111"Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız, Allah'a inanırsınız. Eğer, ehl-i kitâb da iman etseydi, kendileri için elbette hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır. Ama onların çoğu, fasıktırlar. Onlar size, ezadan başka asla hiçbir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşırlarsa, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez" . Âyetin, kendisinden önceki âyetlerle münasebeti hakkında iki izah şekli vardır: 1- Allahü Teâlâ mü'minlere bazı şeyleri emredip, bazı şeylerden nehyederek, onları diretme ve isyan hususunda ehl-i kitab gibi olmaktan sakındırıp, bunun peşinden de mü'minlere mükâfaat vereceğini, kâfirleri ise cezalandıracağını zikredince, işte bütün bu âyetlerden maksat, mükellef mü'minleri Allah'a inkiyâd ve itâata sevketmek ve, onları kendisine isyan etmekten ve diretmekten men etmek olmuştur. Sonra Allahü Teâlâ, bunun peşinden, mü'minleri kendisine inkiyâd ve itaata sevketmeyi iktiza eden bir başka tabir kullanarak, "Sizler en hayırlı bir ümmetsiniz" buyurmuştur. Buna göre mâna, "Sizler, Levh-i Mahfuz'da ümmetlerin en hayırlısı ve en faziletlisi oldunuz. Buna yakışan da, sizin bu fazileti zayi etmemeniz, kendinizdeki bu güzel hasletleri yok etmemeniz ve size yöneltilen bütün teklifler hususunda inkiyâd ve itaat içinde olmanızdır" şeklinde olur. 2- Allahü teâlâ, günahkârların ne kadar çok bedbaht olduklarını, "Yüzleri simsiyah olanlara gelince..." âyetiyle; saîd kimselerin de ne kadar mesut ve mutlu olduklarını da, "Yüzleri ağaranlara gelince..." ifadesiyle belirtince, günahkâr ve bedbaht kimselere verilecek cezanın sebebine, "Allah hiç kimseye hiçbir haksızlık etmek istemez" buyruğuyla dikkat çekip, onların bu cezaya kendi kötü fiilleriyle müstehak olduklarını Delirtince, bu âyette de, saîd kimselere verilecek mükâfaatın sebebine, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" sözüyle dikkat çekmiştir. Yani, "bu saadetleri, bu mükemmellikleri ve bu şerefleri onlar ahirette elde edeceklerdir. Çünkü onlar dünyada iken, İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet İdiler." Âyetle ilgili birkaç mesele vardır; (......) lafzı, nahivde de izah edildiği gibi, bazan tam bir fiil, bazan nakıs bazan da zâid olur. Müfessirler, Cenâb-ı Hakk'ın, "idiniz" buyruğunun tefsirinde ihtilâf ederek, şu izahları yapmışlardır: 1- Buradaki (vâki oldu) ve (meydana geldi) manasında olmak üzere, tam fiildir. Dolayısıyla bu fiil, bir habere muhtaç değildir. Bunas göre manâ ise, "siz en hayırlı ümmet olarak meydana geldiniz, ortaya çıktınız, 'yaratıldınız" şeklindedir. Bu takdirde ifâdesi, hâl olur. Bu, bir grup müfessirin görüşüdür. 2- Buradaki, fiili, nakıs bir fiildir. Bu hususta bir soru vardır. O da şudur: 'nin nakıs kabul edilmesi durumu, onların bu sıfatla mevsûf olduklarını ve onların şu anda bu sıfatlarla muttasıf olmadıklarını gösterir. Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın, sözü, müphem bırakılarak, bir şeyin geçmiş zamanda meydana geldiğini haber vermeden ibarettir. Bu Hak teâlâ'nın, "Rabb'inizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok bağışlayladır" (Nuh. 10) ve "Allah çok affeden ve çok merhamet edendir" (Nisa, 152) âyetlerinin delaletiyle, arızî bir inkıtaya delâlet etmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, nin nakıs kabul edilmesi halinde müfessirler şu izahlarda bulunmuşlardır: