115

"Hepsi bir değildirler. Ehl-i Kitabın içinde, kâim bir ümmet vardır ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar. Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten sakındırırlar. Hayır işlerinde de birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar, salihlerdendirler. Onlar ne hayır işlerlerse, muhakkak ki bundan mahrum bırakılmayacaklardır. Allah, takva sahiplerini çokiyi bilendir" ,

Âyet hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hepsi bir değildirler" buyruğu hakkında şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Hak teâlâ'nın bu beyanı, tam bir sözdür. O'nun, "Ehl-i kitabın içinde, kaim bir ümmet vardır" sözü, "Hepsi bir değildirler" ifâdesinin beyan ve izahı için, müste'nef bir sözdür. Bu, Hak teâlâ'nın, "Marufu emredersiniz... "(Âl-i İmran, 110) buyruğunun, O'nun, "Siz en hayırlı bir ümmetsiniz..." sözünün bir beyânı olması gibidir. Buna göre mâna, "Bahisleri geçen Ehl-i Kitâb, aynı değildirler..." şeklinde olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlardan iman edenler vardır. Onların çoğu ise, fasıktır" (Âl-i İmran, 110) âyetinin bir izahı olmuş olur. Sonra söze yeniden başlayarak şöyle buyurmuştur: "Ehl-i kitabın içinde, kâim bir ümmet vardır." Bu görüşe göre şu iki ihtimal ortaya çıkar;

a) Cenâb-ı Hak, "Ehl-i Kitabın içinde, kâim bir ümmet vardır" deyince, sözün tamamlanması için, "Onlar içinde, kınanmış ve mezmum ümmetler de vardır" denilmesi gerekirdi. Ama ne var ki, Cenâb-ı Hak bu kısmı zikretmemiştir. Çünkü Araplar, iki zıddan birisini söyledikleri zaman, diğerini söylemeye lüzum ve ihtiyaç hissetmezler. Ama işin hakikati şu ki, iki zıd birlikte öğrenilir. Böylece iki zıddan birini zikretmek, müstakil ve tek başına ikisi hakkında bîr bilgi ifâde etmektedir. İşte bundan dolayı diğer zıddı zikretmemek güzel olmuştur. Nitekim şair Ebû Zueyb de şöyle demiştir:

"Kalbim beni ona (sevgiliye) çağırdı; bense, muhakkak ki itaatkâr bir kişiyim. Ama onun, sevgilinin matlûbuna irsâd edip etmediğini bilmiyorum."

Şâir burada mânasını da murad etmiş, ama (......) kelimesini zikrettiği için, (......) kelimesini zikretmemiştir. Bu, Ferrâ ve İbnu'l-Enbâri'nin görüşüdür.

Zeccâc ise, "Mezmum olanlar da vardır" kısmını takdir etmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü bu ifade, bundan önceki âyetlerde geçmişti. Binaenaleyh, ikinci kez takdir etmeye hacet yoktur" demiştir. Çünkü biz, "iki zıd aynı anda bilinince, o iki zıddan birisini zikretmek, diğerini zikretmeye ihtiyaç bırakmaz" demiştik. Bu, "Zeyd ve Abdullah, eşit değillerdir; çünkü Zeyd akıllı dindar ve zekidir" denildiğinde, "oysaki Abdullah böyle değildir..." cümlesini söylemeye gerek kalmaması gibidir. İşte burada da böyledir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Hepsi bir değildirler" buyruğu daha önce zikredilince, bir takdire gerek kalmamıştır.

