118"Ey iman edenler! Kendilerinizden başkasını sırdaş edinmeyin. Onlar, size kötülük yapmakta hiç kusur etmezler, size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Şüphesiz, onların kin ve buğzlan, ağızlarından taşmış, dışa vurmuştur. Göğüslerinde gizledikleri ise, daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, biz size âyetlerimizi açıkladık" . Bil ki Allahü Teâlâ, mü'min ve kâfirlerin hallerini açıklayıp izah edince, bu âyette, mü'minleri kâfirlere karışmaktan sakındırmaya başlamıştır. Burada birkaç mesele vardır: Âlimler, Allahü Teâlâ'nın, mü'minleri, kendileriyle içti dışlı olmaktan nehyetmiş olduğu kimselerin kimler olduğu huşunda ihtilâf edip şu görüşleri ileri sürmüşlerdir: a) Bunlar, yahudilerdir. Çünkü (Medine'li) müslümanlar, yahudilerle kendileri arasında süt kardeşliği ve çeşitli andlaşmalar bulunduğu için her ne kadar din konusunda kendilerine muhalefet etseler bile, geçim meselelerinde kendilerinin İyiliklerini isterler zannıyle, onlarla müşaverede bulunuyorlar ve onlara yakınlık duyuyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu âyetle onları bundan nehyetmiştir. Bu görüşü benimseyenlerin delili şudur: "Bütün bu âyetler, baştan sona kadar yahudilere hitap etmektedir. İşte bunun gibi, bu âyet de böyledir." b) Bunlar, münafıklardır. Bu böyledir, çünkü mü'minler, münafıkların sözlerinin zahirine aldanıyor ve onların doğru söylediklerini zannederek, onlara kendi sırlarını ifşa ediyor ve onları, kendi gizli hallerine muttali kılıyorlardı. İşte bundan dolayı Allahü Teâlâ onları, bundan men etmiştir. Bu görüş sahiplerinin delili ise, Hak teâlâ'nın, bu âyetten sonra gelen, "Sizinle buluştukları zaman, "inandık" derler. Aralarında başbaşa kaldıkları zaman da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının ucunu ısırırlar" (Âl-i imran, 119) âyetidir. Malumdur ki bu hal, yahudilere uygun düşmez. Bilakis bu, münafıkların sıfatıdır. Bunun bir benzeri de, Bakara süresindeki, "Onlar iman edenlerle karşılaştıkları zaman, "inandık" derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarındaysa, "iyi biliniz ki biz sizinle beraberiz. Biz ancak alay ediyoruz" derler" (Bakara, 14) âyetidir. c) Bundan murad, kâfirlerin bütün nevileridir. Bunun delili de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendinizden başkasını" buyurmasıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, mü'minleri, mü'minlerden başkasını sırdaş edinmekten men etmiştir. Buna göre bu, bütün kâfirlerden nehyetmek olmuş ve Cenâb-ı Hak, "Ey İman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin" (Mümtehine, 1) buyurmuştur. Bu hususu şu rivayet de tekid etmektedir: Ömer İbnu'l-Hattab (radıyallahü anh)'a şöyle denilmiştir: "Burada, hıfz bakımından kendisinden daha kuvvetli ve daha güzel yazı yazan bir kimse, bilinmeyen Hîre'li bir hristiyan bulunmaktadır. Eğer münâsib bulursan, biz onu kendimize kâtib edineceğiz.." Hazret-i Ömer bunu kabul etmeyerek, "Bu durumda sen, mü'minlerden başkasını sırdaş edinmiş olursun" dedi ve bu âyeti, müslümanlardan başkalarını dost edinmekten nehyetmeye bir delil kabul etti. Bazı âlimlerin bu âyetten sonraki kısmın münafıklardan bahsettiğini delil getirerek bu görüşü reddetmeleri, âyetin baş tarafının umum ifâde etmesine mâni değildir. Çünkü Usûl-ü fıkıhta şu kaide bulunmaktadır: Âyetin evveli umum, sonu da hususî olursa, âyetin sonunun hususî olması, başının umûmî olmasına mani değildir. Bıtane (Sırdaş) Kelimesinin Mânası Ebu Hatîm, Esmâî'den rivayet ederek şunu söylemiştir: Bir kimse, bir kimsenin çok yakın arkadaşı olup, onun işlerinin iç yüzüne vakıf olduğu zaman, denilir. Buna göre kendisiyle müfred ve cem'in adlandırılmış olduğu bir masdardır Bir kimsenin durumlarına muttali olup iç yüzüne vakfı olan kimseler hakkında da denilir. Kelimenin aslı, dış yüzün tersi olan "batn", "karın" kelimesidir. Elbisenin asdarına da, denilmesi de bundandır. Netice olarak; kişinin kendisine yaklaştırıp, sırdaşı edindiği kimseye denilir. Çünkü bu kimse, ona çok yakın olma hususunda, neredeyse onun karnına yakın gibidir, onunla içli dıştı olmuş gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu buyruğu, nefy siyakında nekre olarak gelmiştir. Ki bu da, umûm ifâde etmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizden başkaları..." kaydı hakkında birkaç mesele vardır: (......) kaydının manası, "müslümanlardan başkaları", "Sizin din kardeşlerinizden başkası" şeklindedir. lafzını bu mânaya hamletmek güzeldir. Nitekim bir kimse, Kardeşlerimize ihsanda, ikramda bulundun" manasını kasdederek, "Bize lütfettin, bize ihsanda bulundun" der. Cenâb-ı Hak da, onların atalarının yaptığını kastederek, "Haksız yere peygamberleri öldürürler" (Âl-i İmran, 21) buyurmuştur. Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinde iki ihtimal bulunmaktadır: a) Bu kaydın, O'nun, "edinmeyiniz..." ifadesiyle ilgili olmasıdır. Yani, "sizin dışınızda hiç kimseyi dost edinmeyiniz" demektir. b) Bu ifâdenin, âyette geçen İflas (sırdaş) kelimesinin sıfatı olmasıdır. İfâdenin takdiri ise, "'Sizin dışınızda olan bir dost, sırdaş edinmeyin"şeklindedir. Buna göre şayet'ü ifadesiyle ifâdesi arasında ne fark vardır?" denilirse, biz şöyle deriz: Sîbeveyh şöyle demiştir: "Araplar, en mühim olanı ve kendilerini daha çok ilgilendiren şeyi önce zikrederler. Burada maksat, sırdaş edinme değildir. Buradaki maksat, onlardan sırdaş edinme meselesidir. Böylece, "sizin dışmızdakileri dost edinmeyiniz" ifâdesi, maksadı anlatmada daha güçlü bir ifade olmuş olur. Bu ifâdenin başındaki edatının zaid olduğu söylendiği gibi, tebyîn için olduğu da söylenmiştir ki, bu durumda mâna, "Dininizin münteşibleri dışında kalanlardan dost edinmeyiniz..." şeklinde olur. Buna göre eğer, "Bu âyet, mutlak anlamda, kâfirlerden dost edinmenin yasak olmasını ifâde eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizinle din hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızdan Allah sizi men etmez" (Mumtehine. 8) ve "Allah sizi ancak, sizinle din muharebesi yapmış olanlardan men eder..." (Mümtehine, 9) buyurmuştur. O halde, bu iki durum nasıl uzlaştınlabilir?" denilirse, biz deriz ki: "Hususî olan hükmün, umumî olan hükme tercih edildiği hususunda şüphe yoktur..." Bu Sırdaşlığı Yasaklamanın Sebepleri Bil ki, Allahü Teâlâ mü'minleri, kâfirleri sırdaş edinmekten men edince bu yasaklamanın sebeplerini de şöylece beyan buyurmuştur: 1- Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar size kötülük yapmakta hiç kusur etmezler" buyruğudur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Keşşaf sahibi şöyle demektedir: Bir kimse bir işte kusur ettiği zaman, denilir. Sonra bu kelime, Arapların tazminî olarak şeklindeki kullanışlarında iki mef'ûl almıştır ve bunun manası şöyledir: "Senden nasihatimi esirgemedim ve sana karşı elimde olan hiçbir imkânı esirgemedim." (......) fesâd ve noksan manasınadır. Nitekim (şairler) "Tek başınıza olduğunuz sürece ancak, pazusu eksik bir el gibisiniz" yani "pazusu güçsüz" demişlerdir. Yine, aklı noksan olan kimseye, (......) denilmesi de böyledir. Hak teâlâ da, "Eğer içinizde onlar da (savaşa) çıksalardı, size şer ve fesadı artırmaktan başka birşey yapmazlardı" (Tevbe, 47) buyurmuştur. Âyetteki "(Onlar) size kötülük yapmakta hiç kusur etmezler' ifâdesi, "Onlar, sizi zarara sokmak ve sizin işlerinizi bozmak hususunda olanca gayretlerini sarfederler" temektir. Nitekim, "Ona nasihat hususunda elimden geleni yaptım" manasında yine şer için de "Ona elimden gelen kötülüğü yaptım" Dördüncü Mesele Âyetteki (......) kelimesini, bizim de söylediğimiz gibi, burada iki mef'ûl alan fiili nasbetmiştir. Bu kelimenin, mef'ul-ü mutlak olduğu için nasbedilmi olduğunuda söyleyebilirsin. Çünkü tabirinin manası, “Size kesinlikle kötülük yapamazlar" demektir. 2- Cenâb-ı Hakk'ın, "Size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler" ifâdesidir. Bununla ilgili bir kaç mesele vardır: "Onu sevdim" manasında (......) denilir. Burada geçen (......) kelimesi, zarar ve zorluğun ileri derecesi demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah dileseydi, sizi muhakkak zorluğa ve meşakkate sokardı" (Bakara. 