a) "Sizler, Allah'ın ilminde en hayırlı ümmet idiniz." b) "Sizler, sizden önce gelmiş geçmiş ümmetler içinde, en hayırlı ümmet olarak anılıyor idiniz." Bu, Hak teâlâ'nın tıpkı, "Onlar, kâfirlere karşı çetin ve sert, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları, rükû ediciler ve secde ediciler olarak görürsün. Onlar Allah'tan lütuf ve rızâ taleb ederler. Secde İzinden olan nişanları, yüzlerindedir. İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur"(Fetih, 29) âyetinde ifâde ettiği gibidir. Buna göre onların kâfirlere karşı şiddetli ve sert olmaları, marufu emrederek, münker olan fiillerden nehyetmiş olmalarıdır. c) "Sizler, Levh-i Mahfuz'da en hayırlı ümmet olarak tavsif edilmiştiniz." d) "Sizler, iman ettiğiniz sürece, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olursunuz." e) Ebû Müslim, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizler en hayırlı bir ümmetsiniz" buyruğunun, O'nun "yüzleri ağaracaklara gelince..." buyruğu ile ilgili olduğunu söylemiş, buna göre ifâdenin takdirinin ise şu şekilde olduğunu belirtmiştir: "Onlara, cennete girdiklerinde, sizler dünya hayatınızda, en hayırlı ümmet oldunuz. Binâenaleyh şu anda, bu sebeple, içinde bulunduğunuz merhamete ve yüzlerinizin ak çıkmasına müstehak ve lâyık oldunuz.." denilir. Kıssanın başı ile sonu arasına fasılaların girmesi hali, Kur'ân'ın üslubunda daima olagelen bir haldir. f) Bazı kimseler de, "Eğer Allahü Teâlâ isteseydi, "sizler..." derdi ve böylece de bu teşrif, hepimize şamil olurdu. Ama, Cenâb-ı Hakk'ın, buyurması, Resûlullah'ın ashabından muayyen bir topluluğa tahsis edilmiştir ki, bunlar da İslam'da ilk dereceyi alan muhacir ve ensâr ile, onların davrandıkları gibi davranan kimselerdir. g) "Siz, iman ettiğinizden beri, en hayırlı bir ümmetsiniz..." Bu, onların, var olduklarından bu yana bu sıfat ile mevsüf olduklarına dikkat çekmek içindir. 3- (......)'nın zâid olmasıdır. Bazı âlimler, Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz en hayırlı bir ümmetsiniz" buyruğunun, O'nun tıpkı, 'Hatırlayın, (Düşünün): Vaktiyle siz pek az idiniz de, Allah sizi çoğalttı" (A'râf, 86) buyurması; başka yerde ise, ("idiniz.." yerine "sizler" buyurarak), "Hatırlayın: Hâni vaktiyle sizler yeryüzünde azlıkdınız, güçsüz bırakılmış idiniz..." (Enfâl, 26) buyurması gibi olduğunu söylemişlerdir. Buna göre tâ fiilini getirip getirmeme durumu, müsavidir; ama ne var ki tâ zikredildiği zaman, durumu tekid eder ve o işin mutlaka meydana gelebileceğini belirtir. İbnu'l-Enbarî, "Bu görüş, sakat bir görüştür. Çünkü, tâ mamulleri arasına girip veya mamullerinden sonra geldiğinde amel etmez; ama mamullerinden önce geldiğinde mutlaka amel eder. Meselâ Araplar, "Abdullah ayaktadır" ve "Abdullah ayaktadır" derler.. Bu iki misâlde de, (......) fiilini amel ettirmemişlerdir. Ama onlar, (......)yi amel ettirmeyerek (......) demezler. Çünkü söze, itinâ gösterilecek şeyle başlamak, onların usullerindendir. Amel ettirilmemiş şey ise, itinâ ve özen mevkiinde bulunamaz. Yine, haberini nasbettiği için, mevzubahis âyetteki (......)nin amel ettirilmemesi caiz değildir. Bu fiil haberinde amel edip, onu nasbettiğine göre, amel ettirilmemiş kabul edilemez. d) Bir başka ihtimal de, (......)'nin "oldu, dönüştü, haline geldi..." manasında olmasıdır. Buna göre, bu ifâdenin takdiri, (......) şeklinde olur. Yani, "Marufu emredip, münkerden