b) Hak teâlâ'nın "Hepsi bir değildirler" sözü, tam bir kelâm değildir. Binâenaleyh, bu ifâdede vakf yapmak caiz değildir. Aksine, bu ifâde kendinden sonraki cümlelerle de alâkalı olan bir sözdür. Buna göre kelamın takdiri, "Ehl-i kitaptan, kaim olan ümmet ile, mezmum olan ümmet aynı değillerdir" şeklinde olur. Buna göre, (......) kelimesi ile merfû nin isminden bedel olmuş) olur. Bu, nahivcilerden, "(Beni pireler yedi)" sözünü tecviz edenlere göre söylenmiş olan bir ifâdedir. Bu takdire göre, "mezmum ümmet" takdir edilmesi mutlak surette, gerekir. Bu, Ebû Ubeyde'nin tercih ettiği görüştür. Ama ne var ki, ekseri nahivciler, bu ve benzeri istimallerin, zayıf bir ifâde olduğu hususunda ittifak ettikleri için, bu görüşü kabul etmemişlerdir. Allah en iyi bilendir.

(Sevaen) Kelimesi Hakkında İzah

Arapça'da, denilir. Yani, "Falanca falancaya eşit, müsavidir"; "falanca kavim, eşit, müsavi..." kelimesi, tesniye ve cem'i olmayan bir masdardır. Bu kelime hakkındaki izah, Bakara sûresinin 6. âyetinde geçmişti.

Ehi- Kıtap'tan Burada Maksad Kimlerdir?

Ehl-i Kitap'tan muradın kimler olduğu hususunda iki görüş vardır:

a) Cumhurun benimsediği görüşe göre, bunlardan murad Hazret-i Musa ve İsa'ya inanan kimselerdir. Rivayet olunduğuna göre, Abdullah İbn Selâm (radıyallahü anh) ile arkadaşları müslüman olunca, yahudilerin bazı ileri gelenleri onlara, "Siz kâfir oldunuz ve hüsrana uğradınız" dediler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onların faziletini beyân etmek için bu âyeti indirmiştir. Şöyle de denilmiştir: Allahü teâlâ önceki âyette, ehl-i kitabı mezmûm (kötü) birtakım sıfatlarla tavsif edince, bütün ehl-i kitabın aynı olmayıp, içlerinde iyi sıfatlarla ve beğenilen hasletlerle mevsûf kimseler bulunduğunu beyân etmek için, bu âyeti zikretmiştir. Sevrî şöyle demiştir: "Bu âyetin, akşam ile yatsı arasında namaz kılan bir topluluk hakkında indiği haberi bana ulaşmıştı." Atâ'nın ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu âyet, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın dininde olup, Hazret-i Muhammed'i tasdik eden kırk Necranlı, otuziki Habeşli ve üç Rum (Bizanslı) hakkında nazil olmuştur."

b) Âyet-i kerimedeki Ehl-i Kitaptan maksad, bütün din mensuplarından, kendilerine kitap verilmiş olan herkestir. Bu izaha göre, müslümanlar da, bu ifadenin muhtevasına girmiş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sonra biz o kitabı kutlarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık" (Fatır. 32) buyurmuştur. Buna, İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un şu rivayeti de delâlet etmektedir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yatsı namazını geciktirdi. Sonra cemaat, namazı beklerlerken, evinden mescide çıkarak şöyle dedi: 'Dikkat edin. Din mensuplarından sizden başka hiç kimser şu anda Allah'ı zikretmiyor" Buhâri. Mevâkit, 22 (benzeri bir hadis). dedi ve bu âyeti okudu. Kaffâl (r.h) "Şöyle denilmesi uzak bir ihtimal değildir: Orada bulunanlar, ehl-i kitap'tan imân etmiş olan bir kısım idi. İşte bundan dolayı "Ehl-i kitap'tan, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imân eden, bu kimselere denk hiç kimse yoktur" denilmiş ve onlar da, ehl-i kitap'tan imân etmeyenlerin uykuda olduğu bir saatte yatsı namazını kılmışlardır" demiştir.

