112

"Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine zillet (damgası) vurulmuştur. Ancak Allah'ın ipine ve insanların İpine (ahdine) tutunmaları müstesna... Onlar döne dolaşa Allah'ın gazabına uğradılar. Üzerlerine de bir miskinlik vuruldu. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberlerini haksız yere öldürmeleri sebebiyledir. (Yine) bu, isyan etmeleri ve haddi aşmış olmaları sebebiyledir" .

Bil ki Hak teâlâ, onların müslumanlara karşı savaşmaları halinde yardımsız kalacaklarını ve bozguna uğrayacaklarını beyan edince, aynı zamanda bir zillet ve meskenetin vurulacağını da zikretmiştir. Âyetle ilgili birkaç vardır:

Birinci Mesele

Biz, bu lâfızların ne mânaya geldiklerini Bakara sûresinde (61. ayetin tefsirinde) anlatmıştık. Buna mana, "zillet, birşeyin birşey üzerine basılıp. üzerinde iz bırakması gibi, o yahudiler üzerine âdeta basılmış ve iz bırakmıştır" şeklindedir. Arapların, "Bu, üzerime vurulmuş, benden birşey (darbe-i lazib) değildir" şeklindeki sözleri ve, haraca "daribe de bu manadan dolayıdır.

İkinci Mesele

Zillet, zül (değersizlik) demektir. Âyetteki ne kastedildiği hususunda bazı tefsirler vardır:

a) Bu, en kuvvetli görüştür. Buna göre murad, onlarla savaşılması, öldürülmeleri, mallarının ganîmet çoluk çocuklarının esir edilmesi ve topraklarına el konulmascr. Sut "Onları, nerede yakalarsanız öldürün" (Bakara, 191) âyetinde ifade edildiği gibidir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Ancak Allah'ın ipine... tutunmaları müstesna..." buyurmuştur ki, Allah'ın ipinden murad, Allah'ın ahdi, koruması ve Allah ile mu'minlerden olan bir teminattır. Çünkü, böyle bir dufüfndâ hükümler ortadan kalkar ve böylece de öldürülmeleri, mallarının ganimet olarak alınması ve çoluk-çocuklarının esir edilmesi hükümleri uygulanmaz.

b) Zillet, cizye mükellefiyeti manasınadır. Çünkü onlara cizye vermeyi mecbur etmek, hakareti ve değersizliği ifâde eder.

c) Bundan murad şudur: "Sen onların içinde, güçlü bir hükümdar ve değer verilen bir başkan göremezsin. Aksine onlar her yerde küçümsenen, zelil ve değersiz kimselerdir."

Bil ki âyet-i kerimedeki zilletten muradın, sadece cizye veya sadece değersizlik mânası olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü âyetteki "Ancak Allah'ın ipine... tutunmaları müstesna..." istisnası, Allah'ın ipinin mevcud olması halinde, bu zilletin söz konusu olmayacağını gösterir. Halbuki cizye, küçük görülme, ve değer verilmeme gibi hususlardan hiçbirisi, Allah'ın ipi onlar için mevcut olduğunda da zâil olmaz. Binâenaleyh zilleti, sadece cizye verme mecburiyeti manasında almak imkansızdır. Bu görüşü destekleyenlerden birisi, bu meseleye şöyle cevap vermiştir: "Bu istisna, Istisna-ı munkatî'dir." Bu, Muhammed ibn Cerir et-Taberî'nin görüşüdür. O sözünü şöyle sürdürmüştür: "Yahudiler üzerine zillet damgası vurulmuştu. Binâenaleyh Allah'tan bir ahid üzere bulunsalar da bulunmasalar da, onlar bu istisna ile, zillet halinden izzet haline geçemezler. Buna göre ifâdesinin takdiri şöyledir: "Fakat onlar bazan Allah'ın ipine (ahdine), bazan da insanların ipine sımsıkı tutunurlar." Bil ki bu, zayıftır. Çünkü, istisna edatını, "fakat" manasına hamletmek zahirin hilafınadır. Yine biz sözü, bundan muradın, "Fakat onlar bazan Allah'ın ipine (ahdine), bazan da insanların ipine sımsıkı tutunurlar" olduğuna hamletsek bile, bu durumda da sözün mânası tam olmamaktadır. Bundan ötürü de, kendisinden sakınmak için, bu şeylere sımsıkı sarılmalarını gerektiren bir başka şeyin takdir edilmesi gerekir. Takdir etmek ise, aslın hilafınadır. Binâenaleyh bu şeylere ancak zaruret olduğu zaman müracaat edilir. Burada bu şeylere müracaat için bir zaruret olmadığına göre, bunlara başvurmak caiz değildir. Bilâkis burada bir başka izah şekli bulunmaktadır. Bu da "zillet" kelimesini, bütün bu manaların hepsine birden, yani öldürülme, esir edilme, nesillerin köleleştirilmesi, mallarının alınması, hor ve hakir hale getirme ve aşağılanma manalarının hepsine birden hamledilmesidir. Buradaki istisnâ'nın mânası, bu hükümlerin tamamının kalmamasıdır. Bu, bazı hükümlerin kalmasına mani değildir. İstisnai durumda geriye kalacak olan bir kısım hüküm (haller) de, onların mallarından "cizye" ismi ile az bir kısmın alınması, hor, hakir ve aşağılık hallerinin devam etmesidir İşte bu mevzuda söylenecek olan söz budur.

Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesinin manası, nerede rastlanılırsa... " demektir. Nitekim, "Onu yakaladım” manasında "Falancayı harbte yakaladım" denilir. Bu ifadenin izahı, daha önce (Bakara, 191) âyetinin tefsirinde geçmişti.

Üçüncü Mesele

Yahudilerin Tutunacağı "Allah'ın İpi"nin İzahı

Cenâb-ı Hakk'ın, hakkında birkaç görüş vardr:

1- Ferrâ, "Bu kelamın takdir "Allah'tan olan bir ipe (ahde) sımsıkı sarılırlarsa müstesna..." şeklindedir" demiş ve bu hususta şu şiiri okumuştur.

"Beni ipine (tutunmuş) olarak görünce, korkarak yüz çevirdi. Onun ipine (tutunmuş olan zeki ve akıllı gönüller, bir korkak (haline gelir)."

Başkaları bu izaha itiraz ederek şöyle demişlerdir: "Mevsûlün sılasının bırakılması caiz değildir. Çünkü aslolan mevsuldür. Sıla ise ikinci derecededir. Binâenaleyh, asıl kendisine delâlet ettiği için, ikinci derecede olanın hazfedilmesi caizdir. Aslın hazfedilip, ikinci derecede olanın ise caiz değildir.

2- Bu istisna, mana yoluyla meydana gelmiştir. Çünkü "zillet damgasının vurulmasının manası, zilleti onlara, onlardan hiç ayrılmayacak uzaklaşmayacak biçimde, en kuvvetli bir şekilde yapıştırmaktır. Buna gûf sanki şöyle denilmiştir: "Zillet onlardan asla ayrılmaz, onlar ancak Allah'tan ve insanlardan olan bir ip (ahd) sayesinde kurtulabilirler.

3- (ip ile) sözündeki bâ harf-i cerrinin, (beraber) manasına olması... Nitekim Arapların şu sözünde de böyledir: "Bizimle beraber çık, şunu yapalım." Buna göre ifâdenin takdiri, "Ancak, Allah'tan olan bir ip (ahid) ile beraber olursa müstesna..." şeklindedir.

Dördüncü Mesele

Allah'ın ipinden murad, Allah'ın ahdidir. Biz yukarıda, ahdin "ip" diye isimlendirildiğini, çünkü insanın ahid almazdan önce korktuğunu; bu korkunun onun matlûbuna ulaşmasına mâni olduğunu; bu ahd tahakkuk ettiğinde, ahid ile matlûbuna ulaşacağını açıklamıştık. Böylece bu, kendisine tutunan kimsenin zarara uğrama endişesinden kurtulacağı bir "ip"e benzemiş olur.