nehyeden ve Allah'a iman edenler olmanız hasebiyle siz, en hayırlı ümmet haline geldiniz, dönüştünüz" demektir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer, ehl-i kitab da iman etseydi kendileri için elbette hayırlı olurdu" buyurmuştur. Yani, "Bu hasletleriniz sebebiyle en hayırlı ümmet olma vasfını kazandığınız gibi, Ehl-i Kitâb da iman etmiş olsaydı, bu en hayırlı olma vasfı, onlar için de söz konusu olurdu" demektir. Allah en iyi bilendir. Bu Âyetin İcmâ-ı Ümmet Hakkında Delil Olması Âlimlerimiz, icmâ-ı ümmetin bir delil olduğuna bu âyeti delil getirmişlerdir. Bu, iki şekilde izah edilebilir: a) Hak teâlâ, 'Musa'nın kavminden bir cemâat vardır ki hakka irşâd ederler ve onunla adaleti ifâ ederler" (Araf, 159) buyurmuş; daha sonra bu âyette de, "Sizler, en hayırlı ümmetsiniz..." demiştir. Binâenaleyh bu âyetin hükmü gereğince bu ümmetin, Hazret-i Musa'nın kavminden hakka irşâd eden o cemâatten daha üstün olması gerekir. Bu ümmet onlardan daha üstün olunca, bu ümmetin ancak hak ile hükmetmeleri gerekir. Çünkü bu ümmet hakkında, hak olmayan şeye hükmetmeleri caiz olsaydı, bu ümmetin hakka hidâyet eden o ümmetten daha üstün olması imkânsız olurdu. Çünkü bâtıla hükmedenin, hakka hükmedenden daha hayırlı olması imkânsızdır. Böylece bu ümmetin, ancak hak ile hükmettiği sabit olur. Durum böyle olunca da, onların icmâları bir hüccet ve delil olmuş olur. b) Âyette geçen el-ma'rûf ve el-münker kelimelerinin başındaki elif-lam istiğrak ifâde etmektedir. Bu da onların, ma'rûf olan herşeyi emredip münker olan herşeyden sakındırmalarını iktiza eder. Onlar bu şekilde oldukları müddetçe, şüphesiz onların icmâları da hak ve gerçek olur. Binâenaleyh onların icmâları hüccet olur. Bu husustaki uzun izahı, Usul-ü Fıkıh kitabımızda zikretmiştik. Burada Hitap Has, Hüküm İse Umumidir Zeccâc şöyle demiştir: "Siz., en hayırlı bir ümmetsiniz" âyetinin zahiri, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabina bir hitaptır, fakat bütün ümmet-i Muhammed hakkında umûmî bir ifâdedir. Bunun bir benzeri de, "Sizin üzerinize oruç yazıldı" (Bakara, 183) ve "Sizin üzerinize kısas yazıldı" (Bakara. 178) âyetleridir. Bütün bunlar, lâfızları bakımından o zamanda mevcut olan müslümanlara bir hitaptır. Fakat bunlar, aynı zamanda, bütün müslümanlar hakkında umûmî bir hitaptır. Bu âyette de böyledir." Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Ümmet" kelimesinin asıl manası, "aynı şey üzerinde ittifak etmiş bir cemaat" demektir. Buna göre ümmet-i Muhammed, Allah'a imân etmek ve Hazret-i Peygamber'in nübüvvetini ikrar etmekle tavsif edilmiş bir cemaattir. Bir kimsenin davetinin topladığı herkese, "Onlar O'nun ümmetidir" denilir. Ancak ümmet kelimesi tek başına zikredildiğinde, birinci mana anlaşılır. Baksana, "Ümmet, şunun üzerinde ittifak etmiştir" denildiğinde, bundan( ümmet-i Muhammed anlaşılır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ümmetim, dalâlet üzere toplanmaz (dalâlet olan birşeyde ittifak etmez)" Keçfu'l-Hafâ, 2/350 (Müsned, Taberânî, İbn Mâce, Hrmizi vb. kitaplardan...) demiştir. Yine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Kıyamet gününde, "Ümmetim, ümmetim..." diyeceği rivayet edilmiştir. Binâenaleyh bu gibi yerlerde geçen "ümmet" kelimesinden, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini kabul eden kimseler anlaşılır. Fakat O'nun davet ve tebliğinin muhatabı