine yüzler vardır, üzerlerini toz toprak (bürümüştür), onu bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır. İşte bunlar kâfir ve facirlerin tâ kendileridir" (Abese, 38-42) âyetiyle de te'kid edilmektedir" demişlerdir. Kâdî, buna şöyle cevap vermiştir: "Üçüncü bir kısmın zikredilmemesi, onun bulunmadığına delâlet etmez. "O, bu sözünü şöyle açıklar: Cenâb-ı Hak burada, "O gün nice yüzler vardır, ağaracak, nice yüzlerde kapkara kesilecek" buyurmuş ve "vücûh" (yüzler) kelimesini nekire olarak zikretmiştir. Bu, umûm-ifâde etmez, yani bütün yüzleri içine almaz. Yine âyet-i kerimede zikredilenler, mü'minler ile, imandan sonra küfre dönenlerdir. Şüphe yok ki, her iki kısma dahil olmayan asıl kâfirler cehennem ehlidirler. Fâsıklar (günahkârlar) hakkındaki söz de böyledir. Şunu bil ki biz, bu âyet-i kerimeyle şu şekilde istidlal ederek deriz ki: "Önceki âyetler, ancak tevhid ve nübüvvete imana teşvik ve bunları inkârdan menetme hakkındadır. Cenâb-ı Hak o âyetlerin peşisıra bu âyeti getirmiştir. Buna göre, âyetin zahiri, yüzün ak olmasının tevhid ile nübüvvete imân edenlerin; yüzün kara olmasının da bunları inkâr edenlerin nasibi olduğunu gösterir. Sonra, bu âyetin peşine gelen tabirler yüzleri ak olanların cennetlik, kara olanların ise cehennemlik olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh iki menzil arasında üçüncü bir menzilin bulunmaması gerekir. Kâdî'nin, "Bu, asli kâfirin durumu ile bir müşkillik arzeder" iddiasına gelince, buna iki şekilde cevap veririz: 1- Bizim, "Bundan muradın, insan zürriyeti Hazret-i Âdem'in sulbünden çıkarılıp (ahid alındığı zaman), bütün müslüman olanlar olması niçin caiz olmasın?" şeklinde cevap vermemizdir. Durum böyle olunca, herkes bu hükme dahil olmuş olur. 2- Allahü teâlâ, bu âyetin sonunda, "İşte küfretmenize mukabil tadın azabı..." buyurmuş ve böylece, azabın sebebi olarak imandan sonra olması itibarıyla küfrü değil, sırf küfür olması itibarıyla küfrü göstermiştir. Azaba mâruz kalmanın sebebi olarak küfür mutlak surette zikredilince, ister imândan sonra kâfir olsun, ister aslî kâfir olsun, her kâfir bu hükme dahil olmuş olur. Allah en iyi bilendir. Sonra Cenâb-ı Allah, "Yüzleri mosmor (kapkara) olanlara gelince, (onlara), "imanınızdan sonra küfre girdiniz öyle mi.?" (denilir)" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç soru bulunmaktadır: Birinci soru: Allahü teâlâ önce, iki kısmı zikrederek, "Ogün nice yüzler vardır, ağaracak; nice yüzler de kapkara kesilecek" buyurmuş ve böylece yüzlerin aklığını, karalığından önce zikretmişti. Sonra bu iki kısım insana âit hükmü belirtirken, önce yüzleri kapkara kesilenlerle ilgili hükmü zikretmiştir. Halbuki önceki sıraya göre, yüzleri beyaz olanlarla ilgili hüküm önce zikredilmeliydi? Buna birkaç bakımdan cevap verebiliriz: a) Buradaki vâv harfi bir sıralama ifâde etmeyip, mutlak mânada bir arada oluşu ifâde eder. b) Yaratmaktan maksad, rahmet ulaştırmaktır, azabı ulaştırmak değil. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Hak'tan naklederek şöyle buyurmuştur: "Ben insanları, benden kâr elde etsinler diye yarattım, ben onlardan kâr elde edeyim diye değil..." Hal böyle olunca, Cenâb-ı Hak sevaba nail olmuş yüzleri ak kimseleri önce zikretmiştir. Çünkü daha şerefli olanı, kıymetsiz olandan önce zikretmek daha uygundur. Sonra Cenâb-ı Hak, rahmeti murad edişinin, gazabı murad edişinden daha fazla olduğuna dikkat çekmek için yüzleri ak olanları zikrederek âyeti bitirmiştir. Nitekim, "Rahmetim gazabımı geçmiştir" hadis-i kutsisinde de buna işaret edilmektedir. c) Edîb olan kimseler, "Sözün başlangıcının ve sonunun, gönüle sürür, kalbe ferah verecek bir şekilde olması gerekir" demişlerdir. Şüphe yok ki Allah'ın rahmetinin önce zikredilmesi de böyledir. Binâenaleyh önce sevaba nail olanların zikredilmesi ve yine onların anlatılmasıyla sözün bitirilmesi gerekmiştir. İkinci soru: Âyetteki, (gelince) kelimesinin cevabı nerededir? Cevap: Onun cevabı mahzuftur. Buna göre kelamın takdiri şöyledir: "Onlara, "İmanınızdan sonra küfre girdiniz hâ!" denilir. Söz delâlet ettiği için bu hazif güzel olmuştur. Bu nev'i ifâdeler Kur'ân'da pek çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Melekler de her bir kapıdan onların yanına sokulacaklar, "sizlere selam..." (diyecekler)" (Ra'd. 23-24); "Hani İbrahim o Beytin temellerini İsmail ile birlikte yükseltiyordu (ve) "Ey Rabb'imiz, bizden kabul buyur.." (diyorlardı)" (Bakara, 127) ve "Günahkârlar, Rab Taala'nın huzurunda, "Ey Rabb'imiz...' (derlerken) başlarını eğdikleri zaman sen onları bir görsen!.." (Secde, 12) buyurmuştur. Üçüncü soru: İmanlarından sonra küfre giren bu kimselerden murad kimlerdir? Cevap: Müfessirlerin bu hususta birkaç görüşü vardır: 1- Übey İbn Ka'b (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bütün insanlar, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerini Hazret-i Âdem'in sulbünden çıkardığı zaman iman etmişlerdir. Binâenaleyh dünyada iken inkâr eden herkes, imanından sonra küfre girmiş olur." Vahidî, el-Basit isimli kitabında bu sözü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e varan bir senetle rivayet etmiştir. 2- Bundan murad şudur: "İman etmenizi gerektiren şüyler size ayan beyân olduktan sonra inkâr mı ettiniz!" Bu şeyler de, Cenâb-ı Hakk'ın tevhidine ve Hazret-i Peygamberin nübüvvetine ait getirdiği delillerdir. Bu tefsirin sıhhatinin delili ise, bu âyetten önce gelen, "Ey ehl-i kitap, kendiniz (Tevrat ve İncil'de) görüp dururken Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz" (Âl-i imran, 70) âyetidir. Böylece Cenâb-ı Allah, onları bunca açık âyet ve mu'cizelerden sonra inkâr etmelerinden dolayı kınamış ve mü'minlere, "Siz, kendilerine apaçık deliller, âyetler geldikten sonra parçalanıp ayrılanlar ve ihtilafa düşenler gibi olmayın" (Âl-i İmran, 105) buyurmuştur. Daha sonra Hak teâlâ burada, "İmanınızdan sonra küfre girdiniz öyle mi?" (denilir)" buyurmuştur. Bunun, makablinin bir izahı olabilmesi için, bizim söylediğimiz mânaya hamledilmesi gerekir. Yapılan iki izaha göre de, âyet bütün kâfirler hakkında umûmî bir ifâde olur. Âyetin, kâfirlerin bazılarıyla ilgili (husus) olduğunu söyleyenler ise şu izahları yapmışlardır: a) İkrime, Esamm ve Zeccâc, bundan muradın ehl-i kitap olduğunu; çünkü onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderilmezden önce, O'na inandıklarını, peygamber olarak gönderilince de O'nu inkâr ettiklerini söylemişlerdir. b) Kâtâde, bundan muradın, iman ettikten sonra irtidad eden kâfirler olduğunu söyler. c) Hasan el-Basrt ise, bunların, iman ettikten sonra, nifakları sebebiyle kâfir olanlar olduğunu söylemiştir. d) Bunların, ümmet-i Muhammed'in bid'at ve hevâ ehli olanları olduğu söylenmiştir. e) Bunların, Haricîler olduğu söylenmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlar hakkında "Onlar, okun hedefini delip geçmesi gibi dinden çıkarlar ” Buhari, Enbiya, 6; Tirmizî, Fiten, 24 (4/481); Müslim, Zekât. 