Şöyle de denilebilir: Bu tabirden murad, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e inanan herkestir. Allahü teâlâ onları "ehl-i kitap" diye adlandırmıştır. Sanki şöyle denilmektedir. "Kendilerini ehl-i kitap diye adlandıran o kimselerin halleri, o kötü hallerdir. Fakat Allah'ın "Ehl-i kitap" dediği müslümanların durumları ve halleri şöyle şöyledir: Bu ikisi hiç denk olur mu?" Buna göre, bu âyetten maksad, "Sîzler... en hayırlı bir ümmetsiniz" âyetini te'kid etmek için ehl-i İslâm'ın faziletini beyan etmektir. Bu tıpkı, "Mümin olan kimse, imandan çıkmış olan kimse gibi midir? Onlar (hiçbir zaman) denk olamazlar" (Secde. 18) âyetine benzer.

Burada Övülen Kimselerin Haiz Olduğu Sekiz Vasıf

Sonra bil ki Allahü teâlâ, bu âyette bahsedilen topluluğu sekiz sıfatla medhetmiştir:

Kaim Ümmet Olmanın Mânası

Birinci sıfat: Onlar, kâim bir ümmettirler. Bu hususta şu görüşler vardır:

a) Onlar devamlı namaz kılar ve gece saatlerinde Allah'ın âyetlerini okurlar. Böylece Cenâb-ı Hak onların teheccüdlerini (gece namazlarını), "gece saatlerinde Kur'ân okurlar" diye beyan etmiştir. Bu, "Onlar, gecelerini Rab Taâlâ için secde ederek ve kâim (ayakta) olarak geçirirler" (Furkân, 64); "Şüphe yok ki Rabb'in, gecenin üçte ikisinden biraz eksik... ayakta durmakta olduğunu biliyor" (Mûzzemmil, 20); "Gece kalk..." (Müzzemmil. 2) ve "Allah'ın (divanına) tam huşu ve tâatla durun" (Bakara, 238) âyetleri gibidir. Bundan muradın, namazdaki kıyam olduğuna, âyetteki "Secdeye kapanarak..." ifâdesi delâlet etmektedir. Şurası açıktır ki secde, ancak namazda olur.

b) Onlar, hak dine sarılma hususunda bir rahatsızlık hissetmiyorlar. Bu, "Sen üzerinde ayak diretip (ısrarla) durmadıkça..." yani, "devamlı ödemesini İsteyerek, peşini bırakmayarak, o hususta ısrarlı olarak durmadıkça..." (Al-i İmran. 75) âyeti gibidir. Hak teâlâ'nın, "Adaleti ayakta tutarak..." (Âl-i imran. 18) âyeti de böyledir.

Ben derim ki: Bu âyet, müslümanın kulluk hakkını yerine getirdiğine; "Adaleti ayakta tutarak..." ifâdesi de Allah'ın adalet ve ihsan hususunda rubûbiyyet hakkını yerine getirdiğine delâlet etmektedir. Böylece Allah'ın lütfü ile, anlaşma tamamlanmıştır, Nitekim Allahü teâlâ, "Siz ahdinizi yerine getirin, ben de size karşı olan ahdim: yerine getireyim" (Bakara. 40) buyurmuştur. Bu, Hasan el-Basri'nin görüşüdür. O, görüşüne Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in şu rivayetini delil getirmiştir: "Ya Rasûlellah, ehl-i kitaptan bazıları, bizim hoşlanacağımız şeyleri de söylüyorlar. Keşke onları yazsak." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kızdı ve şöyle dedi: "Ey Hattab oğlu Ömer. Yahudilerin şaşırdığı gibi siz de mi şaşıracaksınız." Hasan el-Basri, "buradaki mütehevvikûn" kelimesinin, "şaşıranlar ve tereddüt edenler" manasında olduğunu söylemiştir. (Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sözünü şöyle sürdürmüştür): "İyi biliniz! canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben size bu dini tertemiz ve arınmış olarak getirdim." Bir başka rivayette ise Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o söz karşısında şöyle demiştir: "Muhakkak ki siz, Tevrat ve İncil'de bulunan hükümlerle amel etmekle mükellef değilsiniz. Siz ancak, onlara iman etmek ve onların ilmini ancak Allah'a havale etmekle emrolundunuz ve bu vahiy ile bana sabah akşam indirilene iman etmekle mükellef tutuldunuz. Muhammed'in canını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa benim zamanımda yaşamış olsalardı, bana iman eder ve tâbi olurlardı." İşte bu haber, bu din üzere sebat edip başka bir dinle ilgilenmemenin vacip olduğuna delâlet eder. İşte bu sebeple hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak onları, bu âyetle bu şekilde methederek, "Ehl-i kitap içinde kâim bir ümmet vardır" buyurmuştur.