olan diğer insanlar için, "Onlar, ümmet-i davettir" denilir. Onlara, ancak bu şekilde "ümmet" ismi verilebilir. Cenâb-ı Allah'ın, "İnsanlar için çıkarılmış" tabirinin iki İzahı vardır: a) Bu, "Siz, bütün zamanlar boyunca insanlar için çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısısınız" manasındadır. Buna göre, "İnsanlar için çıkarılmış" tabiri "İnsanlar için ortaya çıkarılmış, temeyyüz edip bilinmiş ve onunla başka ümmetlerin arası iyice tefrik edilmiş bir ümmet.." manasındadır. b) Âyetteki "insanlariçin.." ifâdesi, (idiniz) kelimesine bağlıdır. Bunun takdiri, "Siz, insanlar için en hayırlı bir ümmet idiniz" şeklindedir. Bazı insanlar da, "çıkarılmış" kelimesi, bir başka kelimeye bağlıdır ve âyetin takdiri, "Siz, insanlar için en hayırlı bir ümmetsiniz" şeklindedir. En Hayırlı Ümmet Olmanın Sebebi Sonra Cenâb-ı Hak, "İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız" buyurmuştur. Bil ki bu ifâde, müste'nef (başlıbaşına) bir cümledir. Bunun maksadı ise, o hayırlı oluşun sebebini izahtır. Nitekim sen, "Zeyd cömert bir insandır. İnsanlara yedirir, giydirir ve onların iyiliğine çalışır" dersin. Sözün özü şudur: Usul-ü Fıkıhta, "Bir hükmün, ona uygun bir vasıfla birlikte zikredilmesi, o hükmün o vasfa bağlandığına delâlet eder" kaidesi vardır. İşte burada da Cenâb-ı Hak, bu ümmetin en hayırlı bir ümmet olduğu hükmünü vermiş, bunun peşinden de o taatları yani, emr-i ma'ruf, nehy-i münkeri (iyiliği yayma, kötülükten sakındırma) ve imanı zikretmiştir. Binâenaleyh hayırlı ümmet oluş, bu ibâdetlerin bulunmasına bağlanmıştır. Burada birkaç soru vardır: Birinci Soru: Bu üç sıfat diğer ümmetlerde de bulunduğu halde, emr-i ma'ruf, nehy-i münker yapıp, Allah'a imân etmelerinin, bu ümmetin en hayırlı oluşunu gerektirişinin sebebi nedir? Cevap: Kaffâl şöyle demiştir: "Ümmet-i Muhammed'in, önceki ümmetlerden daha üstün olması, emr-i ma'ruf nehy-i münkeri en sağlam bir şekilde yapmalarından, yani bu uğurda savaşmalarından dolayıdır. Çünkü ma'rufu emretmek, bazan kalb ile, bazan dil ile, bazan da el ile olur ki, bunların en kuvvetlisi el ile, yani savaşma suretiyle olandır. Çünkü bu, insanın kendisini ölüme atmasıdır. Ma'ruf olan şeylerin en ma'rufu, hak din ile Allah'ın birliğini ve Hazret-i Peygamber'in peygamberliğini tasdik etmektir. En münker olan şey ise, Allah'ı inkâr etmektir. Binâenaleyh din uğrunda cihâd etmek, başka insanları en büyük menfaat ve ma'rufa ulaştırmak, ve zararların en büyüğünden kurtarmak için, insanın kendisinin en büyük zararı, yani bu uğurda ölmeyi göze almasıdır. Bundan dolayı cihâdın, en büyük ibâdet olması gerekir. Bizim dinimizde cihâd meselesi, diğer şeriatlardaki cihâd meselesinden daha güçlü ve önemli olduğu için, bu, Ümmet-i Muhammed'in diğer ümmetlerden faziletli olmasını gerektiren birşey olmuştur. İşte İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, bu âyetin tefsiri hakkında rivayet edilen şu haberin mânası da budur: "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İnsanlara, "Lâilâhe illallah" Allah'tan başka tanrı yoktur diye şahadet etmelerini ve Allah'ın indirdiği şeyleri ikrar edip kabul etmelerini emreder ve bu uğurda onlarla savaşırsınız." Kelime-i tevhid, ma'rufların en büyüğü; Allah'ı inkâr ise, münkerlerin en çirkinidir." Kaffâl sözüne şöyle devam etmiştir: "Din için savaşmanın faydasını insaflı olan hiçbir insan inkâr edemez. Çünkü