Eğer, "Allahü teâlâ, Allah'ın ipine, insanların ipini atfetmiştir. Bu İse, başkalığı ve muğayereti gerektirir. Bu başkalık nasıl olur?" denilirse, deriz ki: Alimlerden bir kısmı, Allah'ın ipinden muradın, İslam; insanların ipinden muradın ise, ahd ve misak, zimmet olduğunu söylemişlerdir. Bu, uzak bir ihtimaldir, Çünkü eğer bundan murad bunlar olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, "(Veyahut da, insanlardan bir ipe., .)" demesi gerekirdi. Bazı kimseler de, buradaki bu iki ipten muradın, ahd, zimmet ve emân olduğunu söylemişlerdir. Cenâb-ı Hak bu iki ipten bahsetmiştir, çünkü mü'minlerden alınan emân, Allah'ın izniyle alman emân demektir. Bu da bana göre zayıf bir ihtimaldir.

Bu hususta benim görüşüm şudur: Zımmînin emânı iki kısımdır:

a) Allah'ın, hakkında nass getirmiş olduğu emândır ki, bu cizye almaktır.

b) Halifenin re'yine bırakmış olduğu emân... Buna göre halife, bu hususta içtihada dayanarak, bu emânı ağırlaştırabilir, hafifletebilir. İşte buna göre birinci emân şekli, "Allah'ın ipi"; ikincisi de, "mü'minlerin ipi" diye adlandırılmışlardır. Allah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar döne dolaşa Allah'ın gazabına uğradılar" buyurmuştur. Biz bunun mânasının, onların, Allah'ın gazabı içinde kalakaldıklarını, kalmaya devam ettiklerini ve de devamlı kalacakları şeklinde olduğunu söylemiştik.kelimesinin aslı, mekân manasına plan (Bir yere dönmek, avdet etmek) kelimesinden alınmıştır. "Falanca, şu yere döndü, yerleşti" ve "Onu, falanca yere yerleştirdim" tabirleri de bu mânadadır. Buna göre mâna, "Onlar, Allah'ın gazabı içinde kalıp, orada konaklayıverdiler" demektir. Senin, " "Onların başına gazab indi; onlar o gazaba konakladılar" şeklindeki sözlerin de, eş anlamdadır.

Cenâb-ı Hak sonra, "Üzerlerine de bir miskinlik vuruldu" buyurmuştur. Ekseri âlimler, buradaki "meskenet"i cizye mânasına hamletmişlerdir. Bu, Hasan el-Basri'nin görüşüdür ki, o şöyle demiştir: "Çünkü Allahü Teâlâ meskeneti, istisna dışı bırakmıştır. Bu da, bu meskenetin onların üzerinde devamlı kaldığına ve onlardan hiç ayrılmadığına delâlet eder. Onlardan hiç ayrılmayan şey, cizye'den başka bir şey değildir." Diğer âlimler de, buradaki meskenet'ten muradın, zengin dahi olsalar, yahudilerin daima fakîr durumunda olacakları olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazı âlimler de, bunun, Allahü teâlâ'nın, yahudilerin mallarını müslümanlara birer rızık kılacağını; böylece de yahudilerin yoksul ve miskin hale geleceklerini haber vermesi olduğunu söylemişlerdir.

Yahudiler, Cedlerinin Yaptıkları Suçlardan Sorumlu Olabilir mi?

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu ilahî tehdit çeşitlerini zikredince, "Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberlerini haksız yere öldürmeleri sebebiyledir" buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Allahü Teâlâ, yahudilere, hoşlarına gitmeyecek olan şu üç çeşit cezayı onlara âdeta yapıştırmış ve onların ayrılmaz bir vasfı haline getirmiştir:

a) Zillet,

b) Gazab-ı ilahî,

c) Meskenet... Daha sonra bu âyette Cenâb-ı Hak, hoşlarına gitmeyen bu üç şeyin, niçin onların ayrılmaz bir vasfı olduğunu da, "Bu Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberlerini haksız yere öldürmeleri sebebiyledir" diye beyân buyurmuştur. Burada hatıra gelebilecek birkaç soru bulunmaktadır:

Birinci soru: Bu zillet ve meskenet, İslam devletinin kuruluşundan sonra yahudilerin ayrılmaz vasfı olmuştur. Halbuki, haksız yere peygamberleri öldüren kimseler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den asırlar ve devirler önce yaşamış olan kimselerdir. Binâenaleyh, buna göre, peygamberleri öldürmek sebebinin (illetinin) bulunduğu zamanda, bu illetin neticesi ve cezası olan zillet ve meskenet; bu netice ve cezanın bulunduğu zamanda da illet tahakkuk etmemişti... İşte, bu bakımdan burada bir müşkillik bulunmaktadır.

Buna şu şekilde cevap verilir: Hazret-i Peygamber zamanındaki yahudilerden, her ne kadar peygamberleri öldürme fiili sudur etmemiş ise de, ancak ne var ki bu yahudiler atalarının yapmış olduğu o fiilleri tasvip edip razı olmuşlardı. Çünkü onların ataları, peygamberleri öldürmüş; bunlar da atalarının o fiillerine razı olmuşlardı. Böylece bu fiil, bu çirkin fiil onların ecdadının fiili olduğu ve bunlar da bu çirkin fiiller konusunda atalarını tasvip ettikleri için onlara nisbet edilmiştir.

İkinci soru: Cenâb-ı Hak niçin, "Bu, isyan etmeleri sebebiyledir" buyruğunu tekrarlamıştır? Bunun tekrar edilmesini Bu tekrarın te'kid için yapıldığını söylemek caiz değildir. Çünkü te'kidin müekked (te'kîd olunan)den daha kuvvetli bir şeyle yapılmış olması gerekir. Halbuki "isyan", derece bakımından küfürden daha aşağıdır. Binaenaleyh küfrü isyan ile te'kid etmek caiz değildir.

Buna şu iki şekilde cevap verebiliriz:

a) Zillet, gazab ve meskenetin illeti, inkârları ve peygamberleri öldürmeleridir. İnkârın ve peygamberleri öldürmenin illeti ise, masiyettir. Bu böyledir, çünkü onlar isyanlara ve günahlara dalınca, böylece isyan zulmetleri derece derece artmaya, çoğalmaya; iman nuru da derece derece azalmaya başlamıştır. Bu durum, aynı şekilde, iman nurunun sönmesi, (ortalığı) küfür zulmetinin kaplamasına kadar devam etmiştir. İşte bu duruma da Cenâb-ı Hak, "Hayır, bilâkis onların kazanmakta olduktan şeyler onların kalblerini istîla etmiştir" (Mutaffifin. 14) buyruğu ile işaret etmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, isyan etmeleri sebebiyledir" ifâdesi, "illetin illeti" ve işaret olmuş olur.

İşte bundan dolayı muamelât erbabı (fakîhler, kanun adamları) şöyle demişlerdir: "Mendûb olan şeyleri terketme hastalığına tutulan kimseler, sünnetleri terketme; sünnetleri terketme hastalığına tutulan kimseler, farzları terketme; farzları terketme hastalığına tutulan kimseler, şeriatı hakir görme hastalığına; şeriatı hakir görme hastalığına tutulan kimseler de, küfre düşerler."

b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri... sebebiyledir" buyurmakla, önceki yahudileri; "Bu, İsyan etmeleri sebebiyledir" buyruğu ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki yahudileri kastetmiş olması da muhtemeldir. Böyle bir izaha göre de, bir tekrar olmuş olmaz. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, öncekilerin cezasının sebebini beyân etmiş, sonra da, sonradan gelenler öncekilere uydukları için, Cenâb-ı Hakk'ın her iki güruha da vermiş olduğu belâ ve sıkıntıların ancak, O'nun adaleti ve hikmeti babından olduğunu insanlar anlasın diye, bu sonradan gelenlerin isyan ve düşmanlığının öncekilere verilmiş olan cezanın aynısını gerektireceğini beyân etmiştir.

Ehl-i Kitabın Hepsi Aynı Durumda Değildir.

112 ﴿