c) tabirinin mânası, "Dosdoğru, âdil, müstakim" demektir. Bu senin, 'Dosdoğru, dümdüz oldu" manasında olmak üzere, "Çubuğu doğrulttum, o da doğruldu, dümdüz oldu" tabirinden alınmıştır. Bu söz de, Hak teâlâ'nın, "Siz en hayırlı bir ümmetsiniz" buyruğunun bir izahı gibidir.

Gece Saatlerinde Allah'ın Âyetlerini Okumak

İkinci sıfat: Hak teâlâ'nın, "Gece saatlerinde, Allah'ın âyetlerini okurlar" tavsifidir. Bu ifâde hakkında da birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

O'nun (okuyorlar) ve (iman ediyorlar) kelimeleri (ümmet) kelimesinin sıfatı olduğu için mahallen merfudurlar. Yani, "kâim, okuyan ve iman eden bir topluluk" demektir.

İkinci Mesele

"Tilâvet", okumak demektir. Kelimenin aslı: "Peşinden getirmek" anlamındadır. Buna göre tilâvet sanki, bir lafzı başka bir lafza eklemek, bitiştirmek demektir.

Üçüncü Mesele

Bu ifâdede geçen "Allah'ın âyetleri" tabiriyle bazan, Kur'ân'ın âyetleri; bazan da Cenâb-ı Hakk'ın zâtına ve sıfatlarına delâlet eden çeşitli varlıklar murad edilir. Burada ise, birinci mâna kastedilmiştir.

Dördüncü Mesele

Bu kelamda geçen tül "gecenin saatleri" tabirinin Arapçada aslı, vakitler ve saatler" demektir. (......) kelimesinin müfredi dır Bu tıpkı "bağırsak" ve sinin müfredi dır. Bu tıpkı, "bağırsak" ve (bağırsaklar) kelimeleri gibidir. Veyahut da kelimenin müfredi, ilk harfi kesre, ikincisi de sakin olmak üzere, (......) kelimesidir. Tıpkı (tulum) ve (tulumlar) kelimesi gibi.. Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Sanki "teenni" kelimesi de bundan alınmıştır. Zira teennî, saatleri ve vakitleri bekleyip gözetlemektir." Yine haberde de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, cumaya en son gelen bir adama, "Sıkıntı verdin, geç geldin " Nesâî, Cumpa, 20 (3/103); İbn Mace, İkime, 88 (1/354). yani "vakitleri uzaklaştırdın, geciktirdin" dediği rivayet edilmiştir.

Secde Etmenin Ehemmiyeti

Üçüncü sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, 'Onlar secde ederler" tavsifidir. Bu hususta da şu izahlar bulunmaktadır:

a) Bu cümlenin, "okurlar" fiilinden hâl olması muhtemeldir. Buna göre sanki onlar, "Tam bir inkiyâd ve huşûya erebilmek için, secdede Kur'ân okuyorlardı. Ancak ne var ki Kaffâl (r.h) tefsirinde, bunun caiz olmayacağı hususunda bir hadis zikretmiştir. Bu da Hazret-i Peygamberin şu sözüdür: "Dikkat edin. Ben, rükû ve secde yaparken, Kur'ân okumaktan nehyolundum." Müslim. Salât, 207 (1/348).