insanların pek çoğu, alışkanlıkları ve âdetleri sebebiyle kendi dinlerini sever, onlara sunduğun deliller üzerinde düşünmeye yanaşmazlar. Fakat onlar ölümle korkutularak, hak dine girmeye zorlanırlarsa, ona girerler. Zamanla onların kalplerinde, bâtıl dinlen için olan sevgileri zayıflar ve hak dine olan sevgi artar, kuvvetlenir. Nihayet bâtıl dininden hak dine; ebedi azaba müstahak olmaktan da ebedî mükâfaat ve nimete müstahak olmaya geçer. Allah'a İman Vasfının Sonra Getirilmesinin Hikmeti İkinci Soru: Allah'a iman, mutlaka bütün taatlardan önce bulunması gerekirken, âyet-i kerîmede niçin emr-i ma'ruf ve nehy-i münker ondan önce zikredilmiştir? Cevap: Allah'a iman, Allah'ı kabul eden bütün ümmetlerin müşterek sıfatıdır. Allahü teâlâ, ümmet-i Muhammed'i, Allah'ın varlığına inanan diğer ümmetlerden üstün kıldığını belirtmiştir. Binâenaleyh bu "en hayırlı bir ümmet" oluşun meydana gelmesinde etkili olan hususun, bütün ümmetlerde müşterek olan "Allah'a imân" özelliğinin olması imkânsızdır. Bundan dolayı bu hayırlılığın meydana gelmesinde müessir olan husus, ümmet-i Muhammed'in emr-i ma'ruf ve nehy-i münker hususunda diğer ümmetlerden daha ileri olmasıdır. Bu durumda, bu hayırlı oluşun bulunmasında müessir olan hususiyet, emr-i ma'ruf ve nehy-i münker yapmalarıdır. Allah'a iman hususiyeti ise, bu hayırlılıkta müessir olan hususiyetin müessir olabilmesinin şartıdır. Çünkü Allah'a iman bulunmadıkça, hiçbir taat "hayırlı" olmada bir tesire sâhib olmaz. Böylece, bu en hayırlı oluşu gerektiren hususiyetin, Muhammed ümmetinin ma'rufu emredici ve münkeri nehyedici olma hususiyetleri olduğu kesinleşmiştir. Onların Allah'a imanları bu hususiyetlerinin hayırlı oluşta müessiriyetinin şartıdır. Müessir, esere (neticeye), tesir etme şartından daha yakın (ve önemlidir). İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, âyette emr-i ma'ruf ve nehy-i münker yapmayı, imandan önce zikretmiştir. Üçüncü Soru: Burada, niçin sadece Allah'a iman zikredilmekle yetinilmiş, gerekli olduğu halde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine imân zikredilmemiştir? Cevap: Allah'a iman, peygamber'e imanı gerektirir. Çünkü Allah'a iman etmek, ancak peygamberin doğru söylediğine inanmakla olur. Peygamberin doğru söylediğine iman ise, ancak iddiasına uygun mucizeler getirdiği zaman yerinde olur. Çünkü mucize, sözün doğruluğunu bildirip kabul etme yerine geçer. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberlik dâvasına uygun bir şekilde mucizeler izhar ettiğini gördüğümüzde, O'na inanmak Allah'a imânın ayrılmaz bir vasfı olmuş olur. İşte bu inceliğe dikkat çekmek için, âyette sadece Allah'a iman zikredilmiştir. Sonra Allahü teâlâ: "Eğer ehl-i kitab da imân etseydi, kendileri için elbette hayırlı olurdu" buyurmuştur. Bunun iki izahı vardır: 1- "Eğer Ehl-i Kitab, bu hayırlıhğın ümmet-i Muhammed için olmasına vesile teşkil eden o dine inanmış olsalardı, onlar için de bu hayırlılık söz konusu olurdu." Binâenaleyh bu sözün maksadı, ehl-i kitabı, İslam'a girmeye teşviktir. 