142-144 (2/740-742). buyurmuştur. Bu son iki izah, son derece uzak ihtimaldir. Çünkü bunlar, bu âyetten önceki âyetlere uygun düşmezler. Bir de, bu bir delile dayanmadan tahsis yapmadır. Bir diğer husus da, halifeye isyan etme, küfrü gerektirmez. Dördüncü soru: Hak teâlâ'nın, (İnkâr mı ettiniz!) ifâdesinin başındaki istifham hemzesinin faydası nedir? Cevap: Bû, inkârî bir istifham olup, daha önce geçen, "De ki, "Ey ehl-i kitap, Allah ne yaparsanız hepsine hakkıyla şâhid iken, niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?" De ki: "Ey ehl-i kitap, niçin imân edenleri, Allah yolundan döndürmeye çalışıyorsunuz?" (Al-i İmran, 98-99) âyetlerinin mânasını te'kid etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte küfretmenize mukabil tadın azabı.." buyurmuştur. Bu tabirde şu incelikler vardır: a) Cenâb-ı Hak şayet bu ifâdeyi getirmeseydi, bu ilâhî va'îd iman ettikten sonra kâfir olanlara has olurdu. Fakat bu tabir kullanılınca, va'îdin hem imân ettikten sonra kâfir olanlar, hem de aslî kâfirler (hiç imân etmemiş olanlar) için söz konusu olduğu sabit olur. b) Kâdî şöyle der: "Âyetteki, "İmânınızdan sonra küfre girdiniz öyle mi?" ifâdesi, küfrün Allah'tan değil, kuldan olduğuna delâlet eder. Âyetteki, 'İşte küfretmenize mukabil tadın azabı..." ifâdesi de böyledir. c) Mürcie şöyle demektedir: "Âyet, her türlü azabın, inkârın olması şartına bağlı olduğunu gösterir ki bu durum, kâfir olmayan (günahkârlar) için, bir azabın olmayacağını gösterir." Cenâb-ı Allah sonra, "Yüzleri ağaracak olanlar ise, Allah 'in rahmeti içindedirler. Onlar bunun içinde ebedi kalıcıdırlar" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili bazı sorular vardır: Birinci soru: Âyetteki "Allah'ın rahmeti" ile ne murad edilmiştir? Cevap: Ibn Abbas (radıyallahü anh), bundan maksadın cennet olduğunu söylerken, bazı muhakkik alimlerimiz, bunun kulun taati ne kadar çok olsa da, cennete ancak Allah'ın rahmetiyle girebileceğine bir işaret olduğunu söylemişlerdir. Biz, nasıl böyle söylemeyiz ki, kulu birşeyi yapmaya veya yapmamaya götürecek sebepler denk olduğu müddetçe, o kuldan bir fiilin çıkması imkansız olur. Bu durumda da, onu itaata götürecek sebep ağır basmadığı müddetçe, ondan herhangi bir taatın sâdır olması imkansız olur. Bu üstünlük ise, ancak Allah'ın o sebebi yaratmasıyla olur. Binâenaleyh kuldan bir tâatio sâdır olması, o kul için Allah'tan gelen bir nimet olmuş olur. Bu durumda, böyle bir taat, Allah'a bir mükâfaat vermesini nasıl gerekli kılabilir? Böylece cennete girmenin, bizim hak etmemiz sebebiyle değil, ancak Allah'ın lütfü, rahmeti ve keremiyle olduğu ortaya çıkmış olur. İkinci soru: Âyetteki, "Allah'ın rahmeti içindedirler" buyruğunun peşisıra, "Onlar bunun içinde ebedî kalıcıdırlar " sözünün getirilmesinin ne mânası vardır? Cevap: Sanki "Onlar orada nasıl olacaklar?" diye sorulmuş da, "Onlar orada ebedî kalacaklar, oradan ayrılmayacaklar ve göçmeyecekler.." diye cevap verilmiştir. Üçüncü soru: Mü'minler cennette ebedî kalacakları gibi, kâfirler de cehennemde