b) Bu cümlenin, müstakil bir söz olması da muhtemeldir. Buna göre mana, "Onlar, bazan namazda Allah için olan hertürlü huzû ile, Allah'ın rahmet ve fazlını arzu ederek namaz kılıyorlardı" şeklindedir. Bu, tıpkı "Onlar, gecelerini Rableri için secde ederek ve kâim (ayakta) olarak geçirirler" (Furkan. 64) ve "Yoksa o, âhiretten korkarak, Rabb'inin rahmetini umarak gecenin saatlerinde secdeye kapanır ve kıyamda durur bir halde tâat ve ibâdet eden kimse (gibi) midir?" (Zümer. 9) âyetleri gibidir. Hasan el-Basrî de şöyle demiştir: "Onlar ayaklarıyla (kıyamda durarak) başlarını, başlarıyla (secde ederek) ayaklarını dinlendiriyorlardı. Bu, rahatlığı isteme, yorgunluğu giderme ve arzuyu ortaya çıkarma manasınadır."

c) Bu tabirden maksad, onların namaz kılmaları da olabilir. Allah onları, "gece namaz kılma" ile tavsif etmiştir. Namaz; secde, rükû ve tesbih kelimeleriyle de ifâde edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rükû edenlerle rükû ediniz..." yani "namaz kılınız" (Bakara, 43), ve "Haydi akşama girerken, sabaha ererken Allah'ı tesbih edin" (Rûm. 17) yani "namaz kılın" buyurmuştur.

d) Bu tavsîfin, "Onlar, Allah için huşu ve huzû duyuyorlardı" manasında olması da muhtemeldir. Çünkü Araplar bazan "huşu"yu "secde" kelimesi ile ifâde ediyorlardı. Nitekim Hak teâlâ, "Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'a secde eder..." (Nahl. 49) yani huşu duyarlar." Bütün bu izahlar Kaffâl (r.h)'a aittir.

Dördüncü sıfat: "Allah'a veâhiretgününe inanırlar.." âyetinin ifâde ettiği sıfattır. Bil ki yahudiler de, gece ibâdeti yapıyor ve Tevrat'ı okuyorlardı. Cenâb-ı Hak, mü'minleri teheccüd ve Kur'ân okuma ile medhedince, peşisıra "Allah'a ve âhiretgününe inanırlar.." vasfını getirmiştir. Biz, Allah'a imanın, bütün peygamberlere imanı; âhirete imânın ise günahlardan sakınmayı icap ettirdiğini izah etmiştik. Yahudiler ise, Allah'ın bütün peygamberlerini kabul etmiyor ve günahlardan sakınmıyorlardı. Binâenaleyh onların mebde' ve me'âda imanları söz konusu değildir. Bil ki insanın kemale ermesi hakkı lizatihi (sırf-kendisi için, gaye olarak), hayrı ise onunla amel etmek için (vasıta olarak) tanımasıyla olur. En faziletli amel, namaz; en faziletli zikir, Allah'ı zikir ve en faziletli bilgi ise, mebde' ve me'âdı bilmektir. Buna göre Hak teâlâ'nın, "Gece saatlerinde secdeye kapanarak, Allah'ın âyetlerini okurlar" buyruğu onların yaptıkları sâlih amellere; "Allah'a ve âhiret gününe imân ederler" buyruğu ise, onların kalplerinde meydana gelen bilgilerin faziletine bir işarettir. Bu ise, onların amelî ve nazarî kuvvelerindeki mükemmelliklerine işarettir. Bu, insanın en mükemmel hâlidir ki, "insanlık derecelerinin sonu, meleklik derecelerinin başlangıcıdır" denilen bir mertebedir.

İyiliği Yayma, Kötülüğü Önleme

Beşinci sıfat: "İyiliği emrederler" âyetinin ifâde ettiği sıfattır.