2- "Ehl-i Kitab, başkanlık sevgisinden ve avamın kendilerine tabî olmasından hoşlandıklarından dolayı, dinlerini İslam dinine tercih etmişlerdir. Eğer onlar iman etseler, âhirette elde edecekleri büyük mükâfaatın yanısıra, dünyada iken de arzuladıkları riyaset (baş olma arzusu) da kendileri için bulunur ve böylece de bu, kendileri için yetindikleri o halden daha hayırlı olurdu." Bil ki Allahü teâlâ, bu sözüne, atıf harfi kullanmadan, iki cümle-i ibtidâiyye (yeni başlayan cümle) ilâve etmiştir ki bunlardan birisi "İçlerinde iman edenler vardır. Ama onların çoğu fâsıktirlar" cümlesi; ikincisi ise, "Onlar size, ezadan başka asla hiçbir zarar veremezler" cümlesidir. Keşşaf sahibi: "Bu iki cümle, ehl-i kitaptan bahsedilirken, istidrâd olarak zikredilmiştir. Meselâ bir insan, "Falancadan bahsetmek gerekir. Çünkü, onun durumu şöyle şöyledir.." der. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Ondan iman edenler vardır" ifâdesini atıfsız zikretmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "İçlerinden iman edenler vardır. Ama onların çoğu fâsıktırlar" sözü hakkında da şu iki soru vardır: Birinci Soru: (mü'minler) kelimesindeki elîf-lam, istiğrak mı ifâde eder, yoksa (ahd) yani daha önce geçmiş olan ve bilinen kimseleri mi? Cevap: Bu elîf-lam ahd için olup, bilinen kimseleri ifâde eder. Buna göre kasdedilenler, yahudilerden Abdullah İbn Selam ile onun etbâı; hristiyanlardan da Necaşî ile O'na tâbi olanlardır. İkinci Soru: Sıfat, mübalağa ve te'kîd için getirilir. Binâenaleyh, kâfiri fâsık olarak zikretmede söz konusu olan mübalağa nedir? Cevap: Kâfir, dini hususunda bazan âdil, bazan da fasık olur. Bundan ötürü o, hiçbir topluluk tarafından kabul edilmez. Müslümanlar onu, kâfir olduğu için kabul etmezken; kâfirler de kendi aralarında fasık olduğu için, onu kabul etmezler. Buna göre sanki, "Ehl-i kitâb iki kısımdır. Onlardan bir kısmı iman eden, bir kısmı da iman etmeyip, dinlerinde fasık olanlardır" denilmiştir. Binâenaleyh onlar, hiçbir kimsenin nezdinde, kendilerine tâbi olunması gereken kimselerden değildirler. Ehl-i Kitaptan Müslümanlara Gelen Sıkıntı ve Eziyetler Cenâb-ı Hakk'ın: "Onlar size, ezadan başka hiçbir zarar veremezler" buyruğuna gelince: Bil ki Allahü teâlâ, mü'minleri imânlarında sağlam olmaya ve kâfirlerin sözleri ile fiillerine iltifat etmemeye "Siz, ... en hayırlı bir ümmetsiniz" sözü ile teşvik edince, onları bu hususta bir başka şekilde daha teşvik etmiştir. O da ehl-i kitab'ın, nazar-ı itibara alınmayacak kadar söz ile yapacakları azıcık eziyetleri dışında, müslümanlara zarar vermeye kadir olamamalarıdır. Eğer onlar müslümanlara karşı savaşsalar, bozguna uğrar, ve yardımsız kalırlardı. Durum böyle olunca, onların söz ve fiillerine iltifat etmemek gerekir. Bütün bunlar, "Eğer ehl-i kîtabtan herhangi bir zümreye boyun eğecek olursanız..." (Al-i imran, 100) âyetini izah için getirilmiştir. İşte bu âyetin, yukarısı ile münâsebeti de budur. Hak teâlâ'nın, "Onlar size, ezadan başka hiçbir zarar veremezler" buyruğu, "Ehl-i kitabın, müslümanlara hiçbir zararı olamaz. Onların yapabilecekleri en ileri şey, ya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ta'n etmek veyahut "Üzeyir, Allah'ın oğludur. Hazret-i İsa, Allah'ın oğludur. Allah, üçün üçüncüsüdür" gibi inkâr ifâde eden sözler söylemek, sizlere dilleriyle eziyet vermek, veyahut da zayıf durumdaki müslümanları korkutmak suretiyledir" mânasındadır. Bazı âlimler, sözünün, bir istisna-i munkatı' olduğunu söylemişlerdir ki bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü zikredilen bütün bu hususlar, müslümanların kalblerine bir kederin düşmesine sebebiyet verir. Keder de bir zarardır. Binâenaleyh âyetin takdiri, "Onlar size, eziyetten başka