220) buyurmuştur. Âyetteki (......) lâfzı, mâ-i masdariyyedir. Şu âyette olduğu gibidir: "Size olan bu (azab), yeryüzünde haksız yere ttneıfiden ve taşkınlık göstermenizdendir" (Mümin. 75) yani, şımarıklığınız ve taşkınlığınız sebebiyledir. Ve 'Göğe ve onu bina edene, yere ve onu yayıp döşeyene yemin olsun.." yani, onu yapana, onu döşeyene..." (Şems, 5-6). Âyetin takdiri, "Onlar, gerek dininiz, gerekse dünyanız hususunda sizi çok zarara sokmayı arzularlar" şeklindedir. Vahidî (r.h), müste'nef bir cümle olduğu için, bu ifâdenin i'rabtan bir mahalli olmadığını söylemiştir. Bu ifadenin, Allah lâfzının sıfatı olduğu da ileri sürülmüştür ki bu doğru değildir. Çünkü bu lâfız, "size kötülük yapmakta hiç kusur etmezler" cümlesiyle tavsif edilmiştir. Eğer, "Size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler" cümlesi de, o lâfzın sıfatı olmuş olsaydı, o zaman iki sıfatın arasına atıf harfinin gelmesi gerekirdi. Allah'ın "Size kötülük yapmakta hiç kusur etmezler.." buyruğu ile, "Size sıkinn verecek şeyleri arzu ederler.." buyruğu arasında, mana bakımından şu farklar vardır: a) Onlar, dininizi bozmada kusur etmezler. Eğer buna muvaffak olamazfarsa, en büyük zararlara düşürmeyi arzu ederler. b) Onlar, dünyevî işlerinizi bozmada kusur etmezler. Onlar bunu yapamadıkları zaman, sizi zarar ve zorluğa düşürme arzuları yok olmaz. c) Onlar, sizin işlerinizi bozmada kusur etmezler. Eğer onlar, başka bir engelden dolayı bunu yapamazlarsa, bunu yapma arzusu kalblerinden yine de gitmez. 3- Allahü teâlâ'nın, "Buguzlan ağızlarından taşmış, dışa vurmuştur" ifadesidir. Bununla ilgili olarak da birkaç mesele vardır: (......) en şiddetli kin manasınadır. (en büyük zarar) kelimesine nazaran, (zarar) kelimesi nasıl ise, (......) kelimesine nazaran (......) kelimesi de aynıdır. (......) kelimesi (ağız) kelimesinin cem'idir. Bunun aslı (......) kelimesidir. Bunun delili ceminin şeklinde gelmesidir. (komşu) kelimesinin cem'i ve (tasma) kelimesinin cem'i de şeklinde geldiği gibi, (......) kelimesi de Siyi şeklinde cemi olmaktadır. Bir insan güzel söz söylediğinde ağzı geniş olduğu zaman denilir. Binâenaleyh (ağız) kelimesinin aslının vezni üzere, olduğu; sonra hafiflik olsun diye hâ harfinin hazfedilip, vâvın yerine, her ikisi deşefevi (dudak) harflerinden olduğu için mîm harfinin getirilmiş olduğu sabit olmaktadır. Hak teâlâ'nın, "Buguzlan ağızlarından taşmış, dışa vurmuştur" buyruğunun, münafıklar hakkında olduğunu söylerse, tefsirinde şu iki izah yapılır: a) Münafığın, sözünde nifakına delâlet eden ve sevgi ile nasihat hususunda samimiyetten uzak olduklarına delâlet eden birşey mutlaka bulunur. Bunun bir benzeri de, "Andolsun ki sen onları, sözlerindeki üslûbundan tanırsın..." (Muhammed. 30) âyetidir. b) Katâde şöyle demiştir: "Birbirlerini bu durumdan haberdâr ettikleri için, müslümanların münafık ve kâfir dostlarından buğuz dışa vurur." Fakat bu ifâdenin yahudiler hakkında olduğunu söylersek, bu durumda âyetin tefsiri, "Onlar, sizin peygamberinizi ve kitabınızı yalanladıklarını açıkça gösterir ve sizi cahillik ve ahmaklık ile nitelerler. Birisinin cehalet ve ahmaklıkta ısrar ettiğine inanan kimsenin onu sevmesi imkânsız olur ve ona her durumda kesin buğzeder. İşte Cenâb-ı Hakk'ın "(Onların) buguzlan ağızlarından taşmış, dışa vurmuştur" buyruğundan maksadı budur. Sonra Cenâb-ı Hak, "Göğüslerindegizledikleri ise, daha büyüktür" buyurmuştur. Yani, "Münafığın dilinde tezahür eden kin ve buğz alâmetleri onun kalbinde yer eden nefretten; yine onun lisanında zuhur eden kin alâmetleri, onun kalbinde bulunan kindarlıktan daha azdır", demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, mü'minlere, bu sırları ortaya koyup izhar etmesini, onlara olan nimetlerinden birisi olduğunu beyân buyurarak, "Eğer düşünürseniz, yani akıl, anlayış ve dirayet ehlinden iseniz, biz size âyetlerimizi açıkladık" demiştir. O'nun, ifâdesi, "Dost ve düşman olmaya müstehak olan durumları eğer ayırd edebilirseniz" şeklinde de tefsir edilmiştir ki, maksat, insanları bu âyeti düşünme ve bu delilleri tefekkür etme hususunda aklı kullanmaya teşvik etmektir. Allah en iyi bilendir. |
﴾ 118 ﴿