Altıncı sıfat: "Kötülükten nehyederler.." âyetinin ifade ettiği sıfattır. Bil ki İnsanın kemâlinin en ileri derecesi, kişinin tam ve tanrılığın zirvesinde olmasıdır. Buna göre insanın kemâli gerek amelî (pratik) gerek nazarî kuvveler bakımından mükemmel olmasındadır. Bu, daha evvel zikredilmişti. İnsanın ileri bir kemal derecesinde olması ise, noksanı olan insanları tamamlama (noksanlarını giderme) hususunda say-ü gayret göstermeleridir ve bu, şu iki yolla olur:

a) Noksanı olan insanları, uygun şeyleri yapmaya irşâd etme ki bu, ma'rufu (iyiyi) emirdir.

b) Onları, uygun olmayan şeyleri yapmaktan nehyetmek ki bu da nehy-i münkerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Onlar ma'rufu emrederler, yani Allah'ın birliğini ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini emrederler. Onlar, münkerden nehyederler, yani, Allah'a şirk koşmaktan ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini inkâr etmekten nehyederler." Bil ki, maruf ve münker kelimeleri, âyette mutlak olarak zikredilmiştir. Binâenaleyh, delil olmaksızın bu lafızları tahsis etmek (sınırlandırmak) caiz değildir. Bundan dolayı bu kelimeler, hertürlü ma'ruf ve münkeri içine alır.

Hayır İşlerinde Yarışma

Yedinci sıfat: "Hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar..." âyetinin ifâde ettiği sıfattır. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Onlar, ölüm sebebiyle fırsatını kaçıracakları endişesiyle hayırlara koşarlar.

b) Onlar, hiç ağırlık hissetmeden, hayırları seve seve yaparlar. Buna göre şayet,

"Acelecilik kınanmış birşey değil midir? Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Acele şeytandandır, teenni (acele etmeme) ise Rahmandandır" Tirmizi. Birr, 66 (4/366). buyurmuştur. Acele etme ile sürat (yarış) arasında ne fark vardır?" denilir ise, biz deriz ki: "Sür'at, bir an önce yapılması gereken şeyi yapmak manasında kullanılır. Acele bir an önce yapılması gerekmeyen şeyi yapmak manasında kullanılır. Buna göre Müsaraat (yarışma), dinî hususlardaki arzunun çok olması manasına tahsis edilmiştir. Çünkü birşeyi şiddetle arzu eden kimse, çabuk davranmayı gecikmeye tercih eder. Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Rabb'inizin mağfiretine müsaraat ediniz (koşunuz)" (Al-i İmran, 133). Yine aynı şekilde, "Ya Rabbi hoşnud olasın diye, sana yönelerek acele ettim" (Ta-hâ, 84) âyetinin delâleti ile, acele etmek mutlak manada kınanmış değildir.

Salih Kişilerden Olmaları

Sekizinci sıfat: "İşte onlar, sâlihlerdendir" âyetinin ifade ettiği sıfattır. Bunun manası, "İşte vasfedildikteri bu sıfatlara sahip olanlar yok mu, onlar halleri Allah yanında güzel olup, Allah'ın kendilerinden razı olduğu sâlihler cümlesindendir" şeklindedir. Bil ki, bu şekilde vasıflanma, medih ve övgünün zirvesidir. Buna, Kur'ân da akıl da delâlet eder.

Kur'ân'ın delâlet edişine gelince bu şöyledir: Cenâb-ı Hak, peygamberlerin büyüklerini bu vasıflarla medhederek, Hazret-i İsmail, Hazret-i İdris, Hazret-i Zülkifl (aleyhisselâm) ve diğer peygamberleri zikrettikten sonra, "Onları rahmetimize soktuk. Onlar gerçekten sâlihlerdendi" (Enbiya, 86) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Allah, Süleyman (aleyhisselâm)'dan naklederek, "Rahmetinle beni de sâlih kulların arasına sok" (Neml, 19) buyurmuştur. Aynı şekilde "Şüphesiz Allah, Cebrail ve sâlih müminler o (Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in) yardımcısıdır" (Tahrim, 4) buyurmuştur.