ebedîdirler. Durum böyle iken, Cenâb-ı Allah, cennetliklerin orada ebedî kalacaklarını açıkça belirttiği halde, cehennemliklerin, cehennemde ebedî kalacağını belirtmemiştir. Bunun sebebi nedir? Cevap: Bütün bunlar, Hak teâlâ'nın rahmetinin gazabından daha fazla olduğunu ihsas ettiren hususlardır. Çünkü Cenâb-ı Hak âyete, rahmetine nail olanlardan bahsederek başlamış ve yine bunlardan bahsederek sona erdirmiştir. Cenâb-ı Hak, "Allah'ın rahmeti içindedirler" buyurarak, rahmeti kendisine nisbet ettiği halde, azabı kendisine nisbet etmemiş ve "tadın azabı..." buyurmuştur. Yine Allahü Teâlâ, sevabın ebedî olduğunu açıkça belirtirken, azabın ebedî olduğunu burada açıkça belirtmemiştir. Yine O, azabtan bahsedince, bunun sebebi olarak onların fiillerini göstermiş ve "İşte, küfretmenize mukabil tadın azabı..." buyurmuş; fakat sevaptan bahsederken, onun sebebi olarak kendi rahmetini göstermiş ve "(Onlar) Allah'jn rahmeti içindedirler.." buyurmuştur. Âyetin sonunda da, "Allah hiç kimseye hiçbir haksızlık etmek istemez" buyurmuştur ki, işte bu ifâde, neden ikâbı ile tehdîd etmediğini gösteren bir ifâdedir. Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin gazabından daha fazla olacağını göstermektedir. Ya Erhamer-Râhimîn, (merhametlilerin en merhametlisi) rahmetinin serinliğinden, gufran ve ihsanın cömertliğinden bizi mahrum etme. Sonra Hak teâlâ, "Bunlar, hak olarak sana okuyageldiğimiz Allah'ın âyetleridir" buyurmuştur. Bu ifâdenin başındaki, (Bunlar) kelimesi hakkında iki izah vardır: 1- Bundan murad, "Saydığımız bu âyetler, Allah'ın delilleridir" manasıdır. Burada (Onlar) ifâdesinin (bunlar) kelimesi yerine getirilmesi caiz olmuştur. Çünkü zikredilen bu âyetler, zikredildikten sonra bitmiş ve böylece onlar sanki uzaklaşmışlar da kendilerine, (uzak varlığı işaret edilen) kelimesiyle işaret edilmiştir. 2- Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, İslam dini hususunda gerekli olan herşeyi içine olan bir kitap indirmeyi va'adetmiştir. Binâenaleyh, Hak teâlâ, bu âyetleri indirince, "va'adedilen o âyetler, hak olarak sana okuyageldiğimiz bu âyetlerdir" demiştir. Bu mesele hakkında geniş izahımız Bakara süresindeki (Bakara.2) âyetinin tefsirinde geçmişti. Buradaki "hak ile" ifâdesi hakkında da şu iki açıklama yapılmıştır: a) "İyilikte bulunana ve kötülükte bulunana müstehak oldukları karşılığı verme hususunda, hak ve adaletle içice olduğu halde..." b) Bu, "Hak mana ile.." demektir. Çünkü okunan şeylerin manaları da hak ve gerçektir. Allah Hiç Kimseye Zulmetmek İstemez Sonra Hak teâlâ, "Allah hiç kimseye, hiçbir haksızlık (zulüm) etmek istemez" buyurmuştur ki bu hususta birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın bu âyette "zulüm" kelimesini kullanması, yerinde olmuştur. Çünkü, daha önce şiddetli bir azabtan bahsedilmiştir. Halbuki Cenâb-ı Hak, Ekremu l-ekremîn (kerimlerin en kerimi)dir. Buna göre sanki O, bu hususta bir özür beyân ederek, şöyle demiştir: "Onlar bu azaba, kendi kötü fiilleri sebebiyle düşmüşlerdir. Çünkü bütün âlemin nizamı, ancak suçluları cezalandırmakta devam eder. Bu tehdid yapılınca, yalancı çıkmamak için, gereğini yapmak gerekir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın bu şekilde, bir özür beyân etmesi, rahmet-i İlâhiyye tarafının daha galib olduğuna en kuvvetli delillerin başında