bir zarar veremezler" şeklinde olur ki, bir istisnâ-ı muttasıldır. Bunun mânası, "Onlar size ancak pek ehemmiyetsiz bir zarar verebilirler" şeklinde olur. Âyette "ezâ" kelimesi, "zarar" manasında kullanılmıştır. Ezâ ise, "O şeye biraz eza verdim" tabirinden masdardır. Sonra Cenâb-ı Allah, "Eğer sizinle savaşırlarsa, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez" buyurmuştur. Bu, onların, müslümanlara karşı savaşmaları halinde hezimete ve hüsrana uğrayacaklarını; hezimetlerinden sonra da kesinlikle bir güç ve kuvvetleri olmayacağını haber vermektedir. Bunun bir benzeri de "Eğer onlar savaşa hıtuşurlarsa, bu (münafıklar) kendilerine yardım da etmezler. Yardım etseler bile, mutlaka arkalarını dönerler. Sonra kendilerine de yardım olunmaz" (Haşr, 12); "Kâfirlere de ki: "Yakında mağlub olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz..." (Âl-i İmran, 12) ve 'yoksa onlar, "Biz, intikam almaya kadir bir topluluğuz" mu diyorlar. Yakında o topluluk bozulacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır" (Kamer, 44-45) âyetleridir. Bütün bunlar birer fetih, nusret ve zafer va'adidir. Bil ki bu âyet, birçok gaybî haberleri ihtiva etmektedir. Meselâ mü'minlerin, Ehl-i kitabın zararlarından emin olmaları; mü'minlerle savaşmaları halinde bozguna uğrayacakları ve bozguna uğradıktan sonra kuvvet ve saltanatlarının kalmayacağı hususları gibi... Bütün bu hususlar, Allah'ın haber verdiği şekilde tahakkuk etmiştir. Çünkü yahudiler, yaptıkları her savaşta, neticede bozguna uğramışlardır. Yine onlar, savaşa ve başkanlık elde etmeye her uğraşmalarında, başarısız kalmışlardır. Bütün bunlar, gaybtan haber vermedir ve binâenaleyh birer mucizedir. Burada birkaç soru hatıra gelmektedir: Birinci soru: Farzet ki yahudiler böyledirler. Fakat hristiyanlar böyle değildirler. Hristiyanların böyle olmamaları, âyetlerin doğruluğuna zarar verir? Buna karşı biz deriz ki: Bu âyetler, yahudiler hakkındadır ve bunların sebeb-i nüzulleri de böyledir. Binâenaleyh bu müşkillik ortadan kalkmaktadır. İkinci soru: Âyetteki, fiili, meczûm olmalı değil miydi? Buna karşı biz deriz ki: Sözün başlangıcında, ceza cümlesi hükmünden, haber cümlesine dönülerek, sanki "Size, onların yardım olunmayacaklarını haber veriyorum" denilmek istenmiştir. Bunun faydası şudur: Şayet Hak teâlâ bu ifâdeyi (şartın cevabı olarak) meczûm getirmiş olsaydı, yardım olunmama hali, onların "dönüp kaçmaları" gibi, müslümanlara karşı savaşmaları şartına bağlanmış olurdu. Fakat bu ifâde cezmedilmeyince, yardım olunmamaları mutlak bir va'îd olmuş olur. Buna göre sanki Allahü Teâlâ şöyle demiştir: "Size haber vereceğim ve müjdeleyeceğim, onların gerisin geriye kaçmalarından sonraki durum ve kıssaları, onların artık hiçbir yardım bulamayıp devamlı zillet ve meskenet içinde kalacaklarıdır." Üçüncü soru: Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesi, ne üzerine atfedilin iştir? Cevap: Bunun atfedildiği şey, şart ve ceza cümlesidir. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Size, onların sizinle savaşmaları halinde bozguna uğrayacaklarını haber veriyorum. Sonra size, onların yardım olunmayacaklarını da haber veriyorum." Bu cümlenin başındaki (sonra) lâfzı, sıralamada sonra oluşu ifâde etmek için getirilmiştir. Çünkü onların yardımsız bırakılacağının haber verilişi, onların dönüp kaçacaklarını haber vermekten daha önemlidir. |
﴾ 111 ﴿