Aklın delâlet edişi ise şöyledir: "Salah" (iyi olma), Fesâdın (kötülüğün) zıddıdır. İster akide konusunda, ister fiiller konusunda olsun, olması uygun olmayan herşey fesâddır. İşte meydana gelen herşey, olması uygun olan şeyler babından olunca, "salah" (iyilik) hali meydana gelmiş demektir. Böylece sâlih olma, en mükemmel dereceye delâlet etmektedir.

Sâlihler Yaptıklarının Karşılığından Mahrum Kalmazlar

Hak teâlâ, bu sekiz sıfatı zikredince Onlar ne hayır işlerlerse, muhakkak ki bundan mahrum bırakılmayacaklardır. Allah takva sahiplerini çok iyi bilendir" buyurmuştur. Bu âyet-i kerime ile ilgili birkaç mesele vardır:

Nüzul ve Lâfzın Hususiyeti Hükmün Umumiyetine Mani Değildîr

Hamza, Kisaî ve Asımın râvisi Hafs, gâib sigasıyla olmak üzere yâ harfiyle, (......) şeklinde okumuşlardır. Çünkü söz, mâkabliyle, yani ehl-i kitabın mü'minlerini, Kur'ân okumak, namaz kılmak, 1 iman etmek, emr-i ma'rûf, nehy-i münker yapmak, hayırlarda yarışmak ve bildikleri hiçbir şeyi zayi etmeme gibi vasıflarla nitelemekle ilgilidir. Bundan maksad ise şudur: Yahudilerin cahilleri Abdullah İbn Selam'a, "Hazret-i Muhammed'e iman etmekle hüsrana uğradınız" deyince, Cenâb-ı Hak, "Aksine, onlar en büyük dereceye nail oldular" buyurdu. Böylece bunun gayesi de, o iman edenlerin kalblerınden bu câhillerin sözünün tesirini çıkarmak için, o mü'minleri yüceltmektir. Çünkü bu tabir, her ne kadar lâfız itibariyle, yukarda bahsi geçen Ehl-i kitabın mü'minlerine râci ise de, illet bakımından diğer insanlar da bu ifâdenin muhtevasına dahildirler.

Diğer kıraat imamları ise, bu ifâdeyi muhâtab sigasıyla olmak üzere tâ harfiyle (......) şeklinde okumuşlardır. Buna göre bu, "Ehl-i kitabın mü'minlerin fiillerinden bahsettim" mânasında olmak üzere, mü'minlerin hepsini muhatab alan yeni başlayan bir hitaptır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Yukarda bahsedilen ehl-i kitabın müminleri de sizin cemaatinize dahil olarak ey müminler topluluğu! Ne hayır yaparsanız, ondan mahrum bırakılmayacaksınız" buyurmuştur. Bu şekilde kıraat etmenin faydası, bu âyetin hükmünün lâfız bakımından bütün mükelleflere şâmil olmasını temin etmektir Bu âyetin benzeri âyetlerin de, herhangi bir topluluğa ve sınıfa tahsis edilmeksizin, bütün insanlara hitab edici bir biçimde getirilmesi de bu durumu kuvvetlendirmektedir. Meselâ, "Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir" (Bakara, 197); "Ne hayır infâk ederseniz, onun karşılığı size tastamam verilecektir" (Bakara, 272) ve "Kendiniz için önden ne hayır yollarsanız, Allah katında onu bulacaksınız" (Bakara, 110) âyetleri gibi... Ebû Amr'dan ise, her iki kıraatle de okuduğu nakledilmiştir.