gelir. Bunun bir benzeri ifâde de, kâfirler için söz konusu olan ilâhî tehdidin zikrinden sonra, Nebe' süresindeki "Çünkü onlar hiçbir hesab beklemiyorlardı ve bizim âyetlerimizi alabildiğine yalan sayıyorlardı" (Nebe, 27-28) âyetleridir. Yani, bu şiddetli ilâhî tehdid, onların kötü fiilleri yüzünden yapılmıştır. Allah'ın Zulmetmediği Hakkında Mu'tezile'nin Görüşü ve Onlara Verilen Cevap Cübbâî şöyle der: "Bu, âyet-i kerime, Cenâb-ı Hakk'ın, ne kendi fiili olarak, ne de kutlarının fiili olarak kabîh (kötü ve çirkin) bir fiilin Çıkmasını irâde etmediğine ve böyle bir fiil yapmadığına delalet etmektedir. Bunu şu şekilde açabiliriz: Zulmün, Allah'tan veya kuldan sudur ettiğini farzedelim. Bunun kuldan sudur etmesi durumunda, kul ya kendi nefsine zulmetmiş olur ki bu günah işlemesi sebebiyle olur; ya da başkasına zulmetmiş olur. İşte zulmün kısımları bu üç şeydir. Hak teâlâ'nın, "Allah hiç kimseye, hiçbir haksızlık (zulüm) etmek istemez" buyruğundaki "zulüm" kelimesi, menfi cümlede nekire olarak bulunan bir kelimedir. Binâenaleyh, ister Allah'ın kendisinden, ister başkasından sudur edecek olsun, Cenâb-ı Hakk'ın hiçbir zulmü murad etmemiş olması gerekir. Böylece bu âyetin, Allahü teâlâ'nın zulmün her üç çeşidini de murad etmediğine delâlet ettiği sabit olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Allah'ın zulmün bu üç çeşidinden hiçbirinin faili olmaması gerekir. Yine bundan, Allah'ın asla zulüm işlememesi ve kullarının fiillerinin faili olmaması gerekir. Çünkü kulların, gerek kendilerine, gerekse, birbirlerine yaptıkları zulümleri de, kulların amelleri cümlesindendir. Biz âyetin, Allahü teâlâ'nın asla zulmün fâili olmadığına delâlet ettiğini söyledik. Çünkü âyet, Allah'ın zulüm olacak hiçbir şeyi dilemediğine delâlet etmektedir. Eğer Hak teâlâ, zulmün kısımlarından birinin faili olsaydı, onu irâde etmiş olurdu. Halbuki bunun böyle olması batıldır." Mutezile devamla şöyle demiştir: "Bu âyetle, Cenâb-ı Hakk'ın, zulmün ve kulların fiillerinin yaratıcısı olmadığı ve kulların kötü fiillerini irâde etmediği sabit olmuş olur. Çünkü Cenâb-ı Allah, zulmü irade etmemekle kendisini övmüştür. Övünme ise, kendisinden o fiilin çıkması ve onu irâde etmesi mümkün olduğu zaman yerinde olur. Binâenaleyh bu âyet, Allahü teâlâ'nın zulme kadir olduğuna delâlet eder." O zaman sevinerek şöyle dediler: "İşte bu tek bir âyet bile, Mu'tezile'nin "adâlet"le ilgili meselelerdeki bütün kaidelerini eksiksiz ortaya koyup İzah etmektedir."Mu'tezile sözüne devamla şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak, zulmü murad etmediğim ve zulüm yapmayacağını belirtince, bunun peşinden, "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. Bütün İşler, ancak Allah'a döndürülür " buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bu âyeti, şu iki sebepten dolayı önceki âyetlerin peşinden getirmiştir: a) Allahü Teâlâ, zulmü ve çirkin fiilleri murad etmediğini zikredince, buna, "Çirkin fiilin faili, o fiili ya cehlinden, veya acizliğinden veyahut da ona duymuş olduğu ihtiyaçtan dolayı yapmıştır. Bütün bunlar ise, Allah hakkında muhaldir. Çünkü O, göklerde ve yerde bulunan herşeyin mâlikidir. Bu mâlikiyyet de cehle, acziyyete ve ihtiyaca ters düşer” buyurarak istidlal etmiştir. Bu sıfatların Allah hakkında düşünülmesi imkânsız olduğuna göre, Allah'ın kabîh