İkinci Mesele

(......) tabirinin mânası, "Onun sevabı ve mükâfaatından mahrum bırakılmayacaksınız" demektir. Cenâb-ı Hak, karşılığını vermemeyi, şu iki sebepten dolayı (örtmek, karşılığını vermemek, men etmek) kelimesiyle ifâde etmiştir.

a) Allahü teâlâ mükâfaat vermeyi "şükr" kelimesiyle ifâde etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Çünkü Allah, tâatlerin ecrini veren (......) ve hakkıyla bilendir" (Bakara, 158) ve "işte onların çalışmaları meşkûr (ve makbul) olur" (isra, 19) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, mükâfaat vermeyi şükr olarak adlandırınca, vermemeyi de küfr olarak isimlendirmiştir.

b) Arapça "küfür" kelimesi, örtmek, gizlemek anlamına gelir. Örtmek, gizlemek manasına geldiği için, mükâfaat vermemek küfür olarak tavsif edilmiştir.

Buna göre eğer, ve kelimeleri tek bir mef'ûl alırken, meselâ (nimete şükretti) ve "Onu gizledi, örttü, nankörlük etti" denilirken, Hak teâlâ burada niçin buyurarak, kelime iki mef'ûl almıştır?" denilirse, biz şöyle deriz: Biz burada kullanılan "küfr" maddesinin men etmek ve mahrum bırakmak manalarına geldiğini beyan etmiştik. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Sizler ondan, mahrum bırakılmayacaksınız, onun ecrinden men olunmayacaksınız..." demiş olur.

Üçüncü Mesele

"İhbât" (iyi amellerin yani sevapların düşürülmesi) görüşüne kail olup "muvazene" yani (sevaplarla günahların denk olma) fikrini ileri sürenler bu âyetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Âyetin sarih ifâdesi, kulun fiilinin tesirinin kula mutlaka ulaşması gerektiğine delâlet etmektedir. [(Yapılan iyiliğin) kötülükten belli bir miktarı sürmediğini kabul ettiğimiz halde, yapılan kötülükle belli bir miktar iyiliğin geçersiz olduğunu kabul edersek, bu durumda âyetin mânası fiil düştüğü halde, o şahıstan o miktarda bir sevap düşürülmezse (eksiltilmezse), bu âyetin muktezası geçersiz olur.] Bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yapmışsa onu görecek. Kim de zerre ağırlığınca şer yapmışsa, onu görecektir" (zilzâl, 7-8) âyetleridir.

Cenâb-ı Hak sonra, "Allah takva sahiplerini çok iyi bilendir" buyurmuştur. Bunun manası ise şudur: Allahü teâlâ onların mahrum edilmeyeceklerini ve kendilerine bir karşılığın mutlaka verileceğini haber verince, bunun delilini zikretmiştir, o da şudur: "Mükâfaat ve karşılık vermeme ya unutmadan dolayı olur; böyle bir şey ise, Allah hakkında mümkün değildir. Çünkü O, her türlü malumatı bilendir. Veyahut da böyle bir şey aczden, cimrilikten ve kendisinin ona ihtiyacı olmasından ileri gelir ki, böyle bir şey de imkânsızdır. Çünkü Allah, sonradan olan bütün varlıkların ilâhıdır. Binâenaleyh "Allah" lafzı, O'nun hakkında acziyyetin, cimriliğin ve muhtaç olma halinin bulunamayacağına delâlet eder. O'nun alîm vasfı da, O'nun hakkında cehaletin söz konusu olamıyacağma delâlet eder. Bütün bu haller Allah hakkında muhal olunca, bir karşılık ve mükâfaat vermeme işi de imkansız olur. Çünkü bir şeyin hakkını vermemek, ancak saydığımız sebeplerden ileri gelir... Allah en iyi bilendir. Hak teâlâ, müttakîferi bol sevapla müjdelemek ve kendi katında ancak muttaki olanların kurtuluş ve başarıya nail olacağına işaret etmek için, her şeyi bildiği halde, burada, "Allah takva sahiplerini çok iyi bilir" buyurarak, yalnız müttakileri zikretmiştir.

Kafirlere Malları da, Evlâtları da Fayda Vermez

115 ﴿