bir fiilin faili olması da imkânsızdır. b) Allah Ttfâlâ, zulmü hiçbir şekilde murad etmediğini söyleyince, birisi, "Biz, âlemde zulmün olduğunu görüyoruz. O'nun meydana gelişi Allah'ın irâdesi ile değil ise, O'nun irâdesi hilâfınadır. Bu ise Allah'ın zayıf, âciz ve mağlup olmasını gerektirir. Halbuki bunlar imkânsızdır" diyebilir. Bundan dolayı Allahü teâlâ buna, "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" diye cevap vermiştir. Bu, "Allah, zâlimleri zorla ve kahren zulümlerinden alıkoymaya kadirdir. Allah buna kadir olunca, âciz ve zayıf sayılamaz" manasınadır. Yoksa, Allahü teâlâ, onlar böylece sevaba müstehak olsunlar diye, onların kendi istek ve ihtiyarlanyla günahı bırakmalarını irâde etmemiştir. Eğer Allah, İnsanları günahı bırakmaya zorlamış olsaydı, bu mana bâtıl olurdu, ortada kalmazdı." İşte Mu'tezile'nin bu âyet hakkındaki söylediklerinin özeti budur. Onlar, bu manadaki sözlerini diğer bir şekilde şöyle ifâde ederler: Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah hiç kimseye, hiçbir haksızlık (zulüm) etmek istemez" buyruğundan maksadı, ya kendisinin onlara zulmü irâde etmemesi, veyahut da onların birbirlerine zulmünü murad etmemesidir. Eğer birinci mânaya alırsanız, bu sizin görüşünüze göre de doğru olmaz. Çünkü sizin mezhebinize göre, Allahü teâlâ, günahsız bir kimseye de en şiddetli bir şekilde azab etse, zulüm yapmış olmaz, adalet yapmış olur. Çünkü zulüm (sizce) başkasının mülkünde tasarruf etmek demektir. Allahü teâlâ ise, başkasının değil kendi mülkünde tasarruf etmiş olur. Binâenaleyh Allah'ın zâlim olması imkansız olur. Bu böyle olunca, âyeti "Allah, mahlûkata zulmetmeyi irâde etmez" manasında almak mümkün olmaz. Yok eğer, âyeti ikirçci mânaya, yani "O, kulların birbirlerine zulmünü murad etmez" mânasında alırsanız, yine sizin görüşünüze göre bu ifâde tam olmamış olur. Çünkü sizce bütün bu gibi zulümler, Allah'ın irâde ve yaratmasıyla olmaktadır. Binâenaleyh tizin mezhebinize göre, âyetin doğru bir manaya hamledil meşinin mümkün olmadığı ortaya çıkmış olur. Râzi'nin Mutezile'ye Karşı Cevabı Buna şöyle cevap verilir; Bu âyetten muradın, "Allahü teâlâ'nın kullarından hiçbirine zulmü murad etmemesi manası olması niçin caiz olmasın?9 Hasmımızın, "Sizin mezhebinize göre, Allah'ın zulmetmesi imkansızdır. Dolayısıyla, zulmetmiyor olmakla övünmesi de imkansızdır" iddiasına karşı biz deriz ki ona karşı, şu iki şekilde cevap veririz: a) Allahü teâlâ, "Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku...' (Bakara, 255) ve "O, yediriyor, kendisi yedirilmiyor" (En'am. 14) buyurarak kendisini övmüş, fakat bu ifâdelerden O'nun uyuyabileceği ve yiyebileceği mânası çıkmamıştır. İşte, burada da böyledir. b) Allahü teâlâ, eğer azaba müstehak olmayan kimselere azab ederse, bu her ne kadar O'nun için bir zulüm sayılmasa da zulme benzer. Bazan, birbirine benzeyen şeylerin isimleri, birbiri yerine kullanılabilir. Bu tıpkı, "Kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür" Şura, 4ot âyetinde olduğu gibidir. Bunun benzerleri Kur'ân-ı Kerim'de pek çoktur. Bu münazaradaki bütün söz, işte bundan ibarettir. Âlimlerimiz, "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır" âyetini, Cenâb-ı Allah'ın insanların fiillerinin yaratıcısı olduğuna delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Şüphe yok ki kulların fiilleri de göklerde ve yerde bulunan şeylerdendir. Göklerde ve yerde olan herşeyin Allah'ın olması, bu fiillerin de Allah'a ait olmasını gerektirir. Bizim, "O fiiller eğer O'nun mahlûku iseler, O'na aittir" sözümüz doğrudur. Böylece bu âyet, Allahü Teâlâ'nın, kulların fiillerinin yaratıcısı olduğuna delâlet eder." Cübbaî buna, "Hak teâlâ'nın ifâdesindeki nisbet, fiil nisbeti değil, mütkiyyet nisbetidir. Baksana! Araplar, onun yaptığı şey olduğu manasını değil de onun mülkü ve memlûkü olduğunu murad ederek "Bu bina, falancanındır" derler. Yine âyetten maksat, Allah'ın kendisini ululaması ve uluhiyyetinı medhetmesidir. O'nun, çirkin ve fena şeyleri kendisine nisbet ederek övünmesi caiz değildir. Yine O'nun, "Göklerde ve yerde bulunanlar" buyruğu göklerin ve yerin içinde bulunanlara şamildir. Bunlar ise, cisimlerin sıfatlarından olup, ârâz olan fiillerin sıfatlarından değildir" diyerek cevap vermiştir. Âlimlerimiz buna, çirkini ve güzeli yapmaya kadir olan kimsenin, güzeli çirkine ancak, kalbinde onu o güzel fiili yapmaya davet edecek bir şey bulunduğu zaman tercih edeceği delaletiyle, bu nisbetin fiil nisbeti olduğunu söyleyerek cevap vermişlerdir. Buna göre bu sebep de, teselsülü önlemek için Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmiştir. Kulun fiilinin meydana gelmesi hususunda müessir olan şey, kudret ve sebebin mecmuu yani (toplamı) olduğu ve, kudret ve sebep toplamının da, Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği sabit olunca, kulun fiilinin yaratma ve meydana getirme bakımından sebep fiili vasıtasıyla Allah'a dayandığı sabit olmuş olur. Bu münazara hususundaki sözün tamamı, işte budur. Hak teâlâ'nın, "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" buyruğuna dayanarak felsefeciler şunu iddia etmişlerdir: Allahü Teâlâ bu âyette, gökte olanları yerde olanlardan önce zikretmiştir. Çünkü gökte olan varlıkların halleri, yerde olanların durumlarının birer sebebidir. Böylece Cenâb-ı Hak sebebi, sonuçtan önce zikretmiştir. Bu da, yerdekilerin bütün durumlarının, göktekilerin durumlarına istinâd ettiğine delâlet eder. Göktekilerin durumunun da Allah'ın yaratma ve tekvinine dayandığı hususunda herhangi bir şüphe yoktur. İşte bu bakımdan da bir cebr lâzım gelir. Cenâb-ı Hak, "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Bütün işler, ancak Allah'a döndürülür" buyurmuş, bu iki kelamın başında da "Allah" lafzını tekrarlamıştır. Bundan gaye ise, Cenâb-ı Hakk'ı ululamayı te'kiddir. Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı ise, mahlûkatın başlangıcının kendisinden olduğu gibi, sonunun da kendisine döneceğini beyân etmektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır" buyruğu O'nun el-Evvel olduğuna; "Bütün işler, ancak Allah'a döndürülür" buyruğu ise, O'nun el-Âhir olduğuna işarettir. Bu da, O'nun hüküm, tasarruf ve tedbirinin, insanlarının başlangıcını ve sonunu ihata ettiğine ve, bütün sebeplerin kendisine nisbet edilip, bütün ihtiyaçların O'nun katında sona erdiğine delalet eder. Cenâb-ı Hakk'ın "Bütün işler, ancak Allah'a döndürülür" buyruğundaki edatı, Cenâb-ı Hakk'ın bir mekanda ve bir cihette bulunduğuna delâlet etmez. Bilâkis bundan murad, varlıkların, ancak O'nun hükmünün nafiz olduğu ve sadece O'nun yargısının hükümran olacağı bir yere varacağı hususudur. |
﴾ 109 ﴿